2 Mart 2016 Çarşamba

DÜŞLER

Çıldırtılar içinde, ikindi güneşi eşliğinde yürüyorduk. Biraz uzağımızda nilüferli bir göl belirdi. Elimizi siper ederek oraya doğru bakmıştık. Göldeki güneş, düşler ülkesinin altın bir gözü gibi parlıyordu. Ancak görmeyenlerin duyumsayabileceği bir yavaşlıkta, sessiz ve kıpırtısız, belki de dalgalanıyordu. Bodur ağaçlarda ardı sıra uçan iki kelebek vardı. Renkleri gölün üzerine düşüyor, onların dışında, yeryüzünde sanki hiçbir şey kıpırdamıyordu. Uzak tepelerden bir kız çocuğu, sevinç çığlıklarıyla aşağı koştu. Güz yaprağı renginde kuzular, akçıl tavşanlar, kırmızı sakallı, minicik sesleriyle meleşen oğlaklar ardından geliyordu. Vadilerde, apak çiçeklerle örtünmüş elmaların, pembe bulutlar içinde yüzen şeftali ağaçlarının altında köylüler bekleşiyordu. Armut ağaçlarının içlerinde sanki arılar vızıldaşıyordu. Yaklaştıkça artıyordu vızıltılar... Sonra garip bir şey oldu, arı kuşlarının ötüşleri eşlik etmeye başladı doğaya, sesler giderek artıyordu, göz gözü görmez vızıltılar içinde, kulakları çınlattı ve kuşların ötüşleri eşliğinde; İkimiz sarmaş dolaş, birbirine sevdalı birer yolcu gibi, bilinmeyen bir yere doğru, el ele uçuşurken, göklerde yitip gittiğimizi anımsıyordum artık... Ve düşlerin içinde, bir an için uyanırken, ağlamamak için kendimi zor tutuyor ve düşünüyordum ki; Niçin çalışırdı insanlar, kapalı kapılar ardında, niçin prangalı bir tutsak gibi yaşarlardı, içlerindeki vahşi içgüdü neden dinmek bilmez bir sızıydı, neden güneşe bakmasını bilmezler, neden sıcakta yanarlar, soğukta alabildiğine mutsuz olurlardı, neden ikiye ayrılmışlardı, neden tek bir tanrının gölgesinde sabahlayıp, neden melek ve şeytanlara inanmışlardı. Neden çocuk doğuruyorlardı, neden doğan her çocuk kendilerinin kötü birer kopyası oluyordu, neden öldürmek zahmetine katlanıyorlardı, neden eşitlik gibi masum açımlamalarla günaha giriyorlardı, neden atardamarlarındaki kan ölümcül bir sıvıydı, neden kasları gelişiyor, ayakları çalışıyordu, beyinleri neden tepedeydi, neden açlık doğal bir duyu olup, yemek sosyal bir kavrama dönüşüyordu, neden denizlerin içinde başka bir alem vardı, başka bakışlar, başka sınırlar... Neden uzay merakı oluşmuştu, neden evrendeki tüm bulgular hiç bir şeyi değiştirmeyecekti, neden her şeyin hiçbir şeye dönüştüğü ölümü masumca kabulleniyorlardı, neden çıkışları ağlamaklı, öfkeli ya da ahmakçaydı, neden eşyanın tutsağı olmaktan kurtulamıyordu, neden maddenin bir parçası olmaktan öteye gidemiyordu; yaşamı neden, neden anlayamıyordu... Düşleri bozulmasın diye, yine düşlere dalmaktı onun biricik umarı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder