1 Mart 2016 Salı

ŞEHBAL

Gerçekte var olan ama; haritalarda olmayan (haritalarda var olan, ama gerçekte olmayan), bir ülkeyi arıyorduk... İstiridye biçimli tahtlar gördük. Elmastan tavus tüyleri, kanatlı develer, dağdan büyük dalgalar gördük. Gergedan, Seylan ve Hindistan, dünyanın öbür ucu, ateşten bucak, çiçekten Allah, ıtırdan Yehovalar gördük. Kydrara'dan çift hörgüçlülerle, önce Bağdat'a sonra Kahire, sonra E...tiyopya derler bir mağaralar ülkesine, Habeş eline, Sudan iline vardık. Gördüğümüz şeyin adı Padmanaba idi. Tavşan yuvasına tüylerini döker ve minicik melekleri tüy yataklarda bekler. Dölleyici songusu yunusların, sonultusu sonarların, moonartı dünyanın, yoruntusu, yoluntusu ve yorungası yuvarlanarak önümüze çıktı. Sevit aşktı. Sonut bitiş. Kızılcıklar açmış, parsambalar suda yüzmüş, keten çiçeği ve dağ gülleri önümüzde gidiyormuş. Nakarat'ın Sözleri adlı yapıtında Muhyittin, insan nakıstır onun için yaşar, kıyametse tamdır, insanın yüce varlık sayılacağı andır, yüceliğin sonu ise yok oluştur, hiçliktir ve o sonsuz bir bütünlük, kusursuz bir tamlıktır der. Argon gazı soluyarak, Organon tepesine vardık. Otrar kenti gözüküyordu uzaktan, gerçekte olup haritalarda olmayanın Filistin, haritalarda olup gerçekte olmayanın Lübnan olduğunu söyledi Said. Hariri diye biri İzlanda vilayeti ile Lüksemburg kasabasına gittiniz mi dedi. Yolda ölen Fazıl'ı kefenleyip, bütün şan ve şöhretini dağlık bir yerde defnettik, atları çayıra saldık. Hazar denizi semtinde üzeri kırmızı gülle kaplı bir dağın dibine vardık, Basra Meliki geldi, dağın üzerindeki gül bahçesine çıkıp güzel kokularla uyuyarak sabahı eyleyelim derken, tan ağarınca aşağı indik, yıldızlar kaybolmaya yakın dağın dört yanındaki kapılar açıldı ve Harzem şahı karşımıza çıktı. Yer küre nerede diye sordu, bir efsun okuyup, ayağının altındadır dedik, yedi cihan yedi iklim gezdik, arzuları kalbe işleyen Meryem'i gördük, ey güzellik bahçesinin anka kuşu olan dilber diye, ut çalıyordu biri, udu ahşap ve kırmızı idi. İnsan hep kendini arar dedi başka biri, zaman yinelemeye izin vermez, her insan tanrının bir duyumsaması, bir parçasıdır ve yanılgıdan kurtulmak için önce ona düşmek gerekir, tıpkı günah gibi, alıştığımız ve bildiğimiz şeyler gibi dedi. Fısıltılarla tanrıya bile söylenmeyecek bir şeydir şu, derinde, kaderin ve kederin çökeltisi, melek ve Mesih'in olmadığı, ifritin kalmadığı, parıltıyla, düşlerin, düşlenenin bile erişemediği, us ve tinin bilinmediği, töz ve toza yer olmayan, bilinmezliğin yurtluğu, söze bile gelmeyen o kutupçul, o donmuş ve silisyumla kahrolmuş, görünmezlik zırhına bürünmüş bir yokluk, bir hiçliktir, o yer!.. Boğulmuş bir etin çığlığı, çürümüş peçeyle, maskenin tortusu, paslanmış excalibur ve cenbiye ya da bir çölün rüzgarında savrulan uyluk kemiği, yüreğin sızlamadığı, göz pınarlarından uzak, salınarak devinen, dibe doğru inen, semazenleşen ve anaforlanarak, uyuyan zamanın ve balçıkta gizlenmiş Adem'in gözlerini açarak, Havva'nın hıçkırığıyla, cinin şalıyla yükselen derinliğin, umarsız umla, çılgınca konuşan, durmaksızın konuşan ve düşlerle yıkanıp sarmalanan düşüncenin sessizliği... Zaman maddeyi çürütür ama geçip giden zaman tinimizi varsıl kılar. Yürekleri coşkuyla doldurur. Bilgiyle yoğurarak, benliğimizi engin ve ergin kılar, zamanla tinimiz olgunlaşır ve erdemin, yüceliğin donanımıyla coşan us, bedenimizle tersinir bir zaman yolculuğuna çıkar ve o yükselip, yücelirken beden alçalır ve sonunda ölümde birleşirler, bu paradokstur dedi. Tanrının kusuru bu olamaz dedim, köhneleştikçe dünya, tin varsıllaşır filan derken, gelecek için gökten ayet inmedi bize diyen geldi, yanımızdaki köle gözyaşlarını tutamadı, ağlayanla ağlarım böyledir doğu, bir efendi ise aynı şeyde, köleden gayrı bir şeye ağlar dedi, ne demekti ki bu... Rusafe'de dolaşırken bir palmiyeye rastladım, sende garipsin benim gibi, sende yabancısın bu toprağa desem Fas'da, bu Endülüs'ü özlediğim içindir, ama El Sağir bunu derken, tam aksine Şam'ı özler, efendi gene göz yaşlarını tutamaz ya da gülemez dedi. Bunlar anlaşılması zor şeyler Elefteron dedim, Napolyon monarksa, George Washington'da yayılmacıdır dedi. Afyon, derin düşüncenin yoldaşıdır mottosu?.. Şark ve şirk!.. Düşünceye eşlik eden her şey düşünceden bir şey alır götürür, biz geriye kalana kanarız. Kendisini düşüncenin hazzına bırakanlar, onu başka hiç bir şeyle paylaşmazlar. Levhaları ziyaret eden yazılar!.. Vardır ve avluda gezinen küskün ve köhne krallıklar... Düşünülemeyecek denli uzaklarda, ataların ve onların tanrısının da olmadığı yerlerde, yazgının cirit attığı, Yecüc ve Mecüc'ün demir attığı, aydınlık ve karanlık, düşünce ve bungunun olmadığı, oluşmadığı, katıksız maddenin tortusu ve anti madde korkusuyla bileylenmiş yabancı, büyüleyici yalancı varlığın, mırıldanarak nara attığı yerde, biri var, o kim, kim o dedim, kim sen, kim olacak o dedi!.. Usun ve tinin ötesinde, tanrının güldüğü ama bilinmediği, yarattığı ama görünmediği, sıgaya çektiği ama cezasızlıkla örselenip, hiçlendiği, yükselen dumanlar ülkesinde, sonsuzluğun rüzgarları, donmuş buzullar ve çizgilerin ve izlerin, bilinmezliğin kollarıyla yeri göğü sardığı, töz ve tozun olmadığı bir yerde... Boğuk hıçkırıkla, düşmüş maske, bir süngü ya da bir ilik, etiğin süzemediği, salına salına iniyor aşağı, dipte uyuklayan, tortuyla karışan zamanı ve her şeyi yeniden örten giz. Pygmalion seni yarattım ve sana bağlandım. Bu karanlık dehlizlerin mesihleri uykuda geziniyor, yalvaçlar, ulaklar, mehdiler ve deccal, tanrının açtığı çukurları kurak ve kıraç çölün tozuyla dolduruyor, ifritler gelip onun uvalasından çıkmasını, kurtlar gibi yuva yapmasını bekliyor. Tutuşuyor serin avlular ve Lethe'nin yapraklarıyla göz yaşını sildiği çınar. Günah bölüşülebilen bir şeyse, düşünce çarmıhtır diyen Mernuş ve haç kılıçtır diyen ve tanrıya doğumla ölüm arasında sıkışan ve öylece kalan nedir diye seslenen Tebernuş... Eleştiri onun da ötesine geçerek, tanrıya ve öteki tanrıya varabilir ve onunda ötesinde, öteninde ötesinde, bilinmeyeni de geçebilirse, orada ne var der, koca bir pınar... Uzakta yeni bir gezegen doğuyordu, ufuktan doğru üç atlı geldi, gelenlerden biri kör, birinin belden aşağısı tutmamış, birinin karnı su toplamıştı!.. Atlardan kara bir pıhtı fışkırdı ve o kadar saygılıydı ki; kendine kendinden, bana benden daha saygılıydı. Şaşırırdım bu nasıl olabilir diye... Kuğunun kalbi, hakanın atları, Kabil'in toprağı, Karnak tapınakları... Tüm rüzgarlar serinletir derdi. Keçi çobanı Pan bile gerçeği saklayabilir, kuşkusuz o senin sesini saklar, sanatta tanrı nasıl kendini görüyorsa, sen de tanrıyı öylece sanatta görürsün. Karanlık bir çatıdır gövde, güneşte aydınlık yoktur, ışık gözümüzde... Otuzsuz tuz, otuz papaz ve keşiş meseli, oturduğun yerin ataları, aşağıda gördüğün meleksi bakışın başını uçurdular, Gong damarına saldırdılar. Thamesliler vulvadan başlarını sokarak cesedi parçaladılar, ırmak kıyısında oturan soylular, salyadan sandallarla gezindiler, insansılar ejderin sırtına bindi, kırmızı başlıklı kız, vampirlerle gitti ve tüm bunları iştahayla karşıladılar, bir zamanlar Halloween'de sopaların ucunda kuklalar gezdirerek açlıklarını doyurdular, Frankenstein, Karın deşen Jack ve Drakula'yı yazdılar... Bu meleğin bakışlarındaki duruluğu, onmaz ve dingin, derin boşluğu görüyor musun, Stuart müziğini bilir misin, peki suçu ne, Sakson deliriumunun yakın komşusu olmak, bir bahtsızlığa uğramak ve minicik ötücü kuşlar gibi özgürlüğe koşmak. Poe bunun için Annabel Lee'yi yazdı, biliyor musun Karakalla, kuruyan özbenin ve Şikago tersanelerinde bileylenmiş tenin tımar olmalıdır, sırtlani olan, iki yüz on iki kemiğine flüt sesi olsun. Warhol duygusuzluğunun, Truman ruhsuzluğunun konserve, manipüle, formatlanmış, siborglaşmış, klon levanteni, tellal ve deccal ha!.. Kolomb'un bulunduğu toprağın ve ataların, Arizonalı çiftçiler, kızılderililerin akkafalarını tarlalarına korkuluk diye astılar, Vietnamda savaşanlar, Virginiada'ki sevgilisine, kurşun deliklerinden rüzgarda flüt gibi öten, kafatası yolladı. Enola Gay, Tanrı'nın bile aklına gelmeyen kıyamet ateşini Nazlı Nagazaki'nin çocukları üzerine bıraktı, adı 'Küçük Çocuk'tu!.. Sen hala çıldırmadın mı, mazohist lupus, demans içinde, Los Alamos diye marşlar söyleyen, okyanusları geçip uygarlığın beşiğini lanetleyen, ölüm senfonilerinin, kanla çınlayan gospel müziklerinin üstünde Frankestein gibi zıplayan, ölümsüzler gibi balçık yutan sen. Manhattan borsa değil mi, orada tüm Afrikanya, Ortadoğu ve uzak doğu, hisse senetlerinin kıpırdanmasıyla ölüm soluyor, ölüm kotasının harcı planlanıyor, kim bunlar mahşerin dört atlısı, yeryüzünü yadsıyanlar, Pollock'la güneş içen, folluk ve Pollux havyarcıları, thriller zehirlendi, Silikon vadisi ve Nasa, tanrıyı ortak ettiği Challenger'i icat etti, sıranın sana gelmesini mi istiyorsun, Kuzey kutbundan buzullar Denver'e yola çıktılar, son gün 274'le gelecek, kuzey yok oluyor. Tanrı'nın sabrı ölçülemez 'turuncu' renkte radyasyonun pişirdiği, peksimetli eti, yıllarca çocuklara dağıttılar, ozanların fonetik falkonettisi, Natzi selamı verip ülkeni jurnal eden sinyor oldular. Kraliçeler kraliçesi, özgürlük aşığı, güzelliğin ve şiirin tanrıçası, yeryüzünda yaşamak gibi en büyük bahtsızlığa uğramış, melekler meleğinin kafasını kestiler, köpek yağmurlarında leşi çürüsün diye ödüllendirildiler. Newyork'ta bilimkurgu kitabı mı okunuyor, network çocukları, Matrix etkisi deniyor, akbaba bile ölüyü ayırt etmiyor, bunların ölüsü sığır gibi damgalı ve korku tüneli, bu kırmızı, Ural Altay kımızı mı, diyorlar ki Heil Hitler seçimle geldi, tüylerim ürperiyor, hemen en dipteki odaya koşuyorum, la havle vela diye bir mırıltı duysam karşı komşudan 'Geldiler!' diye bağırıyorum, biri salavat getirse, mevta dirildi diye kaçıyorum, eşiklerden sağ ayağımla geçiyorum, sağ elimle yiyorum, çok çiğniyorum, minare görsem, şeye benzer roket gibi diyorum, tüyüyorum, yalnız kalınca ayetler, sureler duyuyorum, gecelerimde cehennem zebanileri başımda bekliyor, sarıklılar mızraklara kelle takmışlar yanımdan geçiyor, anne diye uyanıyorum, bir bardak su veriyor, cinler periler yüzüyor diye döküyorum, bir koyun meliyor, İbrahimi olan vazgeçtim diye elini beline atıyor, beli bükülmüş karınca gibi şeyler, durup durmadan geçiyor, ölmüşler karşıma çıkıyor, be hey vicdansız diyor, bir rekat bile secde etmedin işte şimdi cehennemdesin diye haykırıyor, sırattan geçerken son pişmanlık faidesiz ey münafık diye köprüyü sallayanları görüyorum, kapkara gölgelerle iniltiler içinde geçen iskeletler paçamdan asılırken, elhamlar okuyup kendi etini yiyerek kendini tüketenler, karakoncolos gibi yaklaşıyor ve uyanıyorum. Bir de bakıyorum ki, ayağım yorganın dışında kalmış, sönmeyen mum, belirli saatlerde cem evini okullara çeviren vakum mu, hiç bir şey yapmadan ölüp gideceğine, herkesin gıptayla bakacağı bir resim yap da cenbiyenin ağzına boynunu uzat Henry!.. O sıra çadıra bir urban geldi, bakın neler anlattı... Devlet küresel dünyada anakronizmdir. 18. yüzyılda Avrupa'nın bir ucundan diğerine giderken pasaport sorulmuyordu. Dunbar limitine göre bir insan en çok 150 kişiyle sosyal ilişki kurabilir, bunu aşmanın evrensel yanıtı hiyerarşinin icadıdır. 1918 li yıllarda Habsburg gibi çok uluslu imparatorluklar parçalandı. Sanayileşen emprevizyonlar hantallaştı. Mikro devletler ortaya çıktı. Tarihçilere göre uluslar devletleri değil, devletler ulusları yaratır. 1789 ve 1860'ın Fransa ve İtalya'sında Fransızca ve İtalyanca konuşanlar azınlıktı. Uluslar hayali topluluklardır. Sanayileşmiş toplumları yönetmek için bürokrasi gerekti. Prusya işsizlik yardımı yapan ilk hükümetti. Kimin Prusyalı olduğuna karar vermek gerekti. Endüstriyel toplumda en iyi model ulus devlet mi... Bu konuda fake vardır ve tek ulus mutlak değildir, örnekse Suriye'dir. USA ve Avustralya bu sorunu aşmış, kaynaşmıştır. Etnisite ve dil önemlidir. Bürokrasi tek veridir. Avrupa'nın deniz aşırı imparatorluklarının dağılmasından sonraki devletler buna örnektir. Tek koşul kompleks bir bürokrasidir. Hindistan ve Belçika Kongosu gibi, gücü yerel topluluklara devretmek bir çözümdür. Tanzanya'da 120 etnik grup olup, 120 dil konuşulur. Estonya küçük olmasına karşın teknolojik gücü vardır. Ulus devletler sanayi devriminin yarattığı kompleks hiyerarşilerden doğmuştur. Gelecekte ortaçağ modeli geçerlidir. Çoğulculuk ve belirsiz sınırlar. İklim, siber güvenlik ve küresel sorunlar. Çöküş ve yaratıcı yok oluş en büyük sorundur... Şehbal diye bir şey yok, şiir var. Oda yok yazıya yazı karışırsa kimya yetişir diye saçmalayan biri söze karıştı ve gözlerimizin içine bakmadan şunları dedi... Sanatı, sanrısal bir görüngünün yansıması olmayıp, gerçekliğin, biricik var oluşlarından biri olabileceği savıyla yaşayan birey, her şeyi usun sınırları içinde algılar, yürüyen adam yürüyordur, gülen gülüyordur, uyuyan uyuyordur, ne ki sanatın gerçeklikle bağının olması, gerçekliğin bile bir illüzyon olabileceği sanısını yaratabilmek içindir. Örneğin, Ahh Belinda filmini, bir ev kadınının aktris olma sevdası, kompleksi veya lüks yaşamlara duyduğu özlem ya da onlara benzeme tutkusu gibi algılayan insan, sanatı olması gerektiği gibi algılayamayan insandır. Toplumcu gerçekçi ve toplum yararına bir çok yapıt üretildi, bir arpa boyu gidilemiyor. Sanat bir çok dallardan uçan sayısız kuşa benzer ama, bir toplumun toplumcu gerçekçi sanata -bir kesinleme olarak- gereksinimi yok. Bu bir dogma... Şiire, romana da yok, bu tür sanatçı toplumu bilisiz sanmakla, kendini toplumun yerine koyan, gereksinim listesini sıralayan ve bunun üstencini yüklenen gerici odak ve yerinde sayma birliğine dönüşebiliyor!.. Üstelik bakış açısı 'Mankenin oyu çobana göre iki sayılmalı' diye bitebilen, Pavlov deneyinin gizli kurbanları. Toplumun, sanatın bir soyutlama, engin versiyonlar, sanal uçurumlar ve sonsuz boşlukları dolduran felsefi veya absürt algılarla dolu okyanuslar olduğunu anlamaya / özümsemeye gereksinimi var. Neden, 'Toplumcu Sanat' hak aramayı öğretebilir, ama hak arama yolunda bin bir çeşit varyasyonlarla nasıl da, sonsuz dolambaçların içinde savrulup gideceğini öğretebilir mi?.. Sanatın en absürt, en oynar başlıklı, en anlamsız boşluklarında gezinmeyen insan, aldatılmaya yatkın ve görüntünün mahkumiyetine koşan ve illüzyonun bizzat kendisi olmaya mahkum bir köle, edilgen, epikten bir nesnedir. Sanat insanı cin, cini insan kılabilir. Ahh Belinda'yı sosyal içerikli yapıt sanabilen, toplumcu şiir ya da romanla kitlelere önderlik yaptığını zanneden şair, yazar aynı kefenin iki mağara soylusu olabilir. Gericilik sürekli yinelenen, değişmez hecelerle, dogmalarla, haykırıp uluyan bir devinimin adıdır. Kendini terk edemeyen sanat ya da şiir öz açısından, tutucu ve gerici bir sanattır. Onun sınırları niçin dinsel ritüellere yaslanan bir son iç çekiş olsun!.. Sanatın boşluğa uluyanı, dinsel yobazlığın öznelerinden daha tehlikelidir. Çünkü onun zırhı var, sanatçı o ve toplumsal hekimliğin, kimi zaman, gerçekliğin boşluğuna dönüşebileceğini bilemiyor. Bu tür insan, tüm çağlarda işbaşında olabiliyor ve bilsinler ki, gerici olan, us yoklağanı ve insani olana aykırı, gerçek totalitarizm bu yollardan geçebiliyor. Kurtarıcılardan kurtulma sendromu... 'Günah bölüşülebilen bir şey!.. Eleştiri ise tanrıyla başlayabilir...' İşin ilginç yanı toplum bunları biliyor, sanatçı ya da bu savla yaşayanlar kendini bilmiyor ya da bilmezlikten geliyor. Sanat, bu tür oluşumlardan kurtulacak ya da kendini reformize edebilen bir algıya dönüşebilecek ki, toplumda kurtulsun. Sanat, senin kişisel varlığının yaşama yansımasındaki özün gücü, gerçekliğinin ağırlığı, verimdeki sağlık ve sağ duyuyla doğru orantılıdır. Doğruyu söylemek, haklı olmak ya da şu veya bu olmak değil. Sanatçı kendisinin indeksidir ve yaşamın her alanında kendini sıralayan, yapılandıran bir indeks vardır gerçekte, insani ya da ilahi kayıtlarda görünmese bile... Adın, emeğin, bakışın; içimize işleyen verilerin, tanrısal olanda da kayıtlı olabilir, evrensel akışta ya da gönüllerin hak bilirliğinde de, sanat bir üst yapı olabilir ama bir ayrıcalık sayılmamalıdır. Evrensel almanağı göremiyoruz, bizim çizelgemiz, dünyamızın evren karşısında bir toz zerresine benzeyen, hiçliğe yazgılı bir tözü de olabilir!.. Ayrıca umarsızlığın adı bu değildir... Yaşamsal evrenimize karşı sorumluluğunu yerine getiren her birey ölümsüzdür, tanrının, adı hiçlik olanın altın yaldızlı albümünde yeri vardır, olacaktır, cennet ve cehennem sorgusu yalnızca budur, sınavda budur. Biz neyiz ve neden böyleyiz, çözümlenmesi gereken temel sorun bu, ne olmalıyız, bu ikisini çözümlediğimiz de ortaya çıkabilecek, doğal bir edim... Ne ki, hiç kimsenin beklentisi karşılanamaz, insansı olan düşünüldüğünden de derindir... Şehbal nedir?..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder