28 Şubat 2016 Pazar

AŞK

Dağ yolundan yürüyorduk, çok uzaklarda deniz görünüyordu, güneş bir yerlerden doğmuştu ama yüzünü göremiyorduk, koyağın ta içlerine kadar indik, kavgaya tutuşan kabileleri görünce, gizlenerek yamaçlara tırmandık, ay gülümsüyordu. Yeşil bir bulut gibi, ormanlara geldik, avcılar havaya ateş açıyorlardı, umarsızca düzlüğe çıktık, dün gece yağan yağmurla, ırmak taşmış ova sular altında kalmıştı. İliklerimize kadar ıslandık, el sallayan insanlar vardı, hiç bir şey yapamamanın acısıyla uzaklaştık. Surları göklere dek uzanan bir kente geldik, her yerden ateş yükseliyordu, arkalarda bir dehlizden içeri girdik, derken gizemli dolambaçların içinde yol bilinmezleşti, çatallara ayrıldık, nereye gitsek başladığımız yere dönüyorduk. Aya uluyan köpekler ve engin çölün gecelerinde bilincimizi yitirdik, yıldızların yıldızına gelmiştik, parıltıdan kimseleri göremiyorduk, bir uçurumun kıyısından, görünmez bir elin itimiyle savrulurken, korkuyla el ele tutuşup, boşlukta uçmayı denedik. Kutuplara doğru geldik, aşağıda çığlıklar atarak bizi bekleyen garip canlılar vardı, ejderhalar birbirini ezerek yaklaşmaya çabalıyorlardı, dualarla yolumuzu değiştirdik, az gittik uz gittik derken, ateş mağaralarına geldik, içinden geçtik ama ateşi yakmıyordu, tenimiz tutuşuyor ama acıtmıyordu, meleklerin buzdan aynalar tuttuğunu öğrendik. Bulutlara yükselip gizlendik, yağmur ve kar fırtınalarının arasından geçtik, süzülerek bir dağın doruğuna inerken, herkesin haykırışlarla süründüğünü görünce boşluklara yöneldik, mantar biçimli dumanlar yeri göğü kaplıyor, kulakları sağır eden canhıraş çığlıklar gökyüzünden ağıyordu, hızla geride bırakarak gittik. Uzakta denizin içinde batmakta olan güneşe doğru yolculuk ettik, ışık kümelerinden, sıcak akıntıların içinden, tuhaf rengârenk bir kaknüs gibi, bir ışık cennetine geldik, ağaçlar parlıyor, kuşlar ötüyor, sular akıyor derken, gitgide artan ateşin içinde, her birinin sessizce boyun eğerek, yanıp kavrulduğunu görünce, umarsızca kaçmanın bir yolunu aradık. Güneşi gerilerde bıraktık, karanlığın anayurduna gelmiştik, göz gözü görmüyordu, el ele tutuşmak istiyor ama bir türlü yaklaşamıyor, birbirimizin yanından geçip gidiyorduk, yine de çalışıyor, sıcak bir sevecenliğin tenimize, özveriyle elimize yaklaşarak, bir kuş tüyü gibi ısıttığını görüyorduk. Karanlık giderek koyulaşıyor, eller ayrılıyor, tutuşuyor derken, dipsiz karanlıkların içine, neredesin diye bağrışıp, çığlıklarla yuvarlanıyor, hepimizin birer birer yittiğini seziyor ama acı sonumuzu göremiyorduk. Sonsuz karanlıkların içinde kimseleri bulamıyor, yapayalnız olduğumuzu anlıyorduk. Çok zaman sonra, karanlıklar yavaş yavaş aydınlandı, yaşam aralanıp kıpırtılar canlandı ve ışık sızıntılarının içinden, dev gölgesiyle biri yavaş yavaş yaklaştı, neden sonra elini uzattı ve hepimizi ayağa kaldırır gibi oldu. Kimdi bu... Elini uzatan düşsel varlığın, ne yazık ki kendimiz olduğunu, dehşet içinde görüyorduk artık... Dışardan sakınımsız gürültüler, korkunç bağırış, çağırışlarla, demet demet haykırışlar geliyordu... Karabasanlarımdan kurtulmayı başardım... Ama bir elim diğerini tutmuş, bir türlü ayıramıyordum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder