28 Şubat 2016 Pazar
MERYEM RABİA'YA REQUIEM
(I)
Ey benim vitir yasım, eşsiz sevgim, biricik kederim, tek üzüncüm, saltık sevdam, yapayalnız elemim. Ey kuzeyin kutbu, Yakup sayrılığım, düşmüş merdivenim. Ey can verebildiğim. Ey canımı alan.
Ey gök yıldızlarının sonsuz atlası, kalplerin yörüngesi, hüzünlerin milongası. Ey çiçek dürbünüm. Ey kaderimi okuyan.
Ey Greenwich, ey Greenaway, ey Saki. Ey Asterion'un tunç güzelliği. Zamandaki ve uzamdaki yetilerim, ey ruh diyarlarındaki iç çekişlerim. Ey zaman dizin, kronolojim. Ey set çekemediğim onulmaz big crunch. Ey sonsuzluğum, felaketim, kıyametim. Ey müzikojenik epilepsim, jeneralize deşarj, simyamın ruhu. Ey uçurumlarımın kör noktası, ey gönül çelen.
Ey Newton, ey Newyork, ey Network. Ey şoklar Şikago'su. Ey yüksek mavi yoğunluğum, kalp gözüm, güz yorgunluğum. Ey sıvıcıl kara göllerim, turuncu tungsten, mor mahrem düşler, İyon denizlerim. Ey Arşipel, baş döndüren mayi, odeonlar güzeli. Ey veledromlardaki kinim, arenalardaki yenilgim. Ey dopingim, maratonum, triatlonum. Ey uçurum çiçekleri, yıldızlar tangosu, acımasız kuasar.
Ey ruhlar horoskobu, fırtınanın kanadı, kasırga pervanesi. Ey çıldırtıcı erojen rampalar, ey tan atımlarım, kuş bakışlarım. Ey kızıl fenerim, hiçliğin erotizmi, kalp donörüm. Ey sonsuzlukta yiten füze, ey füzyon, ey fisyonum.
Ey yokluklar bedeli, ey Tanrı'nın kanseri, ey su çiçeğim, lavtalar konseri. Ey firavun meleği, ey Mikerinos, ey Atlantis'im, Kefren piramidim. Ey arp ve Alp çalgılarım, ortaçağım, Avicenna'm, Rüşt'üm, ey vahdet-i vücudum. Ey benim aforozum, Polaris'im, Çin Hindi'm.
Ey amentüm, yaprağın leprası, bitimsiz anksiyete, manik-atağım. Ey ajitasyonum, paranoyam, provokatörüm. Ey celladım, Celalim, 'Lalelim', ölüm meleğim. Ey Cebrailim, Azrailim, Mikailim. Ey mabutlar, tanrılarım, günah şeytanlarım. Ey ölüm kompartımanlarım. Ey Muhammedi, İsevi, Mu'sevim. Ey aldehitim, soy metan, pembe soluk benizlim. Ey sanrısından geçmeden, tanrısından geçtiğim. Ey Meryemim, Rabiam, Dilsizim, Mütercimim.
Ey ölümcül Sufim.
(II)
Güz sonu, böğürtlenlerin arasından, kızıl-taş yoldan dağlara doğru yürüyoruz. Nar ağaçlarının meyveleri, küçük yıldızlı küreler gibi salınıyor. Üzüm bağlarının kararmış dalları, tuhaf, tanımsız canlıların, rüzgarda canlanan hayaletleri gibi bakıyorlar. Kara tavuklar, kara çalıların arasında, görünmezlik zırhına bürünmüş, küçük ifritler gibi girip çıkıyor. Uzakta serviler, kavaklar ve dibinde şıkırdayıp duran bir çeşme var. İçinde canlılar, su yengeçleri, örümcekler, salyangozlar, sülükler, solucanlar, yüzen akrep ve dev gibi ejderha...
Dağa varıyoruz, kovuğumsu, diplerde bir dehlizden içeri giriyoruz. İşte Kurosava, Tarkovski ve Antonioni bizi bekliyor. Karanlıkta bir av köpeği çıkıyor karşımıza, uluyor ve bir papatya cennetine doğru kaçıyoruz, sonsuz bir lisyantus denizinde yüzerken, çiçek dünyalarının içine giriyoruz. Arılar uçuşuyor, binlerce, milyonlarca, sayılmasız. Başımızın üstünde vızıldıyorlar. Bir ormana varıyoruz. Ağaçların dallarından güneşin ışıkları süzülüyor, düşleri sızıyor, ışık yavruları geziniyor otların arasında, sanki tüm evreni ısıtan bir şey var. Binlerce kelebek uçuşarak geliyor, milyonlarcası da koşuyor sanki, sağımıza solumuza, saçlarımıza konuyor, yuvalar yapıyor, şarkılar, türküler söylüyor, alıp götürüyorlar derken, çığlıklar içinde Meryem diye bağırarak uyanıyorum. Bir kelebek konmuş burnumun ucuna, gülümsüyor, uyumalısın diyor, düşlere dalmalısın...
Birden sonsuz bir beyazlığa savruluyoruz, uzayın sonsuzlukları içinde kavruluyoruz.
(III)
İşte Aldair'in önünden geçiyoruz, yıldızların yıldızı, beyaz bulutsuların içinden, ak, kara deliklerden, pulsar ve kuasarlardan, novaları geride bırakarak, erimsizin, sonsuzluklar denizinin suyunu içiyoruz...
Sözcükler, sözcükler, sözcükler diye bağırarak karşılıyorlar bizi. Görünmüyorlar, yaklaşmak istedikçe kaçıyor, uzaklaştıkça yaklaşıyorlar, sonra gene uçuyorlar. Düpedüz canlılar... Kendi kendilerine var olup, kendi kendilerine yok olabiliyorlar. Sonsuzluk nerede diyorum, arama diyorlar. Sonsuzluğun sınırı var mı diyorum, yok diyorlar. Biz var mıyız diyorum, bilemeyiz diyorlar.
Siz kimsiniz diyorum; 'Dostun Evi' diyorlar.
Başka diyorum; İçtenliğin Ruhu...
Anlıyorum ki, yer, gök, dağ, ova, taş, kuş, demir, bakır her şey bir.
Her şey Meryem.
Her şey O.
Her şey Sen.
Ben.
Hepimiz...
Ama neden ağlıyoruz biz...
Neden böyle dinmeksizin sızlıyor kaburgalarımız.
Neden böyle uçamadan, sonsuzluğa ağıt yakıyor, hep böyle göz yaşı döküyor kürek kemiklerimiz...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder