15 Mart 2016 Salı

BİR FOTOĞRAFIN ANISI

Sevmek eylemdir. Anlam denizleri, emel denizlerine karıştığında imgeler sonsuzlaşır ve kavramlar fırtınaların eşliğinde savrulur. Ten bu yüzden ölümlüdür, anlamların sonsuzluğuna yenik düşer. Bir imi, bir kavramı ele geçiren ten onu sahiplenebilmek için çaba gösterir, sahiplenmek mülkiyettir ama Latincede sanırım, mülkiyet demezlermiş, elde tutmak -edinmek- derlermiş. Bir gün zaman yolcularından biri dedi ki, yolcu aradığı vahaya bir gün ulaşabilir, kevserle yunup yıkanarak, meyvelere el uzatıp, cennet hurmalarının tadına bakabilir ama onu gözünün önünden ayırmamak, ona sahip olmak olayın tüm gerçekliğinden zordur. Çünkü uzayda her tür madde, cesamet ve türdeş galaksiler, nasıl birbirinden giderek uzaklaşıyor, sonsuzca genişleyen bir evrende, çoğalıp, sınırsızca artınırken, gerçekte azalıyor ve birbirimizi artık göremez hale geliyorsak, işte tam da bu nedenle, her şey birbirinden hızla uzaklaşmakta ve varlık çoğalırken, tüm evreni, boşluğu, sonsuzluğa hükmetmeye çalışıp kapsarken, diyesim kalabalıklaşırken, yazık ki giderek hepimiz yalnızlaşmakta ve azalmakta ve şaşırtıcılıkla yok olmaktayız. Bizler birbirimizden, ayırdında olmaksızın uzaklaşırken bazen çarpışmalar, çarpıntılar denizinde birbirimizle karşılaşmalar, kısacık anlarda sonsuz mutluluklar yaşarız, yazgımızın, algı kapılarına yansır kaozmotik oluntunun, bir kopma, bir ayrılış ve evreni çoğaltma adına kendimizi yalnızlaştırdığımızı bilmeden, giderek birbirimizden uzaklaşmadayızdır. Bu bizim kaçınılmazlığımızdır ve bu tür bir bilincin melankolisidir aşk. Ayrılış kesindir ve madde saltıklıkla kendisidir, özüdür ve ikinci bir tözü sonsuzca barındıramaz, kopma ve parçalanma bir olmazsa olmazlıktır. Belirsizliğin okyanusunda, plazmaların, denizellerin çalkantısında, sevginin yakıcılığı; hep bir boşluğa yakarışımızın, acıklı öykümüzün, anlamakta, algılamakta zorluk çektiğimiz özlemleridir, ulaşılmazlığın acıları, yalnızlığımızın serenatları ve karanlık kozmostaki kaçınılmaz korkularımızın dışa vurumudur görüngüler ne yazık ki... Şunu bilmeliyiz ki insan yalnızdır, aşk paylaşmaktır bu korkuyu, beraberlik ve kalabalıklardaki yitişimiz, bu ürküncü giderme adına attığımız adımlardır. Yaşam böyle geçip gidecektir, ta ki tanrımıza kavuştuğumuz ve onun sevecen kollarında sonsuza dek ürkülerimizden kurtulduğumuz ve sonsuz uykularda artık başkalarının, öteki canlıların moleküllerinde, genlerinde ortak varlığımızı, canlılığımızı sürdürene ve gerçekte korkularımızın, aşkların, kalabalıkların, polarislerin, kozmosun, evrenin, galaksilerin bir parçası ve hiç bitmeyecek bir şarkısı olduğumuzu anlayana dek. Bundan ötürü ölüm yoktur, aşk sonsuzluktur ve yalnızlığımız -yalnızca- bir illüzyondur. Sevmek; sahiplenmek, tutabilmek, yan yana olmak, ondan ayrılmamak -kuşku verici söylemler doğuruyor gibi olsa da- konuya estetik, ezoterik, hermeneutik deyimlerle yaklaşmaya çalıştığımızda belki de özgürlük anlamına geliyordur, bir saflığın, arı olanın başka bir simya / kimya ile sarmaşası / karmaşası sonucu elde edilebilecek, kristalize ışıklar saçan, renkçil illüzyonlar. Yeni bir mavi topaz, başka bir dünya!.. Yaşamsal olanı denemenin bezdirici yolları diyebiliriz buna, ah bu söylenir mi, büyüleyici yolları demeliydik, bir mutluluğa, esenliğe varmaktan niçin kaçınmalı ki!.. Kitap, bilgi aydınlatıcıdır. Ne ki kötücül olan, kötümserlikte bir düşüncedir sonuçta, sevmek nedir dediğimizde; varlıktaki aşkta kendiliğinden belirecektir, göze çarpacaktır, oraya doğru ulaşıldığında şöyle düşünebiliriz; İnsan büyüye, keramete, tansığa bağımlı bir yaratık, sanki onlarsız yapamıyor, inancın temelinde ne var, bir tür büyü, illüzyon, bilimin temelinde ne var, gene o, neden, siyanürün yakıcılığı ve trinitrogliserinin patlayıcılığı karşısında bulgun olan kişi büyüye kapılmıyor mu, esrimeye... O an coşkuya kapılmayan beton otlaklara, yanlış kulvarlara yol açan bir bilisizdir ne yazık ki, edimler, beklenti ve sonuçlar coşturucu olmasaydı, büyüye kapılma hallerini yaşamasaydık, bir solucan gibi yaşardık biz, o eşikten gelmiş olabiliriz ama henüz oraya gidebilmiş değiliz!.. Değişim için kesinlikle önceyi, uzamın eskil akışını, geliti ve zamanı eleştirmeliyiz ama süreğenin periyodik dilimlerle, gözlemlenebilir parçalarına yenilip gidiyoruz biz, bir sonuç elde etmeksizin düşünmeliyiz ve düşüncelerimizin, düşünsel sistemimizin kökten değiştiğini anladığımızda, yeniden yapılandığını sezdiğimizdedir ki ütopyalarımızın birer gerçek olabileceğini bilmeliyiz. Bugünkü dünyamızda bir ütopyayı gerçekleştiremeyiz, bu biçimsel olur, düşüncenin kırıntıları, kırpıntıları, toz ve pasları bilincimizin derinlerine bulamaç ağırlığında çökmüş, hacim orada gizleniyor, tortular yuva yapmış ve gerektiğinde sayısız, ilkel kordalı benliklerimiz ve mihaniki, geleneksel düşüncelerimizin atalar birliği, görkemli bir ortaklığın öncülüğünde, düşsel zombi taburları ve muhafız alayları gibi ortaya çıkabiliyorlar, kendimi tanıyamadım, bugünkü uygarlığımız için söylenebilecek bir belirteç ve geçerliği kabullenilmiş bir sözcük olmalıdır, tüm insanlığın içinde, görünmez, bilinmez bir hışım, ortak bir kanseverlik, dağılıp pay edilen bir hıçkırık ve şaşaayı doruklara sevk eden bir marşandiz birliği var, tutsağın konumunu benimseyebildiği, suçun bölünerek pay edildiği, cezanın kutsanarak yenebildiği tuhaf bir insanlık alayı, karalar bağlamışız demek savrulmaların kuyularına düşmek olur ama tüm insanlık, naturasının mayalandığı o derinlikte, koyu, görünmez bir karanlığın dibinde; işbirliğinde içinde!.. Sevmek eylemdir derken, hareket sonsuz küçükten, sonsuz büyüğe varlığını hep sürdürüyordur, devinim görecelidir, durağanlık bilinir ki bir algıdır, olanaksız olan sabit donma ve sıfır noktasında ki mikro akış ve değişimi görebilseydik, uzak dünyalara gidişimizin zahmetli ve belki de karşılıksız bir çabanın ilkel güdülerinden başka bir şey olmadığını anlayabilirdik. Çünkü gerçekte, biz hareket ederken varlık oraya ulaşmıştır bile ya da biz vardığımızda onlar beklemeyip, yok olup gitmiş, başka bir elest alemine geçip gitmiştir. Ölüm bu nedenle bir hiçlik değil bir hiçtir. Algı sınırlarımız ve kavrama gücümüzün, ne yaparsak yapalım henüz eşiğindeyiz biz, bir gün hiç devinmeden, hareket ediyor olmaksızın, yola çıkmadan ve maddeyi boşunalıkla yorup, kendimizi avutmadan, ilkel dürtülerimizden kurtulduğumuzda, her şey -deyim yerindeyse- ayağımıza gelecek ve her şeyin biz ayağına gideceğiz ama bu bir algı ve soyutlanım olacaktır ne yazık ki... Soyut nesnel olmayan gerçekliktir belki ama tanımların yetersizliğidir bizi kuşatan!.. Pi sayısının varlığı somut bir soyutlamadır ve soyut bir somutlamaya yarıyordur ve bu sistematiğe verilebilen bir örnek olabilmelidir artık. Sonuçta somutta soyuttur veya soyut olan tam bir somutluktur gerçeklikte diyebiliriz. Sübjektif, sanal bir yer değiştirme ve maddenin ya da tözün bir an için ötekinin yerine geçmesiyle, kutupların yer değiştirmesi, reaksiyonlarda olabilecektir bu tür bir gerçeklik, soyutun somutluğu bu olabilir, yaklaşımları sonsuzlaştırabiliriz de, somutun soyutluğu sosyal yaşamda hep karşımızdadır, öyleyse biz düşünüldüğünde, ayrımında olmadan evrenin sonsuzluk dediğimiz kıyısındayız, bir ölümün içinde varlığımızı sürdürüyoruz doğallıkla ve değişkenliğin gerçek gizlerini kavradığımızda, belki de sonsuz mutlanı yakalayacağız, ne demekse o dememeliyiz, ilkel dürtülerimiz bizim olmazsa olmazımızdır, düşünce ve algı kapıları da; inanın ki bir ilkelliğin varyantları, eşikleri olabilir, düşünce belki de aşılması gereken bir zorunluluk, ötesinde ne var peki diye sorabiliriz, düşüncenin berisinde olanın ne olduğunu sezebildiğimizi düşünüyoruz, daha ilkel ve gerçekliği anlamakta zorlandığımız, daha kapalı bir dünya ve iplerin elimizden dahasıyla çıkıp gittiğini varsaydığımız, bulantı, kaba ve basit karmaşanın algılanamazlığı ve yavaş körlük diye tanımlayabiliyoruz onu, öyleyse düşüncenin ötesinde gerçekliği anlamanın daha coşkulu, daha uçsuz bucaksız ve doyurucu ayrıntılarına, çeşitlemi sonsuz olabilecek derinlik ve görselliklerine kavuşabiliriz belki de... Onlar ki derya içredir, deryayı bilmezler, belki de deryanın ne olduğunu anladığımızda, bugünkü düşüncelerimizin gerçekten bir ilkelliğin, bir başlangıcın zayıf ve ışıksız notaları, bizi hiç bir zaman aydınlatamayacak verileri, kablotik noktaları olduğunu kavradığımızda, büyük bir şaşkınlık yaşayabiliriz, düşünsel boyutlarımızın, cismani varlığımızın paralelinde kısır bir gelişme, cılız görüngülerin, sönüp yanan kıvılcımıdır eşliğinde, gökler hakimi Gordon'un, evrenin yüzde dördünün efendiliğine soyunup, yüzde doksan altısının kendisini gözetlediğini bellediğimiz de, belki de kendimizi tanıyacağız ve tanrımıza da acıyacağızdır artık!.. Tanrıyla alıp veremediğimiz ne demeyin, o bize kılavuzluk ediyor, rehberimiz bir yerde ve onunla söyleşerek geldik bu noktaya, arkadaşız onunla, seviyor, kızıyor, küsüyor, tartışıyor, ağlıyor ve yeri gelince boşanıyoruz!.. Öyleyse düşüncenin ötesine geçmeye çalışmalıyız ama bedenlerimizden kurtulmuş olmamız gerekiyor, bedensel bir omurga kendi varlığını sonsuza dek savunur, bir fil sonuçta bir fil olmak ister, evren onu inanın bu noktada ilgilendirmiyordur, onun için gerçekliğin kabulü ancak kendi varoluşuyla olasıdır, kendini unutma, yoksama gibi gelebilir düşüncelerimizi tümüyle aşmak, zorluk bu nedenle buradadır ama düşüncenin eşiğine gelmiş 'insansılar' bu konuda umutlu varlıklardır, o kendini tehlikelerin kucağına atıyor, gözü pek ve sorgulayıcı, biz kimiz, neyiz, nerdeyiz ve neden varız diyebiliyor, bu soruları geçtiğimizde, ilkin tanrımızla karşılaşacağız ve bu kaçınılmazlıkla ilkel olmasını düşündüğümüz yaratıcımız, belki de bizden özür dileyecek, çünkü gerçeklik beklentileri karşılamıyor çoğunlukla ama beklentilerin düşüklüğü bazen o denli şaşırtıcıdır ki, ötekinin, tanrının bizi aldattığını bile düşünebiliriz ya da bunca sanrının boşunalığı karşısında dilimiz tutulmayacaktır artık inanın, karşımızda kusurlu gibi durabilen ilk elden bir tanrı karşısında, yolumuzu aynı sakinlikle sürdüreceğizdir ve ezeli sorunumuz 'hayatın ve ölümün amansız baskılarından' kurtulabileceğizdir artık. Büyü bozulmuştur bir kere!.. Tanrı belki de elimden başka bir şey gelemezdi diyecek ve bizimde bir tür tanrı olduğumuzu kabullenip, anlayacağızdır o zaman, ama 'göğün altında yeni bir şey yoktur'. Öyleyse gizler varlığını sürdürmek zorundadır, çünkü sonsuz bilgi ve gizeme ulaştığımızda yaşamın bir anlamı olamaz. Ölüm işte gerçekte budur. Gerçek bir ölüm katıksız anlamsızlığa sürüklendiğimiz anın / zamanın ta kendisidir ve yalnızca o bizi ölüme sürükleyebilir. Ölüm anlamsızlığa, sonsuz bir anlam boşluğuna düşmektir. Bu nedenle şu tür tümceler kurarız, bilinmeyen, görünmeyen bir dünyaya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa gitti... Ölümün gerçekten bir hiçlik ve boşluğun içinde salınmak olduğundan emin olabilseydik bu tümceyi kurmazdık, cennet ve cehennem gibi kavramlardan da emin olsaydık, kimse için o cennete gitti artık demezdik. Bize yaşamdan ayrılmakta anlamsız geliyor elbette ama daha ötesini cennet ve cehennem kavramsallığıyla sürdürebiliyoruz bugün, kurgularımız var çeşitli boyut ve söylemde, ne denli saçmalıyoruz demekte saçmadır, fil, fil olmadıkça varlığını sürdüremiyorsa eğer; öyleyse düşüncelerimize katlanacağız, bir enginlikle karşılayacağız onları, eşiğin ötesine geçmedikçe, geçemedikçe bizim tanıtımız bu olabilir, bu yüz bizim, biz oyuz. Eşikten geçtiğimizde bir şey değişmediğini görsek bile, eşik bizi kendi skalasına tutsak ediyordur, düşünceler değişmek için vardır ve değişmeyen şey utanç verici bir gerileyiştir insani ölçekte, dünyevi bir aczin görüngüsü, üzünç doluysa da, gerçek dediğimiz şey budur işte... Öyleyse dua edelim coşkuyla, neden, başka bir ritüeliniz varsa onu deneyin, onun için. Ön yargılarımız bizi engelliyor biliyorum ama çaba, emek, erek, arayış, sorgu ve sonsuzluğa duyduğumuz özlem her şeyden kutsaldır!.. Bizde kutsalız. Unutmadan belirtmek gerekirse, Borges'in bir öyküsünde, evrenin gizine ulaşıyor bir mahpus, dilerse hücresinden kurtulabilecek, hatta onu oraya layık görenleri cezalandırabilecek ama yapmıyor ve diyor ki evrenin gizine ulaşmak bu denli dünyevi ve bir anın belki de acı veren görüngüsünden kurtulmak için bağışlanmış ayrıcalık olsaydı, öğrenmeye ya da gizine varmaya değer miydi diyor, buradaki anlamı kavramak çok zor, dünyevi ve günü birlik yaşamımızda, bu tür sahip olabileceğimiz hiç bir olgu ya da armağan, bir bardak çay için bağışlanmaz bize, sonsuzlukta yazgının dokunulmazlığına, kendi iç dinamiği dışında dokuncada bulunmak belki de yüz kızartıcıdır, bilinemez ama bizler evrenin hapishanesindeyiz -doğal olarak-, kurtulduğumuzda düşüncenin hazzıyla dolu denizinde yaşayanlar ayrıcalıklı bir yaşamın moleküler bileşiği olarak kutsanabileceklerdir belki de, bu bir niteleme ve kategori olarak algılanmamalıdır, bir dilek ve bir görüştür bu, her şey böyle değil mi, saçma gelebilir ama bugün market ve meta kapitalizminin robot ve barkotlarının içi parlıyor olabilir, tüketici toplumunun birey ve primatları gerçekte birer köle ve atıl yaratıklar; aralarında kraliçe arı ya da arı beylerinin olmasının hiç bir anlamı yok, onlar yetilerimizin ve yeteneklerimizin ulaşabildikleri varoluş biçimlerinin figürü... İleri gittiğimizi ve düşüncenin kavurucu sıcaklığına tutsak düştüğümüz kanısına kapılabiliriz, sanılarda ezim verebilir bizlere, anlamak güç ve savların kanıtlanması olanaksız ama düşüncenin biçim değiştiren varyantlarında bir gün yine karşılaştığımızda birbirimizi anlayabileceğiz, bu olamaz; ne olabilir ki, her şey oluyordur da ayrımında değilizdir belki de, demek istenilen şudur ki, düşüncenin üstünde bir şey yoktur, ne para, ne mülkiyet, ne dünya, düşüncenin sonsuzluğu her şeyi kapsıyordur ne yazık ki, bir yaratık gibi yaşayabiliriz, ot kokulu marmelatlar dağıtabiliriz kurbanlarımıza, onları silolara, antrepolara yığabiliriz ve afra tafralara kapılabiliriz, bu aslanın görkeminin, beton otlaklardaki gücünün, orman krallığına dönüşmesidir. Orman; filler, maymunlar, uçurumlar, sırtlanlar, sansarlar, kuşlar, kelebekler ve krallar. Düşündüğümüzde bir komedinin varlığını aslanın duyumsayamayışı, komedinin trajediye dönüşmesi olduğunu anlamakta zorlanmamızı gerektirmez, ne ki, düşüncenin kendisi giderek yoran ve yok eden bir dalgalanım ya da çarpınca dönüşebiliyor ne yazık ki, düşüncelerimiz özneldir belki de demek, uzayın sonsuz boşluğunda bir mola istasyonu ve dinlence planetinin ışıklı denizleri de olabilir, biz henüz her şeye gereksinim duyan, düşünceler içinde boğulup, ayılan bir bebek evrende, evrenlerde, dünyevi ve geçici varlıkların gölgeleriyiz!.. Sevmek eylemdir. İnsan tek başına hiç bir şeyi gerçekleştiremez, anlamı olamaz, hiç bir insan tek başına bir şey gerçekleştiremedi, Einstein bir önceki teoremleri anlaşılır hale getirdi, Marks, Hegel'in görüşlerini ayakları üstüne dikti, Tesla var olan bulgulara usdışı, olanaksız diye nitelediğimiz, çeşniler kattı, Edison yumurtaların üzerine yattı, her şey birbiriyle bağımlı, bağlantılı ve gerçekte olağanüstü, anlaşılmaz denebilecek hiç bir şey yok yaşamımızda, bizim algılarımız ve kahramanlıklarla dolu söylencelerimiz ve tutkularımızdan başka... Magellan iki yüz elli kişiyle yola çıktı, Delkano dönüşte arboletiyle tek başınaydı, iskorbüt ve yerlilerle savaşan barbar Ferdinand dünyanın döndüğünü kanıtlamak isterken, döngünün ne olduğunu kavrayamamanın tuzaklarına kurban mı gitti... Niçin, dünyanın öbür ucundaki yoldaşları ve hemcinslerine yaranmak için, kral ve tebaası uğruna... Kolomp vardığı yerin Hindistan olmadığını anlayamadan sonsuzluğa kavuştuğunda, Ameriko Vespuçi burası yeni bir gezegen dedi, Merkator'a göre dünyada başka ve hiç bilmediğimiz pek çok yeni gezegen vardır, Antarktika, Kuzey Buz Denizi'nin derinlikleri, Pasifiğin gizleri ve toprağın demirle kızaran nükleidindeki gerçek ve bambaşka planetler, onlar bizi biliyorlar diye düşünebiliriz, ama biz onları bilmiyoruz, keşif bilinmeyeni bilmektir doğallıkla... İnsan henüz neyi biliyor ki, peygamberleri öldürmeyin deme aşamasında, bilgeleri sevelim sevilelim diye acınası bir mottonun kurtuluşumuz olacağını sanıyor -haklı olarak-, bilim insanları atomu parçaladık diye seviniyor, oysa yanardağların Etna'da, göktaşlarının Tunguska'da, Yukatan'da açtığı yaralar atomu binlerce kez parçalamıştı bile, güneşteki helyum ardiyelerinin bitimsizliğinde gizlenmiş nöratif böcekler, hücreler, her saniye maddede, sonsuz küçüğe doğru gidip gelmekteler ve güneş başka güneşlerin milyarlarca milyarlarca milyarda biri, kara delikler, her an eski cennetleri, cehennemleri yutmakta ve yenilerini yaratmakta, biz hiç bir şey bilmiyoruz demek acı veriyor elbette ve biz yalnızca kendimizi biliyoruz henüz. Biz minik, manik bir Vezüv'üz. Sevmek eylemdir, düşünce gibi, evren gibi, insan gibi ve 'eylem' gibi!.. Bir fotoğrafın öyküsü neden bizi buralara sürüklüyor, neden anılarla uğraşıyoruz, neden kabımıza sığamıyoruz, neden güzelliğin acıları, düşüncenin cehennemi alışkanlıklarında yok olup gidiyoruz, neden gülüyor ve ağlıyoruz, ne istiyoruz biz düşünebiliyor olmaktan ve acaba öyle miyiz... Fotoğrafta on yaşlarında olmalıyım, yanımda görünmeyen kız kardeşim -o gün onunla da bir fotoğrafımız vardı- sekiz kardeşin dördüncüsü, bu kiklopsa sonuncusu!.. Bu fotoğrafta şu görünüyor, bir şey yapmak istiyor insan, yanılıyor olabilirim dememem gerekir, yanılıyor olabileceğimi düşünebilirsiniz demek daha doğruca, kısa şortu o güne dek ne görmüşüm ne giymişim, tişörtü de öyle, yıllarca diğer kardeşlerimden kalan giysileri kullandım, yakası kürklü haki bir mont, yılların içinde kayboldu ama hakkını verdim, bir trençkotu daha fazla gereksinimi olan bir çocuk götürdüğünde şaşkınlığı içimde kaldı... Bende çocuktum!.. İşte ayrılıkçı bir başlangıç, işte anlaşmazlığın eşiği ve işte onulmaz egoların savrulmalarında birbirimizi yok etmeye doğru giden viyadüklerin karanlığında, gündüz güneşinin dolambaçlarında, uygarlık kavramıyla süslediğimiz ışık körlüğü!.. Thriller'in başlangıcı!.. Kız kardeşim kendi varlığında beni bir obje olarak; tüyü yitmiş şapkacığı hafifçe başıma kondurmuş ve çelimsiz cılız bedenin bir nen olması gerektiğini, kendi varlığıyla özdeşleştirerek, Denizli'de şimdi adını anımsayamadığım bir fotoğrafçının karanlık odasında sonsuzlaştırmak düşüncesiyle yanıp tutuşmuş, kendisiyle var olacak, paydaşlık sanısı uyandırabilecek bir tinselliği arıyor. Abartıların masallar diyarında yitip giden ölülerimiz gibi!.. Düşlerimiz, geçişler, özlemler, beklentiler kusursuzluk barındırmaz, örneğin her şey tamam ama ayakkabı olması gereken değil, olan, varlığımızın, bizim kurtulmak istediğimiz var oluş biçimlerimizin bir göstergesi; o naylon ve çamurlu yolların yoksul dünyasının ucuz ve kolaycı çözümüydü, ayakkabı görüngüyü ele veriyor. Ne olursa olsun... Bunun ayrımındaydım ben, çorap olmayışını bir avantaj saydım, doğruları dünyada herkes bilir, bizi ayıran eylemlerimiz ve -konumlarımız- sosyal varlıklarımızdır. Görüntülerimiz ve vardığımız sonuçlar bizim somut belirtiler yaymamıza, kendimizi tanımamıza ve tanıtmamıza yarar. Fotoğrafçı mı, kız kardeşim mi anımsamıyorum, ayağını tabureye uzat dediler, öyle yaptım, üstelemediler, çeki düzen verirken zorlamadılar, obje o kadar saf ve dünyayı tanımanın eşiğinde bir özne ki, yalnızca bir gözlemcidir artık o, bir krizalittir, doğacak ama doğmamış ama bilmediklerinin çokluğu karşısında yalınlık, onu neredeyse kusursuz kılabiliyordur ne yazık ki!.. Ayakkabısı tek günahı!.. Bakışları çocukların cennetlik olmasını yakınlaştırıyor, yine de serçe gagası burnu ve kıvrık dudağı ilerde her şeye seyirci kalmayabileceğinin nedenselliğini anıştırabilir. Organik belirtisi... Kardeşim o gün mü beni kadınların o dile pelesenk hamamına götürdü bilmiyorum, iri yarı bir kız, belki de kadın beni sevecenlikle karşıladı, tümüyle mi çıplaktı anımsamıyorum, ama işte gerçek bir gizdir bu, aşırı derecede geniş endamlı bu Havva ana, -çocuklukta bütün dünya sandığımız bizi çevreleyen dağların, ovaların büyüdükçe nasıl küçük birer patikalar birliği olduğunu, ışık yıllarından uzakta tarlaların yokuş aşağı birer taşlı yollar olduğunu şaşkınlıkla görüyoruz. Bilinmez, küçüklüğümüzde her şey büyüyor, büyüdüğümüzde her şey küçülüyor- öyle gösterişliydi ki, iri yarı, devasa kadınlara olan göksel ve kutsal bağım oralardan geliyordur, onlara tapıyorum, küçük, sonsuz bir utangaçlık içinde, belirsiz bir dünyanın, içgüdüsel dürtülerini algılama yollarında, onu hayal meyal sezebilen, günahların kaçınılmazlığının ayırdına varmak üzere olan bir hoplite, biri kucak açar ve belki de yarı alaylı, içten gülücüklerle, gamzeli kahkahaların eşliğinde, çocuğu ilkel korkularından, utançları ve utangaçlığından sıyrılmasına yardımcı olursanız ve bu bağdaşıklık bir sakınmasızlığa, ürkülerinin dağılmasına yol açan bir melekliğe dönüşmüşse, o size yaşamının sonuna kadar tapıncalı, görünmeyen bir sevgi duymakta ısrar eder. Ne masum, ne anlaşılmaz, ne günahkâr, ne kelebeksi bir düşler alemidir şu dünya... Geçmişteki o sular evi'nden anımsanan, yalnızca küçük bir kalabalık ve o dirimcil, yaşam sevinciyle dolu Havva'nın sunduğu, insan olmaklığın mutluluk veren güler yüzü ve bir insan yavrusuna kucak açışının görkemli izleri ne yazık ki, artık unutulmaya yüz tutmuşlar... O anılar tapınağım gibiydi, ama diğerleri bir eksilti değil, kutlu birer gölge olarak varlıklarını sürdürürler yaşamda, bir ayrıcalıktan ziyade bir olgu bu... İç dünyada silinip gitmekte olan bir anının, zaman zaman canlanışındaki, bitmeyen bir borç duygusunun, bir türlü ödenmediği kuşkusuyla küçük bir göz yaşı veya inleyişin tanrısal yakarılara dönüşen, anlaksal görüngüleri... Bir gün biri sizi elinizden tutabilir ama bilinmez ki sizin bir sıcaklık duymanıza yol açamayabilir ve sizi yalnızca bir bakış kucaklar ve hiç bir zaman o borcu ödeyemediğiniz kanısına kapılabilirsiniz... Sevgi ve sevecenlik imgelemde sınırsız görsellikler sunabilir. O kadının, görkemli gülümseyiş ya da çınlayan kahkahasının sıcaklığında, sesinin ve suyun şırıltısında, yüzüklerin kardeşliğini duyumsamıştım ben... Yüzükler değil parmaklar kardeştir gerçekte... Onun adı Gülistan, Gülizar, Gülayşe ya da Gülseren olabilirdi, belki de onlar anımsanmakta zorluk çekilen geçmişin ayrı birer siluetleridir. Kardeşlik ve sevgi çocuklukta gerçekten duyumsanabiliyor ama sonra neden ayrılıyor dünyalar ve neden kuşkuların karanlığında kederler içinde boğuluyoruz biz. Ne değişiyor ve oralarda birden neler oluyor anlayamıyoruz, ne felsefe, ne bilim, ne deneysellik, ne kapitalizm, ne algı kapıları, ne evrenin gizleri bu konuda bir düşünce birliği ve kör bir döngüyü, o karanlık noktayı ele geçirmemize yardımcı olamıyorlar. Belirsizlik sürüp gidiyor olasılıklar denizinde, ne var orada, ne var, evet, bir şey var ama ne, bir türlü çözemiyoruz, bilemiyor, kesinleyemiyor, yaşamın gemi azıya almış, çılgınca akışında belirsizlikleri aşamıyoruz. Onun kozmolojik karanlığı, o noktada kendini ele veriyor ve yine o noktada saldırganlık dürtüsü, şiddetin genleri yaşam labirentimizin içine birdenbire doluşuyorlar ne yazık ki ve sanki ancak ölümler kurtarabiliyor bizi ölmekten!.. Böylesi bir yaşam burgacı, böylesi bir bahar dolambacı ve böylesine bir tuba ağacı olabilir mi... Tanrım sen neden kucak açmıyorsun bize, neden yardımcı olmuyorsun, yol göstermiyorsun, bak çocuklar ölüyor, bak gölgendeki ağlıyor, bak yaratılmışlar şeytanla işbirliğinde, olanların ve olacakların hepsi senin elinde biliyorum, ama o an, orada neler oluyor söyle, söyle ne var orada!.. İşte günlerimiz, yüzyıllar gibi geçip gidiyor!.. Söylemiyorsun!.. Gülayşe, hayır Gülizar, yok oda değil Gülseren'dir belki de... O nerede, ne oldu ona, hiç olmazsa onu söyle... Öldü mü!.. Seni anlayamıyorum!.. Yazacak çok şey vardı ama... Söz bitti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder