29 Şubat 2016 Pazartesi

CHİCAGO

Ben Akseki'liyim, Antalya'nın ilçelerinden, ama oranın yaylalarında oturuyorum, davar çobanlığı yapıyorum, keçi, koyun, hatta sığır ve kimi zaman deve bile olduğu görülmüştür. Beş kişiyiz, Nazlı, Züleyha, Çolpan, İbrahim ve ben, Yakup... Yakup mu dedim, 'Kurbağalara bakmaktan geliyorum' diyenlerden. Nazlı anamız olur, Züleyha ve Çolpan kızımız, İbrahim şükranlarımı sunduğum Tanrı adına o...ğlumuzdur. Sözü her zaman ki gibi uzatmayacağım... Bir gün yaylalara Amerikalılar geldi dediler, kameraları, arabaları ve yüklü eşyalarıyla, onlarda 5 kişi, biri aşağılarda kalmış. Çekim yaptılar üç gün boyunca, sonunda vedalaşırken, havsalanın almayacağı bir çılgınlık da yaptılar ve henüz bir yaşında bile olmayan Çolpanımız'ı istediler bizden. Bilmelisiniz ki para yok bizde... Üç gün düşünme süresi verdiler ve Nazlı'nın hiç bir zaman anlayamayacağımız bakışları altında, tam üç gün sonra Çolpan'ı onlara verdim. Olanların gerisini anlatmam için dilimin çözülmüş olması gerekir ama ben öykümü anlatacağım... Aradan tam yirmi yıl geçti ve bir gün bizi, kızımızın özlemini dindirmek üzere Şikago'ya davet ettiler. Tüm işlemleri onların yaptığını söylememize bilmem gerek var mı... Oraya vardığımızda Çolpan'ı tanıyamadım, sarışın, mavi gözlüydü belki ama bu dev gibi kızın; Çolpan olabilmesi için, yeniden dünyaya gelmesi gerekir diye düşündüm. İnanılır gibi değil ama; aramızda bir tansık gelişti kısa zamanda ve ona bizimle dönmeyi kabul ettirmemiz, zor olmadı inanın... Yalnızca Nazlı'nın gözünden kanlı yaşlar dökmesi yetmişti neredeyse, şimdi düşünüyorum da onu, sanki vicdanının sesi buralara çekmişti. Mutluyduk. Ne var ki maceramızın sonu hiç beklenmeyecek kadar çabuk ve düşlenemeyecek kadar acı bitti. Kurban kesmeye, yarı pişmiş etleri yemeye, yumurta içmeye alışmış; alnından kan akıtmış, çaylardan su içip, derelerde, yarlarda, yankı yapan dağlarda hoyratça türküler çağırmış, kurda kuşa sevdalı bizlere, Çolpan bir türlü ısınamadı. Sanki çiğ etleri yiyor, susadıkça kan içiyor ve uçurum başlarından, dere boylarından haykırarak, canımız çektikçe ağlıyor, gülüyor, lanetler okuyup sövgüler düzerek, belki de içimizi dışımıza vuruyorduk. Elini yüzünü yıkamayı unutmuş, aynı giysilerle günlerce dolaşıyor, süt sağıyor ama ürkekliğini bir türlü üzerinden atamıyordu... Bir gün karla karışık yağmur silsilesi gibi ağlar bulduk onu. Yaşamında ilk kez ağladığını biliyorduk. Hiç çatışmadık, küsmedik, kırmadık onu, ne biliyorsan onu yap dedik. Bir bahar ayının son günlerinde gelip aldılar. Yamaçlardan inerken el sallayışı, onu son görüşümüz oldu. Size ürkünç gelebilir ama hiç bir zaman merak etmedik onu. İnsanların büyüdüğü toprakların yurdu olduğunu, doğumlarının yalnızca bir vesile olabileceğini böylece anladık. Onun ruhu Şikago caddelerinde biçimlenmişti, nereye gitse bir bulut gibi onu izleyecekti gölgesi, az yiyecek, sık sık teşekkür edecek ve uğurlamak için her zaman konuklarından önce davranarak, bedeni daima bir incelik, bir kibarlık barındıracaktı. Nereye gitse kendini de götürecek ve hiç bir zaman kurtulamayacaktı... Bizlerse kurbanlarımızın kanını alnımıza sürecek, geleneklerimizi sürdürecek ve sürülerimizin peşinden koşup, kaleden kaleye şahin uçurarak, söğütlerin gölgelerinde oturup, türküler çağırarak günlerimizi dolduracaktık. Düşlerimde, ona sarılmak ve doyasıya öpmek için koşuyor ama bir türlü kavuşamıyordum, umarsız düşlerimle ve onu başkalarına vermekle yakama yapışan 'vicdani yükümlülüğümü' gideremeden, yıkıcı duygularımla ödeşemeden, yakarılarla ölüp gideceğimi biliyorum. O ise, hep yaşamın peşinden koşacak, yemekler yemeyi, içmeyi, sevinç içinde yataklara düşmeyi ve eğlenmeyi sürdürecek!.. Ruhları göremeyişimiz, belki de iyi bir şeydir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder