29 Şubat 2016 Pazartesi
VEDA
Yeryüzü kavranılmazlıklarla dolu, anlaşılması güç bir yer, her tür devini, eylem, teori, bin bir türlü yapı, yapıntı, oluntu, algılam ve duygulamın maksim boyutu bir araya gelse de, yeri göklere yüceltsem, ağımı ağrılarımı sererek, usumu bağrımı açarak, gökleri içime çeksem, tasımlar ve sonsuzlukta uyurgezer bir kozmoloji, sönmüş bir pulsar, Erebos'tan bir cehennem ırmağı olsam, kara bağlar ve külünklerde uyusam, içkin sarhoşluğun baş döndüren baygınlığında parıldayan yıldızlara kavuşsam da bir türlü doyuma ulaşamıyorum, ne yapsam işte oldu, her şey tamam, bu yaptığım kusursuz, eksiksiz, cennetlik bir ruh gibi, işte yek vücut oldum, göksel olana ulaştım, günah benden gitti diyemiyorum!..
Hep bir yarım kalmışlık, bir tamamlanmamışlık, bir doyumsuzluk, tümlükten yoksun, sayılamaz, ulaşılamaz bir duygu içindeyim, bu her şeyde böyle, tüm yapılanma, tüm eylemler, tüm işlemlerde, son soluğumu verebilsem, yaşam defterimi kapatabilsem, günah sınırlarımı yok edebilsem, belki sükunu, peşinde koştuğumuz erinç denen o şeyi, kutsal sessizliği, dayanılmaz çekicilikteki o sonsuz mutluluğu bulabileceğim.
Neden bu duygular peşimi bırakmıyor benim, neden doyumsuzum tanrım ben, neden bir yetersizlik, tatlardan yoksun, korkunç bir yavanlık, gemi azıya almış bir iştahsızlık, yeteneksizlik, bilgi açlığı, okyanuslar dolusu sağırlık, kutupçul, ışıklarla boğulmuş bir kar körlüğü içinde kıvranıyorum. Neden ulaşamıyorum el uzattıklarıma, neden dokunamıyorum taptığıma, neden kavuşamıyorum inandıklarıma, kimim ben ve neyim, oltaların, dalyanların, parakete ağlarının karmaşıklığında, kabloların aynaşıklığı ve kargışlanmış kaosun sonsuz onmazlığı, cennetsi gönül evlerimizin ve Atlantis'in bitimsiz, uçsuz bucaksız kavuşulmazlığında!..
Her yaptığım bir ödeşme, her edimim bir karşılık, her sözüm sırsız, sınırsız bir yol olsun, her eylemim düşlerin de ötesine bir kapı açsın, göksel terazinin, ilahi yargıların kefelerinde, her bir ön yargının, felsefi sefaletin, us kıran esemenin uzaklarında yol alsın istiyorum, ama ruhumu öncelikle ben engelliyorum, boşluğun basamaklarında tökezliyorum, görünmez varlıkların, cinlerin, perilerin haykırışları arasında, biri çelme takıyor bana, işte o yüzden ben, dengelerin varlığında, unutuşun kollarında dinlenebilirim artık ve başka bir düşe uyanmadan gerçelliğin esin veren, serin ve sevecen kollarında artık uyuyabilirim diyemiyorum.
Neden, entrikalar, hileler, desiseler ve elem veren, kahredici yüzsüzlükler içindeyim ben, neden iç kavgalar, saltanatlar, kan dökmeler, çiy süt içmelerin peşindeyim. Neden talihsizlikler içindeyim, uğruların, uğursuzlukların, varlık içinde yoklukların, kendi içinde boğulup giden, ıslık gibi tükenen, sonsuzluğun koridorlarında helak olan yargıların, acımasızlığın, saplantının, sabit ve değişmez düşüncelerin ve karanlığın hükümdarlığına, aydınlığın saltanatına kucak açan umarsız değişkelerin peşinde, ölüm duygusunun açmazlarıyla, komi trajik tükenişlerin kucağında yitiyorum ben. Neden bu onmaz sayrılıklar, ikircikler, delilikler, densizlikler içindeyim, hiç bir yere götürmeyen labirentler, beni gittiğim yerlerden, başladığım yerlere getiren, tüketen, hiçleyen, acı veren paradoksların içindeyim ben ve ben kimim.
Kimim ben!..
Var olan ne, ne var ne oldu da, bir kuyunun içinde yittim ben, bir borç, bir rehin, ipotek altına alınmış, bitmez tükenmez, sonsuz bir kin gibi neden yalpalıyor, karanlıkların içinde uluyup duruyorum. Neden tutsağıyım hiç görmediğim bir şeyin, neden sonsuzlara dek acımasız, gönüllü bir köleyim, neden çevresinde dolaştığım şeyin içine giremiyor, bir cenin gibi patlayıp yükselemiyor, yörüngeler içinde, kozmoslardan kozmoslara savruluyor, nasıl, nerede, neden, niçin ve hangi kara deliğin, o gizemli erişilmez noktasının içinde sonsuzlara göçüp gidiyorum ben, ruhumu ele geçiren virüsü neden göremiyor, tanıyamıyor, bilemiyor, anlayamıyor ve hiçliklere savruluyorum ben.
Nasıl oluştu bu ışıklarla bezeli karanlık, aydınlık ne demek oluyor, her azgınlığın, gemi azıya alan koşuşması içinde göz gözü neden görmüyor, tükenmez, sonsuz ışıkların sarhoşluğunda neden bir serseme dönüyorum ben, neden güneşlerin içinde yanıyor, buzulların içinde donuyor, karanlıkların içinde ağlayıp duruyorum. Kurtulmak istiyorum kurtulamıyorum, kaçmak istiyor kaçamıyorum, uçmak istiyor uçamıyorum, neden her seferinde dizlerimin dibine düşüyor, neden her seferinde yine başladığım yere dönüyor ve sonsuzluklarda yoldaşlarımı ararken, yalnızca ve yalnızca kendi umarsız bedenimi, yakarılarla çürümüş ruhumu buluyorum.
Dur duraksız saçmalıyor, hipotezler, ağıtlarla yanıyor, asimptotların, hipotezlerin, absürt postülatların, sinüs ve tanjantların içinde, kontak anahtarını çevirince çıkan gürültü, belki traktörü gülümsetiyor da, göremiyoruz diyorum ben, belki eşyanın dili varda işitemiyoruz, belki bize evrenin anahtarını fısıldıyor da solumaktan duymuyoruz, duyamıyoruz diyorum. Hadi öp de uyansın dedi, işte buna tanrıçayı uyandırmak denir, çünkü akşam gecelerindir ve ama tanrı, çalı güvercinleriyle nasıl sevişebilir diyorum.
Aşk yoksa bu mu, yaşam bu mu, sevinçler, naralar, alaylar ve ezgilerle kutsanan, aşağılayıcı utkular ve kutsanan altın şişelerle, göz alan yakut kaplarda toplanan gözyaşları bu mu!..
Görmediğim, bilmediğim, var mı, yaşıyor mu olduğunu bile sezemediğim illüzyonlar dünyası ve evrenlere sığdıramadığımız, tüm göksellikler, kutsallıklar bu mu! Bu uslara sığmayan, tin ve tözün, gece ve gündüzün, sığmazlıkla uluyan ten ve o tanrısal olanın, görünmeyen bir gölgenin oyunu mu bu...
Neden sıradanlıklar ve öylesinelikler içinde kavruluyor, derilerimizin, postlarımızın ve karanlık setrelerimiz, perdelerimiz, örtülerimizin içine sığamıyoruz biz, neden ulumalar, yücelişler ve erişilmezlikler peşindeyiz, neden selamsız sabahların, destursuz akşamların izindeyiz, neden sevgilerin en alçağı ve nefretlerin en yücesinde, iştahayla salınıp duruyoruz.
Neden okşayışlar, serenatlar, sızlanmalar ve sarılmalar yetmiyor bize, neden kendimizden başka hiç bir şey ilgilendirmiyor bizi, neden yıldızların eşiğinde, Kanossa kapısında bekler gibi ağlaşıp, başka sıcaklıklar arayıp duruyoruz.
Yetmeyen ne, aç gözlülüğümüz, doyumsuzluğumuz, dev balinalar gibi, silip süpürüp, yutkunup durduğumuz, kıvranıp durduğumuz halde, sonsuz açlığımızın gizi ne bizim!..
Kirpi rüyalarında, cennet hülyalarında, tanrıların bahçelerinde arayıp durduğumuz, önümüze gelene sorduğumuz ne bizim.
O başkasından neden farklı, onu her şeyden ayrıcalıklı kılan nesi var, bir türlü ele geçiremediğimiz halde, bir büyünün neden esiriyiz ve neden çocuklar gibi çaresiz, göksel bir yıkıntıyız biz, neden tanrısalın, afsunların, sihirlerin, cinlerin, perilerin gölgesinde, tansıklar, onmazlıklar peşinde bir cüceyiz.
Neden, bir aynanın kendi görüntüsünü çoğaltan, tiksinç sonsuzluğunda debeleniyoruz biz, atalarımızın döl evlerinden fırlayarak, tunçtan kılıçlarımız, bronz kalkanlarımızla neden hemcinslerimize saldırıyor, neden et yiyerek, kan içerek besleniyor, tanrılarımıza tapıyor, övgüler ve sövgüler yağdırıyoruz biz.
Neden depresyon bahçelerinde sabahlıyoruz, neden sinir krizinin eşiğinde, barakalarda, kan ve adrenalinin kulübelerinde pinekliyor, dur duraksız apranakslar alıyoruz.
Neden uyku tutmuyor, gecelerce yakarıyor, yalvarıyor ve bir gözümüzle uyurken, bir gözümüzle ağlıyoruz biz...
Neden bir tungsten lambasının çevresinde kıvranan kelebekler gibi dolaşıyor, çarpa çurpa, bağıra çağıra, imdat haykırışları ve cinnet geçiren çığlıklar arasında yok olup gidiyoruz.
Neden kaçıp kurtulamıyoruz. Ne bağışlandı bize, ne verildi, ağzımızı köpürtecek olan ve uyuşturan sevdamı, göllerin ve ırmakların bal özü, sonsuz, bitip tükenmez ve kusan, kusturan, iştah açan mutluluklar mı bağışlandı bize, elem denizlerinde, hınçla, kinle, kahırlarla çoğalan, keder sayrılığımıza bir umar bulan simyaya mı kavuştuk; sonsuzluğa ferahlıkla savrulacak bir muştumu verildi, güneşin ayetleriyle gözlerimize mil çekilip, bir gözbağcının bağışlayan ve unutuşlarla süslü cennetine mi gidildi...
Melekler yanımızdan ayrılmıyor, yalancıktan öpüp duruyorlar mı bizi, rüyalarımıza düzen verip, okşayışlarla, gölgelerimizin içinden mi geçiyorlar periler alayıyla, ellerimizden tutup, manolyalar, güller ve resullar yutan erguvanlar arasında cennetlerin kapısına mı getirip koydular bizi...
Hiç biri!..
Konuşuyorlardı, konuştuk, inanıyorlardı inandık, seviyorlardı sevdik, ağlıyorlardı ağladık ve hiç bir zaman konuşamadan, inanamadan, sevinemeden ve sevinç gözyaşları içinde tepinemeden geçip gittik biz.
Neden bu hale düştük!..
Neden ortada hiç bir şey yokken sevmek istedik biz, neden hiç bir neden yokken gülmek istedik, neden hiç bir bağlaç olmaksızın mutlu olmak istedik.
Ruhlarımız zamanlar boyu neden yalnızca, şu kahreden yokluklar içinde çırpındı, neden salt bunların peşinde acılarla yoğrulduk ve neden aynı çizginin içinde bir adım bile ilerleyemeden savrulup durduk biz.
Ruhlarımıza acıyorum, tenimize ağlıyorum ve boşlukların içinde yıldızlar yollarını yinelerken, nereye gideceğimi bilemiyorum, biri beni itiyor ve bilinçsizce karanlıkların aydınlığında, uçurumlardan uçurumlara savruluyorum ben.
Bu hal korkunç ve usanç veren zincirlerimden kopamayacağım, kahreden bağımlılık dürtüsünden kurtulamayacağımın, bir imi, bir totemi!..
İşte bu yüzden, denizlerde saklanıyor, kendi kabuğumun içine giriyor, bir düşün içinde olduğumu biliyor, bu acılar veren celladın elem bahçelerinde, sonsuz ıstıraplarımı dindirmek üzere, karanlıkların cehenneminde; sonsuz aydınlıkların, boğucu ışıkların cennetinde olsam bile, kendi ruhuma ölüm emrini kendim veriyorum ben!..
Ve son iç çekişimle birlikte, tüm evreni ardımdan sürüklüyor, ölümümle tüm kozmosu öldürüyor ve ben, evrenlerin atası, tanrıların tanrısı, yaratılmışların şanlısı, insan olan...
(Kendimi savunuyor!..) ve sessizce ve gürler gibi, ama korkusuzca ve ağlar gibi, ama ürkerek ve kahkahalar içinde, ama suskun ve haykırışlarla, sizin güneşinize gömülüyor, mutlulukla, acımasızca ve kutuplardan kopan buzullar, gökleri yıkan sarsıntılar içinde, bıkmadan, usanmadan, naralarla, alaylarla, yalvarı ve yakarılarla, yadsımalar ve omurgalarımı ve evrenimi yıkarak kül ve toz içinde yüzen hayasızlıklarla yok olup gidiyorum.
Ölüyorum!..
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder