28 Şubat 2016 Pazar
LEZYON
Ey Ordalie'm, senin için yanar, kızgın demirleri senin için tutar ve senin için dağları aşar, uçurumları uçardım... Sen, akarsuda gezen yıldızlar, ırmaklarda yüzen bulutlar; azgın denizler, kimsesiz evler, gökte dolaşan ay balıklarımdın.
Seni okumak bir törendir. Sen harfleri tek tek hatmedilen, düşlerle dolu tapınaklarımdın.
Ey Ahuramazda'm, ey hürmet aylarım, sen nükleer patlamalarımdın.
Ey kalpleri yaratan, yaratılanın aşkıyla dolu, mecnunların, müminlerin tacı, ülkelerin, yurtlukların sultanı...
Rabiam.
Ey karşıtların birleştiği haznem, ey cennet beden, ey hazinem.
Ey çözümsüz paradigmalar, ey asimptot, ey algoritmalar.
Ey ruhumun Gauss eşiği; sevişmek bir mesai, gizil karanlık maddem, tanrısal bir cinai.
Ey sınırsız enerji, antik tapınaklarımın edimi, ölümcül çaba, kara emek, erimişlerin altınsı teri, tanrısal yorgunlukların 'karşılığı' gibi.
Ey sevgili, ademoğlu haneden çıkıp, sokağa kendini atmışsa eğer ve akşama, yine geri dönmüş, sandalyesine oturmuşsa, zamanımızda gerçek bir utku kazanmıştır. Çünkü dünyanın hiç bir treni çarpmamıştır, hiç bir araç kaldırıma çıkıp leğen kemiğine çarkmamış, hiç bir uğruya uğramamış ve hiç bir Havva çocuğu ardından ağıt yakmamıştır. Hiç bir gerekçe ona kelepçe vurmamış, hiç bir Mir, miri malını çalmakla suçlamamış, acımasız doğa, kar ve yağmuru, şimşek ve yıldırımı üzerine salmamış, dahası kediler mandolin, köpekler piyano çalmamıştır.
Marx'etik şeyler baş ağrıtmamıştır, aşk döşeğimizin ahşap kaplamalarına tırmanan fare, tavan arasında koşuşturan sansar, bodrum penceresine dolanan sarı yılan, açık kalan kapıların aralığından cinler, caniler süzülmemiş, gecenin karanlığında periler çığlık atarak ölmemiştir.
Ey sevgili, kutsal kitapta yazdığına göre, ağustos türkücüsü de bir peygamber böceğidir. Oda aşkımızın cilvesidir. Yıllarca yeraltında uyurlar ve seni görür görmez fırlayarak, sevişmeye çağırırlar.
Ey sevgili öpüşmelerimiz karıncalarla yarışır, gülüşmelerimiz arı vızıltıları; terlemelerimiz gül kokularıdır.
Meryem, fısıltılarımız özdeyişler, aforizmalarımız, soluğumuz erişilmemiş düşler, çığlıklarımız insansı adaletsizliklere haykırışlarımızdır.
''O emperyal ruhların can verişi, sömürgelerin timsali, tekil dünyaların tökezleyişidir. O kefensiz gömülmeler, tanrısal tuzaklardır ve şark naipleri bu mesellerden sonsuz lezzet alırlar. O gulyabaniler, el değmemiş tasımlar, kara cehennemler, göz alan cennet, yahşi yurtluklar, çiğnenmemiş haritalar ve ölüm mertebesine erişmiş evlatlarımızdır, o ezilmemiş organlarımızdır. O yaratanların son soluğu, o zehr dolu düşüncelerin panzehiri, o turtalar, trileçeler, wafflelar, bulamaç dolu şekerlemeler, o kruvasan, o karabasan, aşkla sarhoş olduğumuz ikircikli zaman ve secde ederek tapındığımız, bir kutsal andır. O dizginsiz marşandizler, cinsiyetsiz hüda, vahşice yanan deniz feneri, yahşi hıçkırıklarla parıldayan gönül kandilidir. O entrikayla dolup taşan Bizans'ımız, dört nala koşan atlar, aygırlar, beygirler ve gemi azıya almış taylardır. O Vaniköy'le - Viranköy arasında gidip gelen kara akrep, yaz kurbağaları gibi ötüşen mehtaplardır.''
Ey sevgili işte dizginsiz arzularımın, o karanlık huylarımın, gece sanrılarımın ruh mürekkebi bitti...
Yer atlarıyla hücuma kalkan pigmeler gördüm, süvariler nallarından kıvılcımlar saçarak göğe tırmanıyordu, diyonizyak geçmişler, arkaik istiridye, defne çelenkleri, gözü pek telomerler, buyrultular, ilahi köreltiler, çiçek dolu Japonezler gördüm.
Kutupların şamanı yanıma geldi, çürümüş, çorak bir yeryüzü vardı, kurumuş incir ağacı seni sordu, yaralarım değirmen rüzgârını boyladı, döl ve tohum, bereket ve buğdayın sapı, çavdar ve yulaf gücü, bir yay gibi avcının belleğini karıştırdı, tuz ve ölü, yüceler yücesi sanatın, günahlarımızdan arınmak için değil, gözler önünde sergilemek için yapıldığını söyledi.
Yaşam illüzyon, eğri boyunlu İskender doğuya uygarlık götürdü ama arısız bal yapılmanın usulünü Hint'de görmüştü. Ah dünya, hoş gör sen, affet gitsin aldırma şarkısını orada dinlemişti...
Kim ki bu dünyada insan çobanlığına soyunmuş, ya ayakları yorulmuş, ya ömür bağışlanıp, gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
Simsarlığın kuramı şuydu, gelişmişliğin gelişmemişliği, gelişmemişliğin gelişmişliğini karşılardı sonsuza dek.
Fundamental futurizm gezegeni kurtaracak, skolastik reformizm, spiritüalizm, narodnik hümanizm filan feşmekan. Şu ölümünü gören adam, tanrı kimseye nasip etmesin, bazıları yaşayarak cezalanır, pink floyd ve tanrısal ayetlerinde üstünde her zaman bir şey vardır.
Çünkü Azoth, Aristaeus’un şanı üzerine ant vermişti.
Ey benim deniz papağanım, acılara bezenmiş sagalarım, doğa şarkılarıyla süslü eddalarım. Ürküsül korular, görkünç ruhlar, krallıklar, karanlıklar karanlığından süzülen sanrılarım.
Ey Meryemim, hışımla herif yatağıma gel deyişin, gayzerim, Lohengrin'im, ağaçlarda yuvalayan balığım, tanrım.
Ey kuzeyin destanları, Manaslar, Kenningler kitabım.
Don Kişot şövalyeliğin maskaralık olduğunu kanıtlamak için yazıldı, ama zamanla Don Kişot şövalyeliğin kutsanmasına dönüştü. Bu neredeyse insanlık için bir kurtuluşun olamayacağının kanıtıdır. Ama ben senin meftununum, biz kurtulacağız, aşkın yollarına, sevi rüzgârlarına savrulacağız.
Ey benim malapropizmim, bir kadın pejmürde ama genç görünümlü dilenciye yüklüce bir para verip, kendine iyi bak, bugün çok yakışıklısın dedi. Oldukça nazenindi. Kaçamak sözler dizginsiz arzularımdır, ama yüzleşmekten, açığa çıkmaktan hoşlanmayız hiçbirimiz, olağan belirtilerin tutsağıyız biz.
Ne ki her beğeninin ardında bekleyen ölüm melekleri, gelenekler, kıskançlıklar, yasalar ve örfler, çekiç ve üzengiler, derin kompleksler ve gemi azıya almış dünya ahvaliyle - ahaliler vardır.
Her aşk, soyuttan somuta indirgendiğinde davranışlar birliği ve sonsuz bir eylemler kokteyli devreye girer, denetsiz edimlerle, görünmez felaketler, bilinmez ve öngörüsüz facialar, o zaman başlar.
Sonuç şu gecelerin sultanı, sevişmek bedenin birleşmesi veya bir hazzın uyumla çılgınlaşmasından öte, bir problemin çözülmesini andırıyor. Ama insanlar unutuşun ve yanılsamanın denizinde kolan vurmayı seviyor. Tablonun renklerine veya manzaranın göz alıcılığına, gerçekte cansız portrelerin yaşanmışlığına bayılıyor.
Arzular içinde yüzdüm, kendimden geçtim, mutlanla dinginleştim diye kestirip atıyor. Oysa tablonun geçmişinin izlenmesi ve o ana dek geçen eylem ve edimlerin korku veren aşamalarını görüp algılasalar, arkaya dönüp baksalar, şu 'Yazın' denen soyutlamaya gerek kalmazdı. Romantize etmek, tablonun karşısındaki bireyin tavrıdır... Yaşamda, türün diğer bireyleriyle, diyesim karşı cinsle, hangi koşulda olursa olsun sevişmekle, birleşmekle biten her edim, ne yazık ki, dünyanın sonu gibi zorlu, acıklı ve olanaksız bir eylemdir gerçeklikte...
Çünkü, soyut olanı, düşünsel olanı eyleme, yani yaşamın maddi gerçekliği içine, bir cennet kuşunu kafesine bırakır, ölümle yüzleşir, eceli paylaşır gibi ona dokunabilmek, temelde olağanüstüden öte bir tansıktır. Hareketin en basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşüncedir mottosu burada tersinirdir ne yazık ki ve düşüncenin en gelişmiş biçimi eylemdir artık. Hareket ve senkronize, uyumsal eşlik, birlik, utkuların ve tanrısallığın burçlarıdır burada... Hareket, yapılabilecek en olağanüstü edimi barındırır, düşünce ise pasif bir tinsel eylem, deyim yerindeyse insani yani güdük ve aynı zamanda tanrısal, yani gülünçtür.
Sonuç ey Meryemler Meryemi, düşünsel alemde senin için ne yaparsam yapayım, dünyanın hiç bir köşesinde yaprak kımıldamayacaktır ve hiç bir gölge yer değiştirmeyecektir, ama bir öpüş ya da bir dokunca, kasların, eklemlerin ve uylukların birliğinde atılmış her adım, eylemsellik barındırıyor diyebileceğimiz her edim, onun benliğini; benim kılabilecek, benim benliğimi de; onun kılabilecektir ve eriyiğin usa sığmaz formülleri, alışkanlığın ve akışkanlığın kösnül görkemi artık dünyayı değiştirebilecektir. Ki yaşanılır dünyada bunun dışında, hiç bir tansık, hiç bir büyü ve başkaca yaşanılası, ruh göçüren, gönül çelen, albeni dolu bir gerçeklik yoktur.
Öyleyse Meryem, düşünsel olan hiç bir şey bir gerçeklik olamaz. Bir tasım bile değildir o... Öyleyse ne gerçekte, ne düşlemde Meryem diye biri yok artık benim için ve onun içinde ben yokum ne yazık ki... Çünkü aslolan düşüncenin en ilkel kordalı ve en gelişmiş biçimi olan hareket ve öyle ki ve ta ki atomlarımız birbiriyle çarpışana dek.
Ama bilim diyor ki, tensel her tür temasta, dokuncada, her tür çarpıntıların, bin bir türlü versiyonunda, helezonik, uyumla savrulmada, karşı be karşı, ne iki kaşık gibi iç içe geçmiş, nede sıvıcıllar gibi erimiş olamayız. Görünür dünyada, ancak atomların çarpışıyor olması, birbirini çekiyor olmasıyla, bir dokunmadan söz edebiliriz... Örneğin o şeyi yemek... Onun senin atomlarında yeniden varlık bulması demektir gibi... Birini seviyorsam, seviyorsan yememiz gerekiyor yani... Öyleyse, buyur demeye kalmadan?..
İşte şu an tarihte birbirine dokunabilmiş ilk insanlarız. Etlerimiz birbirini yedi, ruhlarımız birbirini içti, kalplerimiz birbirinde eridi? Ama bu bir düşünce suçu, canım 'Dil' istiyor benim, şu yalan yani; canım et istiyor benim, toz olan... Canım seni istiyor, bilinçaltım karanlıklar üretiyor, o mağaramsı çağlardan, Platonsu kovuklardan, düşlemler içinde süzülüyor?..
İçtenliğin sonu kırımdır, yıkımdır, ölümdür. Bir gün hepimiz yitip gideceğiz, sonsuzluğa göçeceğiz, belki birbirimize dokunmuş bile olamadan, hiç sevemeden, sevişemeden... İnsanlık yazgısının tutsağı, ene ene, ente ente diyemeden ve şu görünür dünyanın sultasında yaşayan ben.
Louisiana'yı İngilizlere satarak onların bir imparatorluk, kendilerinin de bir eyalet olacağını göremeyen Fransızlar gibi, geleceği görebilecek, sezebilecek gücüm olsaydı Meryem, seni gerçekten yerdim, sende gerçekten erirdim. Çünkü sevmiş, sevebilmiş olacak, dokunabilmiş, sevişebilmiş olacaktım tanrı indinde... Çünkü tanrı mikro sonsuzlukların içinde...
Rabia şu baş döndüren sanrılarım, sana kavuşma olanağını sunabilse, seni 'altın bir buzağı' gibi, tanrıça gibi kucağımda bulabilseydim... O tanrısal 'gerçeği' bilebilseydim, seni gerçekten severdim.
Gerçekten seviyorumdur belki de... Ölümsüz bir an belki de bu, ama o gerçeği, o tanrı parçacığını bir türlü göremiyor ve o altın öze bir türlü erişemiyor, dahası o nedir, bir türlü bilemiyorum.
Belki de biz, hiç bir zaman göremeyecek ve hiç bir zamanda bilemeyeceğiz...
Savrulup gideceğiz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder