27 Şubat 2016 Cumartesi
BABİL KULESİ
Hiç bir şeye bağımlılık duymadan gerçeği aramalıydık. Tanrının dilinin olamayacağını düşünebilmeliydik. Buyrultusu neden dil aracılığıyla olsun ki her şeye kadir olanın. Yer sarsıntılarıyla, volkanlarla, dalgalarla, uçurumlarla konuşuyor o demeliydik. Uyarıcı ve yol göstericiliğini.
Herkes ayrı bir dilden konuşuyor ve herkes gönlünce bir türkü tutturuyor ve dilediğince yaşıyordu o zamanlar. Kim geldi de işimizi bozdu bizim. Barış ve sevgi ortalığa düştü ve her şeyle birlikte uçup gittiler. Ellerimiz kuş kanadı gibi hızlıydı bizim, bacaklarımız ceylandan geri değil, tez ayaklı ve çeviktik. Deniz sarhoş bir şarap rengindeydi.
Aşıktık, kurda, kuşa, çiçeğe, kelebeğe...
Mülkiyet nedir bilmezdik, sınır yoktu, yağma yoktu, çalma yoktu, saklamayı düşünemezdik. Öldürmek mi, ağzımız tutuşur bir daha açılamazdı ki, yok etmeyi bilmezdi bizim ruhumuz...
Çok eski bir masaldır bu.
Mutlanlı düşler içinde, kırlarda uyuyorduk, uyku kokusu olurdu bizde, yosun, çay ve defne karışımı... Korkuyu bilmezdik.
Ah...
Sonra acayip çizgilerden oluşmuş harfler sardı dört yanı, belleğimiz çöksün diye mi, ıssızlıkta karanlık ordular sardı toprağı, ölüm kutsansın diye mi, neden afsunlu kuşlar, günah işledikleri için taş kesilenlerin türbesinde tünüyor şimdi...
Şimdi her şey sessiz bir gece gibi ve o bize yol gösteriyor uçurumlar gibi, yas tutalım, ölülerimize ağıt yakalım diye...
Geçmiş kalıntılardan öğütlenmiş hiç bir şey yok bize, çağların sinsi, sımsır gölgelerinden ders aldığımız bir şey yok...
Tanrı, melek ve şeytan, kederli yaşamımızın eli sıkı pintileri...
Her şeyi darmadağın eder gibi topluyoruz ve umarsızca, göklere, denizlere, kararmış ufuklara bakan yolcular oluyoruz.
Yüzyıllardır ağlıyoruz.
Çizgilerimiz teknik aşama, dilimiz dolaylama, makinelerimiz oyun alanı bizim.
Biz önce benliğimizi, kendimizi anlayamıyoruz, anlamazlıktan geliyoruz ve ölümüne inat ediyoruz gül yüzlü çehrelerin düşünü görmemekte...
Ama...
Tanrı varsa eğer, tüm düşlerimiz bize düşmanlık tohumlarını ekti, ayırdı ruhlarımızı, bedenlerimizin birleşmesini birbiriyle... Ulaşılmazlığı indirdi yeryüzüne...
Kini ondan öğrendik, pusuyu, her şeyi... Pişman mıdır...
Şeytanı, meleği, kitabı o uydurdu... Yaşam bu mu...
Söylentiler, sahillerden uzak, okyanustaki gemiler gibidir...
Dünya tanrıyla bitti.
Ölü bir insanın güzelliği de kutsaldır diyebiliyor musunuz...
Gözümüz; evimiz, benliğimizdir diyen, bütün yuğlar orada, her şeyin üzerini örtebiliriz ama gözler dışında diyen...
Göz, olmayanı görüyor...
Adem, can alanın babası, Havva günah keçisi, dünyamız budur işte.
Anoreksi ve blumia kurbanlarıyız biz, doyumsuz, obezite bir evrenin kulları...
Karnımız toksa her şeye açız biz.
Sözlerle, eylemlerle baştanbaşa,
Bir çelişkiyiz biz.
Bir biçimiz, ruhunu çoktan yitirmiş.
Elektra ve Oedipus,
Stendhal ve Sindrella kompleksiyiz.
İnsan gibi değiliz, ölümü, ölümsüzlüğü aramıyoruz. Yarı ölü, yarı diriyiz biz.
Bir tür anti uygarlık. Gerçek uygarlıklar çoktan bitti.
Aynanın içine girmeye çalışıp,
suya atlayanlarız biz.
Boğulduk, öldük çağlarca...
İnsan gibi ölemiyoruz hiç birimiz.
Başlangıçta söz yoktu...
Karanlığın senfonisiydi her şey.
Karanlık atamızdı bizim. Övgüler olsun. O bize düş kurmasını öğretti.
Sonra gün doğdu, söz doğdu ve dokunduk birbirimize.
Hangisi doğru...
Sonra gün geldi kibrimize yenildik ve evrenle, tanrılarla dinmeyen bir savaşa giriştik.
Trans, hetero, travest, otist, aids, klan, şii, peçeli, yahudi, christ, sünni, müslim, ateist, deist, agnostik, üryan, dul, idiot, afro, şizoit, asyatik, öksüz, dürzi, yetim, envai çeşit tilkileriz biz.
Havva'yı gebelikten kurtardığımızda
Tek bir cins olacağız.
Neden birbirimizi anlayamıyoruz.
Kuraniyiz, İnciliz, Talmuduz, Eski Ahitiz biz.
Bütün dünyanın sözü bir, dili birdi önceleri.
Ona dil verildi, şu yalan yani, ona et verildi, toz olan derdik.
Nesnelerin belli bir kalıpta, kendi köşeleriyle varolduğu, her şeyin somut, değişmez adıyla anıldığı bölgeden ayrılmak üzereydik. Gittikçe bulamaçsı, sessiz, erişilmez derinlikte, o yöreye doğru aktığımızı görüyorduk.
Yalan tanrısaldır.
Gerçekse insani.
Doğudan göçtükleri zaman Sümer diyarında bir ova buldular, orada oturdular, birbirlerine gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim dediler. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. Yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir kent, başı göğe erişecek bir kule yapalım dedik.
Ve Ademoğullarının yapmakta olduğu kenti ve kuleyi görmek için Rab yere indi.
Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. Gelin inelim de birbirlerinin dilini anlamasınlar, onların dilini karıştıralım dedi.
Rab onları oradan dağıttı ve onlar kenti imar etmeyi, caddelerini gül suyuyla yıkamayı bıraktı.
Bundan dolayı onun adına Babil dediler.
Tanrı Kapısı.
Ve tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kibrine, kendini beğenmişliğine kızdı ve o zamana kadar aynı dili konuşanların dillerini karıştırdı ve birbirlerini anlamalarını istemedi.
Her taşın altında söyleni var yok oluşa gidişin...
Annemizin yuvağından çıkarak, tanrının yuvağına giren ama sonsuzca ayrılabilen canlılarız biz.
Nimrod bize bir kule inşa edin oradan tanrıya bakacağım dedi. Rab bunu gördü ve bizlerin arasına indi ve yetmiş iki dile ayırdı bizi. Bir daha anlaşamadığımız için kuleyi yapamadık. Oysa tanrı oradaydı ve bizi tek bir dille yönetiyor, hepimiz köle gibi çalışıyorduk. Bir gün isyan ettik ve kuleyi yıktık, tanrı kanatlarını açıp gökte bilinmeyen bir yere kaçtı, köleliğin sonu geldi sandık, ama önce diğer canlılar insanın kölesi oldu, sonrada insan insanın kölesi. Gizini bulamadık.
Kara kara düşünüyoruz. Tanrıları geri mi çağırsak, yoksa içimizdeki tanrıları yok etmek için, tek bir dili mi konuşsak. Dilin ligi, savaşları ortadan kaldırır, köleliği yok edebilir mi diye düşünürdük ki, tanrı gene aramıza indi ve dedi...
Sizi kölelik ve savaşlardan uzaklaştıracağım ama kölem olacaksınız.
Kuleyi gene yapıyorduk. Ama o güneşi durdurdu. Karanlıkta kaldık. Çalışamaz olduk. O hepimizden güçlü.
Tanrılarla savaşa tutuştuk. Onlar bizim dilimizi ayırdı, onun yönetimini beğenmedik. O paramızı ayırdı, keselerimiz oldu, deniz aşırı olup, her şeyimizi ayırdı.
Karanlıkta bekliyoruz, uzun zamandır bekliyoruz, gök gürlemesini andırır sesler geliyor, buzulların ateşi gibi, işte cılız, kör bir ışık noktası belirdi, sonra, bilemeyeceğimiz kadar sonra, o yaklaştı, büyüdü, kocaman oldu.
Her yeri kapladı, güneş yitti, hiç kimse görünmüyordu ve ışık birden patladı, ruhlarımız ayrıldı, evrenin her bir yanına dağıldık.
Yaratılmışlıktan sıkılıyoruz biz.
Artık yaratmalıyız...
O hep aramızda.
O ayırdı bizi.
Kovalım onu.
Tanrıyı kovalım.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder