28 Şubat 2016 Pazar

KÜLTÜR

Kültür algıdır. Yakup Kadri, Reşat Nuri, Hüseyin Rahmi çoğu okura uzak geldiği düşünülen yazarlarımızdandır, yazar empatisi pek çok bileşenlerine ayrılabilse de, zaman içinde, ölü bir peyzajın ve pasif bir yaşam alegorisinin anlatıcıları olduğunu düşünmekten kendimizi alamayız. Bunun yanı sıra gariptir, onları her şeye karşın okuyabilen azınlık Yaşar Kemal'e sırtını çevirir, sözü edilen yazarların dışında kaldığı varsayılan çoğunluk ise onu okuyabilir. Yaşar Kemal türü yazını sevmenin nedenlerinden biri Anadolu insanının (pedagojik özgeçmişine) / doğuşum kanallarına uygunluk gösteren bir yaşam fizibilitesi sunmasından kaynaklanabilir. Örneğin Oğuz Atay'ı sevmenin gizemi ise insan psikolojisinin ortak öğelerinden söz etmesinde yatar, ortak sanrılar ve sanıların evreni, fobik dünyalar... Marquez ise kırsal-taşra yaşamının fantastik versiyonlarıdır, o gerçeküstücü kabul edilir, oysa hüzünlü gerçekçilik denilmesi daha doğrudur, dramatik gerçekçilik!.. Anlatım biçimi belki öyledir ama ilginçtir anlattıklarının tümü artanlı gerçektir. Kentlerin yabancısı olan taşra metropol ve özüne yapay gelen yaşam öykülerine genellikle ve doğallıkla yüz vermez. Freud'un dediği gibi köklerin yabancılığı sevmek konusunda uzaklıklar ve uçurumlar yaratır... Ama metroyu anlatan bir öyküyle karşılaşsa insanlar mutlu olabilirler, çünkü metro yaban duygular ve evrenselliğe yükselen bir imge, gizemli bir melodramdır iç dünyamızda, Mecidiyeköy yerine aya gelmiş bulunuyoruz anonsu yapılsa insanlar inanmayı arzular ve trajikomik biçimde beklemeye geçerler!.. Metro dehlizde sonu belli olmayabilecek -bilinmeyene doğru- bir yolculuktur, çünkü bir hayvanla, ovadaki ahlat ağacının dibine, görünür, algılanır bir dünyaya, yolculuk yapmaya alışmış bir ademoğlu için metro uzaydır. Yazının gizemli dünyası, yaşamın gizemi kadar ürkütücü ve tuhaf albenilere kaynaklık edebilir. Açınlar sınırları zorlar ve anaforlara yol açarak her şey sarmallaşarak, giderek birbirine karışır!... Demek ki sevgi, beğeni, hayranlık bilinçaltıdır. Ama bir algı operasyonuyla çok şey değişebilir, Hegelyen bir ters yüz edimle kavramlar ve beğeniler kaynağına dönen ırmak ve başka denizlere, sulara açılamayan anklav topraklarada dönüşebilir. Bir noktadan fırlayan sonsuz oklara benzeyen bu açılımlar sınırsızdır ve örneğin yedi kıtaya yayılmış kadim kültürün öncülerinden Anadolu toprakları -coğrafyamız- bugün kendi içinde batı kültürüne bağımlılık anomalisine kapılmıştır, bir afyon derecesinde... 'Mona Lisa' bizim için başyapıttır, 'Çığlık' tablosu ürkütücü bir hayranlık uyandırır, 'Guernica' gerçek üstü ve absürt (saçma) olduğu halde, İspanyol iç savaşının romanıdır!.. Bu böyle sürebilir. Don Kişot dünyanın ilk ve en güzel metni, bir başlangıçdır. Shakespeare büyük bir ozan ve tiyatronun atasıdır. Montaigne denemenin babasıdır, Gongora soyut imgenin bulgunu, yaratıcısı, Sartre tanrısal / sanrısal bilge, Baudelaire en büyük dize fellahıdır vb. Oysa tümü algı kurbanlarının kronolojik bir sıralamasıdır. 'Mona Lisa' için onun yarattığı algıdan uzak bir ortamda pek çok resimle birlikte doğunsanız, denek eğer 'düş evinin örtüsü' kavramına antipati duyuyorsa, alnında tül izi bulunan edilgen (günahsız) rahibe imajını listesine bile almayacaktır, 'Çığlık' ise kuşku veren, 'E.T' görünümlü profiliyle dışlanmış ve yarattığı algıdan uzak bir suluboya olacaktır!.. 'Guernica' düşlerin dünyasında gezinen bir çocuğun alkışlanır bir resmidir. 'Don Kişot' fabldir. Oysa edebiyat Binbir Gece Masalları'ndan çıkmadır, ilk roman oradadır, erotizm, onun şiiri oradadır, doğa betimleri, Yaşar Kemal, kimi zaman Nazım, hatta edebiyatın olası tüm izlekleri oradadır. Buda bir algıdır sonuçta, çünkü başlangıcı ve sonu olmayan bir 'Techne'de yüzüyoruzdur biz. Yalnız Sanat diye bir dergi gördüm, Ali bin Nakıp Hamza'nın Tuhfetu'l-Letâif diye bir kitabından söz ediyor, tek örneği Toronto'da bir müzede bulunan bir roman (Ali bin Nakıp, Kanada topraklarından bilitsiz öldü ama yapıtı onun düş dünyasından çok daha serüvenci çıktı ne yazık ki!). Doğu için bir değer oluşturamamış bu roman, çünkü doğuda roman Serveti Fünun'la, Fenelon'dan, Napolyon'dan aşırma Şinasi'yle, Hamit'le, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat'la başladı vesaire!.. Algı dünyamızın sınırları burada başlıyor!.. Eğer inandırıcı gelmiyorsa bu yaklaşım, huysuzlara yeni bir önerimiz var, modern roman; Don Kişot'la başlamıştır, modern resim Munch'la start alır, çağımız felsefesi Sartre'la başlar, eğer bu yaklaşımlar yetmiyorsa celladına bağımlılık teorisi devreye girer ve yine de bir türlü empati kuramıyorsanız bu görüşlerle, yalnızsınız, yanlışsınız, eksiksiniz, bilisizsiniz, tarafsınız ve kasıtlı bir dünyanın arafında gezinen bir alef (lineer sırık!), bir zarfsınız!.. Sonuçta sizi egemenliği altına alan bir dünyanın sözcülüğüne soyunan kurgulanmış bir kukla, bir denek ve manipüle bir fertsiniz... Edebiyat ve sanatın ne başlangıcı var ne bir sonu, açınlar ve bakışlar değiştikçe başka dünyaların katmanlarında dolaşıyor ve alabildiğine bir şaşkınlıkla 'Aşkı Avlayan Kadınlar' adıyla bir ortaçağ tablosuna gönüllü figürler olabiliyorsunuz!.. Kültür bir algı evet, bunu kanıtlamak kolay, bugün kültür üzerine verilen söze değer ödüllerin tümü, silah sanayiinin devleri tarafından dağıtılan ulufe ve madalyalar. En güçlü ülkelerin romancısı, ressamı, müzisyeni bir numaradır, 'Araya Giren' (Borges'in olağanüstü öyküsü) arayı bozanlar olamaz, ayrıksılar (ayrık otu!), kuralları bozmak şöyle dursun, kuralların güçlenmesine yarar!.. Ve onlarda efendisine boyun eğmek zorunda olduğunu bilirler, oyun içinde bir oyundur yeryüzü, çünkü aynı şeyi bu pencereden izleyen, bir sürü eşdeş gerekçelerle sizi çürütebilecek ya da doğrulayacak ve 'Cesur Yeni Dünya'yı arıyoruz diye alkışlayabilecektir. Konu her şey gibi engin bir deniz, son öneriler ise şu olabilir, tüm bağlantılarınızdan, algılarınızdan uzak, vakumlu bir odaya girin; 'Sanatında Sanat Olmadığını' göreceksiniz, uzayda dolaşan başıboş uydular, metalik, endüstriyel çöpler gibi, onlarında çevrenizde dolaştığını, üstelik sizi yönettiğini, tutsak aldığını ve hatta kobaylaştırdığını göreceksiniz. Öyleyse sanata hayır!.. Hayır, yoksamak, yok saymaktır. Öyleyse her türlü evet de tarihin çöplüğüne atılmıştır artık, evet ve hayır insanlığın yüz karası bir mottodur. Tutsaklık ve özgürlük gibi madalyonun iki yüzüdür ve evet dediğiniz şey hayır'a çıkan bir yol, hayır dediğiniz şey evet'e çıkan bir yol olacaktır artık. Her tür özgürlüğün bir tür tutsaklığa-köleliğe evrilmesi gibi, her tür köleliğinde eni sonu bir tür özgürlük gibi algılanmasına yol açan ve birbirine açılan labirentik-değişkeli kapılar. Evet ve hayır, artı ve eksi kutupları olan bir mıknatıs, uydusu olduğunuz sizleri gülümseyerek öldürecek ve hiç bir koşulda ayrılıp, bağımlılıktan kurtulamayacağınız bir prangadır. Özgürlük için ne tanrıyı ne düzeni, ne de tanımlanabilir veya sezilmesi olanaksız her tür erki yadsımaya ya da ortadan kaldırmaya gerek yok. Evet ve Hayır'ı yeryüzünden kaldırın. Gerçek çaba bu olmalı... O zaman görü alanlarının sınırları parçalanacak, insanlık sonsuzluğa tüm 'Varlığı-Varsıllığıyla' açılabilecektir!.. Günümüzde özgürlük kendisiyle çelişen ve kendisinin celladı olabilen bir dönüşümün adıdır. Her tür ütopya, anarşist söylem, umut tacirliği kapalı kapılar ardında üretilmekte, değilse dönüştürülmekte, manipülasyonlarla kısa sürede denetlenmekte ve küresel gücün, 'Büyük Brother'in hizmetine girmekte, ehlileşmekte, kafeini alınmış kitlesel bir oyuncağa dönüşmektedir. Ondan sonra korkusuzca, yeryüzüne salınmakta ve ne yazık ki artık kuyruğunu yiyen bir canavara coşkunlukla katılmakta ya da umutla izlemekteyiz. Umarsızlığın yadsınması ve yinelemenin acınç veren dirliğidir bu!.. 'Devrim önce çocuklarını yer' bu masalın uyumla ve tüm canlıları sakinleştirip ahırına bağlayan özdeyişidir. Karşıtların çelişkisi, -diyalektik- özgürlüğe giden yol olamaz, o yeni bir erkin mimarı olabilir ancak, klasik evrenin yapısı ancak buna elvermektedir çünkü, oysa özgürlük, kutuplaşan bir evrenin yaratıcısı; yukardaki gibi sözde ruhani ama sonuçta katı bir cismanilik içermeyen, bir töz, elverdiğince bir yaratıcı ve sürgit bir kuramcı görünümüyle, gerçekte içimizden biri olan tanrıyı 'başatlıkla' yadsımaktan geçer ve onun tüm yaratılarını ters yüz etmedikçe özgür olamayız biz ve bu olanaksızdır. Onun-onların çocukları olanlar için, o'nun (onların) tüm verilerine tam anlamıyla karşı çıkan ve evreni değiştirebilecek tek yaratı'k olan bizler için bu evreni ve yeryüzünü ayakları üzerine dikebilmeliyiz ve evirip çevirebilmeliyiz... Biz, bilinenle bilinmeyeni ele geçirebiliriz!.. Ve özgürlük ancak böylesine olasıdır. Bunu yapamadıkça, tanrının veya onun temsilcisi, türdeş her tür canlının oyuncağı olmaktan kurtulamayız, çünkü bedenimiz de bir tanrıdır ama ebeveyninden ( onu aradım, neredesin baba dedim...) kurtulamayan bir çocuktur o, bugün bağlantısızca hareket edebilen kuantum kavramı bu görüşü doğruluyor, ama ona bağlanım bile bizi geçmişimizin tutsağı kılacaktır, düşünce sürgit eskiyen bir töz, onun aynasından fırlayan bir nendir ve biz buna hazırlıklı olmalıyız, kuantum bile ilkel kordalı bir biçim olabilecektir özgürlüğün dünyasında ve eskil olan her şey bizim bir tür düşmanımızdır ve bizi 'kendi dünyasında' tutsak kılacaktır... Evet ve hayır gibi kurtuluş sözcüğü de 'esaretin' varlığına işaret eder. 'Işık' hızı geçilmelidir, tüm bilgilerimiz değişmelidir. Bilinmelidir ki, ancak varoluşumuzu koruyacak ve varlığımızla, varoluşumuzla çelişmeyecek (bir çatışkıya yol açmayacak) her tür edimin adı; 'Özgürlük'tür... 'Özgürlük' ancak böylesine olasıdır!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder