30 Mart 2016 Çarşamba

BİENALE (Bodrum - 2015)

İki yılda bir demek, ama Türkçe'de galat-ı meşhura dönüşüyor bu sözcükler, bienal sanatın versiyonlarından biriymiş gibi algılanıyor, doğruda, batıda bu sözcükler köklerine bağımlı, özel bir algıya dönüşüyorlar, bizim sanat dünyamız, bu yetenekten yoksun, batıda bu şu demek ama bizde karşılığı yok demekle yetiniyor dışa bağımlı entelektüeller, oysa sözcük, bir soyutlama olarak yüklenen anlamı kaldırmak zorunda olan bir haltercidir ne yazık ki, otomobil ne demek, kendisi hareket eden, kendi devinir, kabaca, özgit desek olur mu, -olmaz-, çünkü alışkanlıkların değişmesi, bir temelden yoksun, geçmişine yaslanmayan gerekçelere dayanıyorsa gülünçleşebilir, bu sözcüğün ya da taşıt, araç gibi sözcüklerin gerçek bir algılanıma dönüşebilmesi için, kendinizin, sözcük kullanıcısının araç üretmesi kesin bir koşuldur, o zaman ki -yoghurt- gibi başka dillerde de sizin adınız, şanınız yürüyüp, yücelebilir. Ana aksın izleyeni durumundaki söz sahipleri, dilinin efendisi olmaktan giderek uzaklaşır, dil anlamını oluşturan mülk sahibinin kölesidir ve efendisi yalnızca o olacaktır, otomobil sözcüğü size sürekli ihanet eden bir kavrama dönüşür, kazalarda birinciliği kimseye kaptırmazsanız, kök anlamdan uzak çiçeği sulayan konumunda olan bireylerin, çiçeği gün gelir kurur, çünkü kök hep başkalarının elinde olacaktır. Düşünüldüğünde bunun anlaşılması hiçte zor değildir. Çinli bilge, bir ulusu ele geçirmenin yolu diline egemen olmaktır derken, değişim sanısıyla, çöküşün ve bağımlılığın hazır hale gelebileceğini ima ediyordu... Taksi, serbest hareket eden ve özellikle küçük organizmaların, ışık kaynağı gibi uyaran bir kaynağa (pozitif) ya da karşı tarafa (negatif) doğru, yer değiştirme hareketiymiş gerçekte, ama algı kapıları onu özgün haliyle insanlığa sunduğunda, yolcu taşıyan mini taşıtları düşünüyoruz, taksi; minit denemez mi, otobüse binit diyebiliyorsak eğer... Başka dillerdeki sözcüklerin sizin dilinizde bir karşılığının olmayışı, fasonizm kaynaklıdır, -montaj-, başkasının araç gereçlerini, teknolojisini yalnızca monte ederek, kurtakçı bir anlayışla, makinenin gizlerini, çalışma düzenini, sihrini, büyüsünü ele geçirmeden, ruhunu algılamadan, öğrenemeden piyasaya süren bir yapının distribütör cumhuriyetliğine soyunmak, dilinizin başka dillerin antreposu, teknoloji çöplüğü olmasının kaçınılmazıdır, bu bulaşıcıdır ayrıca, Ada'da bile Fornezzi diye kafe açabilirsiniz artık ve toplum o hale gelir ki; Merci ya da thanks demeyi çağdaşlık sanır, neden, arabayı yapan onlar, uçaklar onların, helikopter böcekleri öyle, hızlı tren, teleferik, marşandiz, obüs vb, tümü batı kaynaklı sözcükler, pardon derseniz, içgüdüsel olarak onlarla kol kola olan bir velinimet gibi duyumsarsınız kendinizi, oysa bu sağol diyenden çok daha trajik bir insan türüdür, oluşturulan 'türün yeni bireyleri' sıfatıyla, yarıefendilik payesiyle taşraya bir tür reayalık, üstü örtülü ruhbanlık taslayabilirsiniz ama gerçekte kendi yurdunda sürgün bir forsadır o, keder gizlenebilir bir şeydir ama saklamakla ruhunuzu kemirmesini önleyemezsiniz, olmayana ergi metoduyla, ruhunu süblime eden bir ölümlü, bir tür guguk kuşu, sinekkapan kuşlarının arasında, onları küçümseyerek ötüp duran bir orangutana dönüşürsünüz artık!.. Belki tılsımlı bir bileşen olabilir o, erdemin kağanlığı, dürüstlüğün hakanlığı kime bağışlanmış ki, ne ki yine de kirletilmiş bir soyutlama ve bir hibrittir artık o... Yaşam gerçek anlamda kendisi olamadan ölüp gidenler için kozmikomik bir cehennemdir, bye bye diyerek, bir tür orgazm yaşayanlar, yalancı hamilelikle, özbenini aldatan ve ne yazık ki gerçeklikte salt kendi ruhcağızını sömüren, bilisizce kemiren bir kuyruk yutan, benliğini harap eden, ruhsal açlığını kendi etini yiyerek gideren bir kambriyendir!.. Çağımız trajedilerinin acılarını en çok onun kahramanları duyumsayabilir, anlayabilir, ötekiler sezip, kavrayabildiği kadarını dile getirebilir. Sanatta böyledir, kendimizi, varlığımızı, üretilerimizi alabildiğine eleştiriyoruz, oysa bu toplum teknolojik hantallığın ve ebedileşen sosyo-ekonomik vandallığın sorunları dışında bayağı iyi sayılabilir, bu duruma paralel olabilecek, eğitim ve sanata ilişkin sorunlarsa ötekilere göre nicelik düzeyindedir. Örneğin edebiyatımız özgün ve dünya çapındadır, Yaşar Kemal ve Nazım Hikmet gibi dorukta iki sanatçısı yok başka toplumların, tepede olanlar vardır, ama doruk başka bir şey, diyesim sanatımız kimseden geri değildir, ama sanayisiyle, teknolojisiyle, sosyomateryalizmiyle desteklenmeden uçan bir kuş, tek motorlu uçak gibidir, arıza halinde kaçınılmazlıkla düşecektir, gözlerden kaçırdığımız sorunumuz budur!.. Ama bu tür toplumda, bağımlı ruhların, toplumu -özünde kendini- aşağılamaya alışmış ve ama otoistik hiç bir çaba göstermeden yaşayan sanat izleyenleri, eleştirenleri, ileri gelenlerinin, ne yazık ki kulakları kör, gözleri de sağırdır. Negatif popülasyonların, pozitife evrilebilmesi için soyun öbür bireylerinin, kuşakların değişimini sağlayana kadar çaba göstermesi gerekir ama yıllar bu tür sorunlarda yüz yıllar kadar uzun gelir insanlığa, tarih bu tür manzaralarla dolup taşar ve Kabil'den beri insan insanın kurdudur ne yazık ki... Sanatçımız elde ettikleriyle 'yabancı menşeli lüks araba koleksiyonu' heveslisi bir Lennie veya Homongolos düzeyinde olabiliyorsa sanatçı olabilir mi, o tüketim çağının materyali olabilir ancak, bilincinde olsun olmasın, bir toplumda ecnebi üretimiyle, malıyla, mülküyle, kürkü ve türküsüyle, afra tafra yapabilen, spektaküler hale getirilmeye, gelmeye kalkışan, objeye dönüşmeyi modern düşüncenin yöntemi ve önderliği sanan, varlığıyla onu öneren, tek moronize tür işte bu fasonist toplumlarda görülüyor, onların sanatı biricik ve eşsiz olabiliyor ama o denli aynaşık ve bağlantıları karmakarışıktır ki onun, iyi ile kötü, güzel ve çirkin, eğri ile doğru birbirine öyle bitişiktir ki, neyin ne olduğunu anlamak için Azrail'in el koyması veya Cebrail'in günah defterini ortaya sürmesi gerekebilir... Ne diyelim, tanrı dünyayı duyumsayabilmek için canlıları, insanı yaratmıştır diyorlar. Öyle ki, şöyle düşünebiliriz sanıyorum, bu denli karmaşanın, salınmanın yaşandığı bir toplumda, eşsiz sanatçılar yetişebilir mi, hatta beton otlakların kavimlerini, süpersonik teknolojinin devlerini geride bırakan yaratıcılar çıkabilir mi, bu çağcıl zamane neanderthallerinden diye düşünüyordur belli ki tanrımız, belki de ampirik bir tutkuyla yanıp tutuşuyor ve sonuçları görünce, çağdaşlığında soyut bir kavram olduğunu belki de dehşetle görebiliyordur artık... Tanrım, suyu hala avuçlarıyla içen bir insan olarak, hala herkesten daha yakınım sana, çünkü sen bizi ırmaklarla, göllerle, dağlarla, ovalarla, denizlerle yarattın, ağaç kovuklarında uyuyor, peteklerden bal yiyor, kaynaklardan su içiyorduk biz ve biliyorum hala yüceliğinle yarışmaktayız ama inan ki senden yanayım, sana ulaşamayacağımızı seziyor, biliyor ve suyu bu yüzden hala avuçlarımla içiyorum!.. Sonuçta sanatımızı yerden yere vurup, başkalarının sanatını öven, bilinçsiz, kendi yurdunda sürgün eleştirmenler, kurumların, sponsorların, holdinglerin kapı kulluğunda açılan, galeri ressamlığını ululayıp, yinelemelerin ve değişmezliğin estetik gülütlerinde yitip giden çınlamalarla yetinen eleştirmen türleri, geçtiğimiz yılda bireysel çabalar ve yalnızca sanatçıların örgütlediği, özgür ve anarşizan bienal için; bu tür bienal pek görmedim, yapıtlar zayıf, hazırlıklar yerel düzeyde diye bir Truva atlığına soyunarak, öncü, ilkinsil bir sanat olayını geçiştirdiler. Kim bu uzaktan kumanda kokteyl eskrimcileri, flöreciler, kuklacılar... Bunlar yaşamları boyunca inanın bir kitap okumazlar, imaj dünyasının getirileriyle avunup dururlar, duvarların ardındaki ejderhaların, kaplanların, karabasanların maşasıdırlar. Son para'digmalarını bir kitaba veremeyen bu türler, bir gün yatak odasında son iç çekiş köyüne vardıkları anlaşıldığında, baş ucunda bir kitap eşliğinde bile yolculuğa çıkamayanlar, sevenlerinin duası, sahifelerin su sesine karışmayanlardır. Bodrum bienaline, otuza yakını yabancı, yüze yakın çağdaş sanatçı katılmış, bienal bir Mevlevi ve yurt sever, aynı zamanda Bodrumlu Neyzen Tevfik'e adanmış. Bienalde sergilenen yapıtları, anlam yoksunu bulan, bağımlı eleştirmenlere sormak gerekir, anlam nedir?.. Warhol'un konserve kutuları anlam yüklü şeyler midir, kapitalizmin eleştirisi midir, oysa kola tüketiminin yükselişi uğruna prezante edilmiş bir sanatçıdır Warhol, o bir tasarımdır, projedir, sanatçı olmamış, doğmamış, sanatçı olarak sunulmuştur. Cansız bir mankendir Warhol, başka dünyalardan inmiş, -yarı uzaylı- bileşik türden biriydi o, üniseks olması kaçınılmazdı... O sanatçı değildi, bir misyonerdi, elçiydi ve görevlendirildi ve atom çağlı bir tüketim şövalyesi oldu. Bir yapıntıydı o, oluntu, bedenini açabilseydik bağlantı kablolarını görebilecektik, o bir görsel Mesih olmasaydı da, olacaktı, güllerin savaşı değildi ona el veren, kapitalist dünyanın hünerle gizlediği, bir kılıç artıklığına soyunmak ve bir meta eşantiyoncusu olarak kapıları çalmaktı onun 'kutsal' görevi... O haramiliğin havarisi ve ilk nebi Nuh'uydu modern çağın... Duchamp ise gerçek bir sanatçıydı, boyunbağların, markaların, tasmaların kurban seçtiği bir palyaço değildi o, bir pisuarı sanat objesi olarak sunduğunda , gelecekteki Warholizm'i haber veriyordu yeryüzüne, sanat yaratıcılıktan sürgit uzaklaşacak ve kitleler; Sanal yapıntılar, hileli içerikler, hayali sunumlar, eriyikler ve bir tür illüzyonlarla uyuşturulacak ve ehlileştirilerek, statükonun, gemi azıya almış düzenin, kurgusal sistemin, gözbağcı bir payandası ve yaşam boyu, sonsuzca tırmanıldığında bile hiç bir yere varmayan, ulaşılmayan basamağı olacak, karanlıklara uluyup durmak ve gündüz olduğunda ağızları tutuşturan yankılara kulak kabartmak... Çağımızın sanatı ve 'düş kuran' mottolarımız işte bu artık!.. Yazı uçar, 'Söz' kalıcıdır gerçekte, bugün sanat karmakarışık bir dünyanın, bulamaç dolu okyanusunda, anlam kargaşalarında balçıklaşmış, cehennemi bir görünümün - görüngünün sunumudur. Yeryüzü artık şunun kavgasını vermektedir, iletişim çılgınca arttı evet, ama bunun tutsaklığımızı, yaşam biçimlerimizin, verili uygarlık modellerimizin pekişmesine, prangalarımızın çelikleşmesine yarayacağını hiç bir zaman düşünemedik, insanlık sınırları paramparça etti ve yeryüzüne açıldı ama düşleyemeyeceği kadar içine kapandı, deliliğin sınırlarını aştı, nevrozları, depresyonları ve canlı hayvanlarıyla yaşayan insan türüne evrildik. Çağdaşlık, modernite ve göksellik, yerellik, ilkellik ve mağara dönemiyle sonlandı!.. Gerçek nedir, sanat nedir ve insanlığın kurtuluşu olası mıdır, yazın kurgusal, söz doğrusaldır belki, belki piramitler, geçmiş çağların gök delenleriydi, yeni olan nedir şu dünyada, bir yineleme ve bıktıran bir döngüden başka, yeni Gazali'nin görüşleri mi, Newton'un başına düşenlerin hormonlu olanlara evrilmesi mi, Riyazanlı Benhur Bahaduri'nin güneşi aydınlatan söylevleri mi, dünyamız ve sanat hiç olmadığı kadar büyük bir kargaşanın içindedir günümüzde, kıyamet an be an gerçekleşmekte ve sonumuz giderek yaklaşmaktadır ne yazık ki... Nedir bu son, anlamların tersinirliği ve kavramların manipülasyonlarla, illüzyonlarla dolu bir yönlendirmede, insanlık tarihin en büyük felaketiyle karşı karşıyadır. Kahramanlar birer korkaktır artık, dilenildiğince dönüştürülebilen kurtarıcılar sardı dünyamızı, barış gerektiğinde yan etkileri olabilen, zararlı, savaşsa kaçınılmazlıkla kurtuluşa dönüşebilen bir kavramdır artık ve olması doğal yazgımızdır bizim, çağdaşlık, savaşları sayısızca artırdı, çatışmaları kolaylaştırdı ve insan türü kobaylaştı günümüzde... Günümüzde savaş bir gerekliliğe, kesinlemeye dönüşebilir ve toplumlar gün gelecek, kendi refahı için bir geriletim içinde, ilkel ve teknoloji yoksunu, güçsüz ülkeleri, kitleleri, bir konserve gibi tüketebilecek, organ ve hormon üreten, gereksinimleri düzenleyen kolhozlara dönüşeceğiz 'kutsallar' için, serfler ve plebler için tarihte görülmediği kadar bir tutsaklık ve Homongolosluk çağları yakın, Quasimodolar sayısız varlıklarıyla, -sürü çobandan daima çoktur-, mezbahalarda ve silolarda sırasını bekleyecek erimek için ve ne olacak bilebiliyor muyuz, üretecin bu yakasından sayısız insansılar, cinperiler sokulacak sağlıklı, gürbüz organlarıyla, öbür taraftan Einstein değil, bir siborg, bir Mutant gibi terminatörler ve Schwarzeneggerler çıkacak, 'Cesur Yeni Dünya'da sanata, bilime ve insana gerek olmayacak... Paranın padişahlığı, tüketim mezarlığı ve alış veriş uygarlıklarında Mutantlar çoğalacak, usumuz yok olacak ve tanrı el uzatana dek bekleyeceğiz elem bahçelerindeki sonumuzu... Bilim skolastik bir yapıya bürünüp, durağanlaşacak, son sınıra ulaştığımız varsayılacak ve bizleri yeni bir buz çağı bekliyor olacak artık , karbon salınımı ve dizginsiz nükleer dünyaların yürek atımında siyanür soluyacağız, radyasyonik sıvılar damarlarımızda spin atacak ve 'hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için' yaşayan varlıklar olacağız!.. Bir gün, doğan gün, yeni bir Adem yaratacak balçıktan ve insanlık son bir kurtuluşun soluğunu çekecek damarlarına, son kez kurtulacak!.. Çünkü tanrı bu oyundan sıkılacak artık... Çünkü gerçekte, Adem'in bir insan olmadığını biliyordu o ve her seferinde başa, bir yineleme olan Adem'e dönmekten bıkacak ve kendi başarısızlığına pişmanlıkla göz yaşı dökecek artık... Tanrı, insanın serüvenine acıyacak, insanlık tanrısı için göz yaşı dökecek... Çünkü ikisi bir ve aynıydı gerçekte, belki bilmezlikten görmezlikten geliyorlardı, belki bir rekabet vardı, belki düşman kardeşlerdi başlangıçtan beri, belki her şey bir kader ve bir 'yazıydı' artık, şimdi, şurada olduğu gibi!.. Anlam insanın içindedir, alışkanlıklarımızın dışına çıkan, çıkabilen bir şeydir anlam, binlerce tanımı olabilir, bilinen ve görünen, algılanan bir şey anlam olamaz, anlam yenidir, nasıl yanıtı olan bir şey soru değilse, olmaması gerekirse, anlamda; anladığımız bir şey olmaktan uzaklaştıkça, anlam kazanır!.. ... Bienalde, düzenleyici sanatçı Gülsün Erbil'in yanında -ki yaşamını toplumumuz için sanatın gelişmesine adamış, görünmeyen bir kahraman, bir Jeanne D'arc ve yılmayan bir sanat eridir- pek çok sanatçı Helen Kirwan, Hüseyin Rüstemoğlu, binlerce kilometre öteden gelen bir kiraz çiçeği Meiko Kikuta, Mounir Fatmi, Mustafa Şener, Nurdan Erçin (enstelasyonu bir çarpınç ve anlam denizi), Özlem Kalmaz, Vahit Yenihayat (işi gerçekten yeni bir hayat!..) var. Şiiri, içerdiği sözcüklerden öte içermediği, dışarda, dışında kalan sözcükler belirlermiş!.. Öyleyse bunca sanatçıdan saydıklarımız kadar, sayamadıklarımız belirliyordur bu bienali, bugünden yarına kalıcı görsellikte basılmış kataloğu edinip, incelediğinizde görebilirsiniz; dünya dönüyor evet, anlıyor biliyoruz ama, Kerala'da neler oluyor, onları da anlayabilmeliyiz!.. Avrobesk kötümserlikle değil, arabesk, Asyatik iyimserlikle, kozmos estetik bir çabadır, sanatın özüyse şiirdir diyelim ve bir şiirle veda edelim... ''Düşünmeden, acımadan, aldırmadan / yüksek duvarlar örmüşler dört bir yanıma. / Şimdi umarsızlık içinde oturuyorum burada, / bir düşüncem yok aklımı kemiren bu yazgıdan başka; / Bir sürü işim vardı dışarda görülecek, / Nasıl da anlamadım duvarlar yükseldi de? / Ses soluk işitmedim çalışan işçilerden, / sezdirmeden kapadılar beni dünyanın dışına.'' Sanat; bizi -acımasızca- dünyanın dışında bırakan oluntulara karşı verdiğimiz bir savaşım; bir uğraştır...

18 Mart 2016 Cuma

İLETİLER

Deniz fenerinin ışığı raflardaki el yazmalarına vuruyordu. İskenderiye şehri derin bir uykuya dalmış, dalgalar kıyıları yalıyor ve Eratosthenes engin gecede sonsuz bilgiye nasıl ulaşılacağını araştırıyordu. Sayısız parşömenler arasında, geçmişten kalan ciltleri, tozlu ağır kodeksleri gözden geçiriyor ve çağın kinik filozoflarından, özgürlükçülere, prangacılardan, halkamsılara, mağaracılardan, sosietascılara dolanıp duruyordu. Karanlıkta Thetis'in görüşleri üzerinde duruyor, iç geçirerek esriyor ve serin bir havanın yayıldığı loşlukta, içten içe ürperiyordu. Nice filozoflar, nice farklı görüşlerle, düşüncenin diyarlarında cirit atıyor ve bir türlü o sağlam görüşün ışıklarıyla aydınlanıp doğru yolu bulamıyordu. Bir esenlikti aradığı, sonsuzluğun bilgisine ulaşmak değil, ölümsüzlük ve tanrısal mutluluğun kökleri ve kaynaklarıyla buluşmaktı. Bir kitap aldı eline, üzerinde Titus Lucretius Carus yazıyordu, milattan önce iki yüzlü yıllarda yaşadığına göre; bu kitabın raflarda bulunuyor olması olanaksızdı!.. Gelecekte yaşayacak birinin kitabı vardı elinde ve bir an buradaki tüm kitapların, yüz yıllar sonraki insanların görüşlerini yansıtacak kitaplar olduğunu varsayarak olacakları düşündü. Düşüncenin hazzıyla bir olasılığa kapıldı ve birden aydınlanır gibi oldu!.. Mutluluk bir bekleyiş ve bir tansığın, kuyruklu yıldız gibi gözümüzün önünden akıp gitmesi miydi acaba, elle tutulup, gözle görülemeyen bir şey... Gülümsedi ve aradığı sorunsalın çözümünden vazgeçti. Loş ışıkta yine sayfalara daldı ve engin kulaçlar atarak yüzmeye başladı!.. * Slovenya'da ormanlık bir arazide her gün bir insan öldürülüyordu, amansızca izlenip, sonunda kıstırılarak, başlarına ateş edilmiş ve paramparça olmuş insanlar. Uzun süre öldürenlerin kim olduğuna ilişkin hiç bir bulgu elde edilemedi, hunharca işlenen cinayetlerin sorumlusu bulunamıyordu. Ta ki birinin öldü sanılarak, derin bir çukurda bırakıp gidilene dek... Maktul kendisini izleyen, maskeli insanlar gördüğünü, silahlı olduklarını, kaçmaya çalışırken, otların arasında bir kuyuya düştüğünü ve defalarca kendisine ateş edildiğini söylüyordu. Ölmeyişini, genç yaşta olabileceğini düşündüğü insanların, robot gibi davranmalarına ve sanki trans halindeymiş gibi ateş etmelerine borçlu olduğunu sanıyordu. Olayın nedeni kısa sürede anlaşıldı, belli yaş grubundaki insanlar, sanal alemde, ne kadar çok hedefi yok edersen, o kadar çok puan alacağın bir oyunu, ormanda oynamaya karar vermişler ve yarışmada birinci olabilmek uğruna, otoistik ve umursuzca pek çok kişiyi öldürmüşlerdi!.. * Butan ülkesinde, yaşlı bir kadın kendini dini öğretilere adamıştı, tüm kutsal metinleri okuyup, buyrukları yerine getirerek, erdemle boyun eğdiğinde, her öğretinin cennetine gitmeyi hak edeceğine inanıyor ve böylelikle; yaşamı boyunca düşlediği cennete, o büyük özlemine kavuşmayı kesinleştirmek istiyordu. Kısır ve kısıtlı yaşamında aşkınlığı aramanın, uyuşturan, yüceltici duygularla süslü ve esenlikle dolu, bezdirici bir yöntemiydi bu... Yeryüzünün her köşesinden, gelmiş geçmiş tüm metinleri araştırıyor, vicdanının kanatları altına sığınan, yüreğinin kolları arasında uyuyan öğretileri coşkuyla okuyor, dinginlikle, tapıncayla, inancayla sonsuz bir mutlan içinde yüzüyordu... Evrenin bir hapishane olduğunu, çünkü bir kapısının olmadığını, kapısı olmaklığın, onun dışarı açılan bir çıkışı da kesinleyeceği için, özgürlük anlamına geleceğini, bundandır, evrenin, gerçekleyin bir hapishane, dahası cehennem olduğunu ileri süren, ölümünse, dolayımla bir kapı, çıkış sayılmakla; özgürlükçü bir kucaklaşma, bir özlemin erimi olduğunun kabulü gerektiğini söyleyen ve denilebilir ki artık bir cennete kavuşma, doğallıkla bir saltık kurtuluşa açılacağını müjdeleyen öğretilerden tutunda, belli sayıda varsanan olanaklar tükendiğinde Songün'ün de yaklaşmış olacağını, olanaklar yeniden yaratılamayacağına göre (bu deruni alanda, olmuş olanın önüne tanrı bile geçemez , an yinelenemez gerçelliği varmış), yaşamında bitmiş, doğal erimine varmış ve zamanın sonuna ermiş sayılacağını ileri süren veya evrende her şeyin bir ikizi olup, anot, katot görüngüsüyle kutuplaşan, tersinir bir yaşam sürdüğümüzü, biri harama el uzatırken, diğerinin ant vererek tövbe ettiğini, biri düşlerinde koşarken, diğerinin gündüz gözüyle dinlendiğini, biri göz yaşı dökerken, diğerinin gülmekten eridiğini varsayan görüşlere değin kendinden geçiyor ve neredeyse cennet mekân hazır bir yaşamın onu beklediğini düşlüyor, düşünüyordu... Kötü insan olmamanın şeytanca bir kibir olduğunu savlayan öğretiler, gerçekte insanların tanrıyı, dünyanın yükünden kurtulmak, yaşam denilen o vefasız yosmayı hafifsemek, alacakaranlıktan süzülen, tan aydınlığının ıtırında, sabah güneşinin eşliğinde, onu bir gül kokusu gibi duyumsamak, yuvasından çıkan bir sincap yavrusunun, neşeyle sağa sola bakışında, bir esrime, bir esenlik, bir ürperiş gibi algılamak, hayatın ve ölümün amansız baskılarından, bir anlam vehmedilememiş acılarından kurtulmak ereğiyle yarattığını; yaratıldığını ileri sürerlerdi... Zohar'ın tam on üç bin sayfalık kutsal öğretisini belleyenler, Şamlı Yahya'nın, insanın ortakçıl gereksinimlerini, tanrıya zorbalıkla dikte ettirdiğini söyleyenler, yazgısı yaratıcının iki dudağı arasında olduğu halde, onunla yarışmaklığın sanrısına düşüp, dehşete kapılarak, tir tir titreyenler, öz beninde dolaşan kanın ve sonsuz haklılığa inanmış olmaklığın sanısıyla, bir belleyiş ve belletişle haşır neşir olmaklığın baştan çıkarıcılığında; gölgelerin gücü adına, hayra ve sevaplara belendiğini ve cennetin kapısının kendileri için sonsuza dek açık olduğunun ürküsü, hıncahınç özlemleriyle dolu bir vehme kapılarak, görkemle yanıp tutuşanlar; onun bilginin ve ermişliğin afyon serkeşliği, hak tanırlığın ve hak edilmişliğe kabul buyurmaların sarhoş ediciliğinde, özümsenmiş bir kibirle kendinden geçmesine, geçmelerine neden oluyor ve sonul olandaysa; yarı baygın, büyük bir teslimiyet, ram oluş ve ruhaniyet içinde cennetine kavuşacağı günü beklemelerine yol açıyordu!.. Kimileri de diyordu ki, tanrıya boyun eğmekliğimiz, vaatlere duyduğumuz açgözlülüğümüz, insanlığın yeni bir ortaçağa sürüklenebileceği kuşkusundandır, onun kendisine ilişkin bildiklerinden çok neler biliyor olabiliriz ki biz, yine de yakınmalarla, kutsamalarla bağlanıp, tapınıyor olmaktan mutlu olabilmeliyiz, tapınmak, harfleri sayısınca yinelendiğinde, istemsizce kortekslerde çınladığında, garipleşerek, anlamını yitirebilir, bizi kargaşanın boğuntularına bulayarak bilinç cidarlarımızı harap edebilir, ne ki yaratılmışlara nasıl zararı olabilir tanrısallığın, yaşıyor olmaklığımızla inanıyoruz biz, hiç düşünmeden; duyarak, görerek, tadarak, koklayarak, böylesi anlamalar, kavranımlar, algılamalarla düşünüyor ve biz saltık inancın, ruh sağaltan inancaların coşkusu içinde yüzüyoruz... Biz bilmeliyiz ki, var olmuşluktan uzak, ilişiksiz, ilintisiz bir varlığın dışındaki tanrının bir anlamı olamaz, illiyet bağının dışında var olmak, nasıl olabilir ki, olası mıdır ve kim, ne biliyor, ayrımındayız ki, henüz bir çevrenin, bir çeperin içindeki öglenalar, amipler ve kamçılı zigotlar gibiyiz biz... Nedir ki, umarsızlığın pençesindeki bu görüngüler, yazık ki doğrudur, çünkü gerçellikte böylesi bir tapıntı, tanrının varlığını yadsımak olurdu... Var oluştan vareste, bağlantısız bir tanrının varlığı, varlığın yadsınması anlamına gelirdi. İlgeçten yoksun -edatsız- ve bağlaçsız bir tanrı, yokluğun varlığını kabul etmek, bir tür hiçliğe boyun eğmek anlamını taşırdı ve böyle bir çatışkının sonu, kaçınılmazlıkla düşlemsiz bir anakronizme, katıksız yanılgının anlamsızlığına kapılacağı, boşluğun içinde boğulacağı içindir ki, düşünüldüğünün aksine, ne yazık ki, tanrıyı yoksamanın, yokluğunun kanıtı olurdu, giderek onu yoksamanın yüklenimine, kolaylıkla kabullenilir bir işlevine dönüşür, dönüşebilirdi... İçlerinden biri açıkça düşünüyor ve savlıyordu ki; gerçekte tanrıyı yalnızca anımsıyorum ben, şimdi, şu an; yaşıyorum onu ve gelecek için ön görmeyi tasımlıyor, vecd içinde öneriyor, sunabiliyor, ileri sürebiliyorum... Başlangıçtan beri duruyor ova... Yalnızca sözlere ve tutuşan dillere inanarak bağlandıklarını bilmiyorlar mı onlar, düşünmek derinde gözlerimizi kapamak ve bile isteye kendinden geçerek, vecd içinde, bir şey düşünmüyor, düşleyemiyor olmak değil midir... Tanrı neyin metafiziğidir ki, varlığın metafiziği, soyut boyutlanımla ilgili bir şey düşünmemekle olanaklıdır, bir bilinmezliktir metafizik, dünyevi görselliği, bir biçimselliği olmayan ve ondan sonsuzca yoksunluğu... Gün ışığı ne yaptığını bilemiyordur ve yazık ki ne yaptığını bilmediğini de bilemiyordur, ağaçlar ve tepeler soy varlıklardır, saltık birer gerçekliktir, saflığın timsali, 'ol' buyuranın kült ve arı birer hamlığıdır onlar, dirimcil ve sonsuz körpelik, deneyimsiz bir acemilik, eylemsiz, hazırlıksız bir ilk elin, ilkinsiliğin, üzünçlü başlangıcın, otoistik, -mihaniki- pişmanlığıdırlar. Onun için tanrı eşdeğerlikle bizimledir ve sürekli yanımızdadır. Bakın tanrı nasıl da geziniyor yamaçlarda ve kendisiyle nasıl konuşuyor, soyluluğun sınırlarına vararak, kendisini karşısına alarak, tanrı budur işte... ''Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak / tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, / kanının topuklarından hızla dizlerine, beline yükseldiğini, / oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını / ve aklının köklerini yıkamasını duymak! / "Sağa gideyim," "Sola gideyim," demeyi düşünmeden / aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek, / ve tırmandıkça her yerde Tanrı'nın soluduğunu, / yanı başında güldüğünü, yürüdüğünü, / çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; / dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi / dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile / ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada. / Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması / sabahın sisinde, / ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın / ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska / altın ve gümüşten, göğsünden sarkan! / Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak / tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen / o vefasız yosmayı; / veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, / geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı / genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik derilerini. / Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, / kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı verircesine / ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh, / ama uçurumdan korkarlar, / oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün / yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri. / Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez bastığı yere, / sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, / bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; / bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; / pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla. / Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, / iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, / şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda / bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu ürkütmek için. / Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar / kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; / güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan / ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.'' Sonsuz soycullukta, algılanır kabullenimde, kutsanacak bir şey varsa çiçekler ve ağaçlardır, bilinmelidir ki tüm düşüncelerimizden, görüşlerimizden gün ışığı ve yamaçlar -daha gerçek-, daha değerlidir, bir arı, bir sincap, bir kelebek, vargı ve yargılarımızdan, bir açınsızlıkla daha sunulabilirdir, tartışma götürmeksizin varoluşun sarmallarını biçimlendiriyor onlar, düşlem ve düşüncelerimiz varlığın türevlerini aşamıyor, kendi göstergelerini sunamıyor, sınayamıyor... Düşlerimiz, tüm gerçelliğin gerisinde kalıyordur, tüm varoluşun, tansıklarımız; dünyanın şaşılasılığını aşamıyordur henüz, toprağın çocuklarıyız ve topraktan gelmekliğin tutsaklarıyız, çamurdan yaratıldık ve doğrunun hası olmaklığın bilinciyle, başka biçimselliklerde olabilmeyi bir türlü hak edemiyor ve katlanamıyoruzdur biz... Metafizik dediğimiz, tanrının, varlığın kendisidir, tanrının anlamıysa onu düşünmemek, düşünememek olmalıdır, ağaçlar, tepeler, çiçekler, ay ışığı ve güneşe, tanrı diyebildiğimizde, öyle sanılarla, öyle var sayımlarla dönüyor, dönüşüyor olabildiğimizde; tanrının; ağaçlar, tepeler, ay ışığı, gün ışığı ve çiçekleri 'kendisi' olarak görmemizi, bilmemizi istediğini anlıyor, sezebiliyor olmalıyız, düşünmeden varsamalıyız onu, kutsallıkla bağlanıp, sevebilmeliyiz, sorgusuz ve kuşkusuzca serimleyip, sunabilmeliyiz... Demek ki, o böyle istediği için seviyoruzdur onu; inanıyoruzdur ona, durukluğumuzun başka bir gerekçesi var olabilir mi ki, varsa canlı bilim kadrajının hangi silsilesinde yer alabilir ve kendini hangi biçimde ileri sürebilir ki... Tanrıda yaratılmışları seviyordur eminim... O böyle istediği için... Böyle düşünüyoruz biz onu... O böyle düşündüğü için... Görülerimiz dışındaki bağlanımlarımız, göksellikle yücelen kutlanımlarımız, acı veren bir belirsizliğin, adı sanı olmayan bir güvençsizliğin, sürgit ezilen benliğimizin cehenneminde yüzen sanrılarımız, korkularımızdır. İnsan, kesin belirsizlikte, kesinleyici bir sınırsızlıkla söylemelidir ki, -bir çelişiklik, çıkmazlıkla dolu çatışıklıkla, ezoterizmin temelinde bu vardır-, inanmaktan korkan bir hayvandır, teoreme bağlanmalıyız, çatışkı ve çelişkinin, eylemsizlik ve deneyimin denizlerinde kulaç atıyor olmaklığımız sürdükçe, yanılgı ve pişmanlıklarımız tükenmedikçe, bulantı ve çalkantıda bitimsizlikle sürüp gidecektir. Yaşamın tadı bilinmezliğindedir, hazzı belirsizliğin gizençli çekiciliğindedir. İnsan doğasıyla, yaşamdan sıkıldığını kavradığında, bezdiriciliğin süreğenleştiğini anladığında, bilineni de bilinmezlikle donatacaktır, o, onun yaşamın bir oyun olduğunu bilir, acılara katlanır, yenilir ve hiç bir şeyin değişmezliğine, olabilecek en düşük ve kabullenilirlik ölçeğinde, tanrısallığı aratmayan, gül kokusunda bir katlanılmazlıkla tepki verir, yüzyılların içinde alışkanlıklarda değişir, ne ki yaşamın değişmesini göremez, algılayamaz ve dehşet verici, şaşılası bir -şaşırtıcılıktır ki- istemez, istemeyebilir!.. Gerçekte, biz kimiz değildir soru... Yanıtı olan şey, soru olamaz... Biz biziz!.. Bu anakronik zamanlar, insanlığın kaynaştığı çağlar ve devinimin hızlandığı, alçaklığın evrensel tarihinin devreye girdiği ortamlarda, taraflar birbiriyle usa sığmaz düşünsel kavgalara girişir ve bundandır tuhaftır, felsefi derinlikler, yeni ve olağanüstü öğretiler ve reformist, insanüstü gerçeklikler ardısıra zincirden boşanırcasına meydanlara iner, ortalık ermişlerin panayırına döner ve ortalık birden gene sakinleşirdi... Bu sayfalarda yeri olmayan, kısa gün simsarları, düşünce hırsızları, belki yalnızca tanrıtanımazlar değilsede fason zındıklar, özellikle etik dışı, bilisizce soru üretirlerdi, inancın burçlarını sarsabilmek için, orientalist bakışlarla anlak sörfçülüğü yapan niceleri derdi ki, yoksulların afyonu nedir, peygamberler korkar mı, tanrının boynuzları var mıdır, şeytan zina yapar mı, süvari melodisiyle beygir koşar mı, koster zırhlı olursa da koster midir gibi sayısız saçmalıklar, kozmikomik derinliksiz, karşılıklı atışmalar birbirini izlerdi, ama dünya öyledir ki, her doğru bir gün eğri, her eğri bir gün doğru olabilir, yalan ve yanlış, salt bir doğruya ve katıksız gerçelliğe evrilebilir, her şey olduğundan başka bir görsellik ve içerikle süslenerek, adını gizleyebilir, biçimden biçime girerek dünyevi yaşamda kimliğini, niteliğini değiştirebilirdi. İşte ki, ulu olanın varlığında, onun adına, bu kimileyin mutlan, kimileyin düş kıran; us uçuran, dudak büktüğünde, göz bağcılığın cinnetlerine varan, belleği, benliği, kimliği ortadan kaldıran öğretilerden, çarpınçların elem bahçelerinden, bir defne tacı, kokusul bir manolya; buz beyazı renginde, bir sümbül ve menekşe bağı ki... Böyleydi ve o böyle istedi... Ve biz öyle yaptık... Karşıtların işbirliğiydik, dönüp duruyorduk ve çatışıyor ve uzlaşıyorduk, uzlaşıyor ve çatışıyorduk, sürgit... Doğrucul olsun ama bu engin öğretiler, yerin üstünde ve göğün altında, bir yenicillik ve değişen bir şey olmaksızın, Amon - Ra'nın öncüllüğünde, Uranos'un taştan ve tunçtan tanrıları adına, görkemli ve yeni tanrılarımızda ufuklarda belirirken, azalan ve yiten, artışan ve çoğalan, giderek birer yinelemeye dönüşürken, niceliğin ve niteliğin dolambaçlarında kolan vururken ve hologramlarsa bir gerçeksillik adına, tansıkların efendisiymişçesine ve hak tanır ve kutsal bir dünya uğruna, aldatısız bir yaşam için; böylesine ve acımasızca, coşkuyla, tutkuyla, ürküyle canlanırken, nasıl ileri sürülebiliyorlardı ki ve bize karanlıkların ölümünü aşılayarak, ışık körlüğünden kurtarmayı vaat eden nenler, azgınlıkla çarpışan doneler, varsağılar anlam denizlerinde nasıl adlandırılıyorlardı ki... İptidai Adem ve İlkeleri, Samuel'in Günlükleri, Eloah ve Gehenna, Zadokite Belgeleri, Yeşaya Kitabı, Öteki Bedenler ve Şintoizm, Nuh'un Kelamı, Süleymanın Bilgeliği, Habakkuk Yazıları, Eski Ahit, Putseverliğin Öncesi ve Sonrasından Şarkılar, Levililerin Vasiyeti, Hanok Deyileri, Sahra'nın Serap ve Su Tanrıları, Zındıkların Cenneti, Arami Görgüler ve Yazıtlar, Maorilerde Ruhsal Mastürbasyon, Kafirlerin Risalesi, Nahum Tomarı, Anti Tanrılar ve Ters Açılar, Resullerin Dikotomik Söylenleri, Talmudi Diyalekt, Buda'nın Geridönüş Vaatleri, Oturan Boğa ve Kırmızı Güneş, Bombaylı İsfendiyar'ın Düşleri, Çöl İlahlarında Din ve Mezhep Anlayışı, Mabutların Günahı, Zaloğlu Rüstem'den Kıssalar, Uranos'un Dinsiz Dindarları, Apis ve Hinduizm, Vulgata, Ölü Deniz Parşömenleri, Şeytan Baz Alınırsa Tanrı Nerede, Toynaklı ve Torakslı Solucanların İnsanlığı, Yemen Yazıtları, Müslim Olana Haldun'un Eleştirisi, Gnostik İncil Düsturu, Şamanistik Yergiler, Ko(r)kusuz Lisyantus'un Istırapları, Dekabrist ve Kartezyen Dünyada Goşist Yansımalar, 13. Havari, Maya ve Zapoteklerde Fitne, Sultanların Kara Kaplı Kitabı, Sümer Defterleri, Urartik Yazılar, Asuryen Fasiküllerin Açımı, Uyvar'ın Yalancı Peygamberi ve Yeni Tanrılar, Doha'nın Altın Sözleri, Akad Tabletleri, Islık ve Uğultuda Konuşan Sabbah, Birmanyalının Gizemi, Yehova Yeryüzünde, Antakya Kanonikleri, Musa ile Tevrat, Bağımsız Tanrılar ve Cennetizm, Ayetlerin Tanrısıyla Vaatlerin Şeytanı... Ne ki artık, sezgilerinde bu metinlerin, sonsuzca çatışan ve birbirine zıt belletilerle dolup taştığını görüyordu o, bir metinde tanrının buyruğunu yerine getirenin cennetlik olduğu söyleniyorsa, diğerinde aynı vargının ademoğlunu günaha boğacağı ve bir münkir olacağı ileri sürülüyordu. Birinin emirlerine tam tamına uyulsa, diğer buyrultuda kulların yoldan çıkmakla ve tanrıya şirk koşmakla eşdeğer tutulacağı belirtiliyordu. Azgın bir müşrik veya yadsımacı ya da günahkâr olacağı öngörülüyordu... Sonunda tanrının sonsuz sayıda bir yüzü olduğunu, zamanın akışında, yaratılmış ve yaratılacak olanların kozmik toplamının, yüceltilmiş bir verisi, bir yansıması olduğunu anladı, tüm öğretiler insan çığlığıyla, hiçliğin türevleri arasında dolanan algoritmalar, geçmiş ve geleceğin bireşiminde harmanlanmış, umarsızca düzenlenmiş, gelenekselin törpülediği ve kanıksanmış volkanizmin süslediği, herhangi bir çıkışı olmayan dışavurumlardı. Ölümcül bedeni ayağa kalktı ve paslı aynaya son bir kez baktı, orada ışık oyunlarının yalımında, biri giderek tanrılaşıyordu ve artık kadim hiç bir metnin, yazık ki kendisini cennete götürmekliğin bir güvencesi olamayacağını bildi... Ve zamanın umursuzluğunda, af ve bağışlayanın, ceza ve yargılayanın, saltıklıkla kendisi, diğer bir deyişle onu gerçekleştirenin; yalnızca insan orijinli bir nen olabileceğini gördü!.. Çıldırarak öldü.

15 Mart 2016 Salı

BİR FOTOĞRAFIN ANISI

Sevmek eylemdir. Anlam denizleri, emel denizlerine karıştığında imgeler sonsuzlaşır ve kavramlar fırtınaların eşliğinde savrulur. Ten bu yüzden ölümlüdür, anlamların sonsuzluğuna yenik düşer. Bir imi, bir kavramı ele geçiren ten onu sahiplenebilmek için çaba gösterir, sahiplenmek mülkiyettir ama Latincede sanırım, mülkiyet demezlermiş, elde tutmak -edinmek- derlermiş. Bir gün zaman yolcularından biri dedi ki, yolcu aradığı vahaya bir gün ulaşabilir, kevserle yunup yıkanarak, meyvelere el uzatıp, cennet hurmalarının tadına bakabilir ama onu gözünün önünden ayırmamak, ona sahip olmak olayın tüm gerçekliğinden zordur. Çünkü uzayda her tür madde, cesamet ve türdeş galaksiler, nasıl birbirinden giderek uzaklaşıyor, sonsuzca genişleyen bir evrende, çoğalıp, sınırsızca artınırken, gerçekte azalıyor ve birbirimizi artık göremez hale geliyorsak, işte tam da bu nedenle, her şey birbirinden hızla uzaklaşmakta ve varlık çoğalırken, tüm evreni, boşluğu, sonsuzluğa hükmetmeye çalışıp kapsarken, diyesim kalabalıklaşırken, yazık ki giderek hepimiz yalnızlaşmakta ve azalmakta ve şaşırtıcılıkla yok olmaktayız. Bizler birbirimizden, ayırdında olmaksızın uzaklaşırken bazen çarpışmalar, çarpıntılar denizinde birbirimizle karşılaşmalar, kısacık anlarda sonsuz mutluluklar yaşarız, yazgımızın, algı kapılarına yansır kaozmotik oluntunun, bir kopma, bir ayrılış ve evreni çoğaltma adına kendimizi yalnızlaştırdığımızı bilmeden, giderek birbirimizden uzaklaşmadayızdır. Bu bizim kaçınılmazlığımızdır ve bu tür bir bilincin melankolisidir aşk. Ayrılış kesindir ve madde saltıklıkla kendisidir, özüdür ve ikinci bir tözü sonsuzca barındıramaz, kopma ve parçalanma bir olmazsa olmazlıktır. Belirsizliğin okyanusunda, plazmaların, denizellerin çalkantısında, sevginin yakıcılığı; hep bir boşluğa yakarışımızın, acıklı öykümüzün, anlamakta, algılamakta zorluk çektiğimiz özlemleridir, ulaşılmazlığın acıları, yalnızlığımızın serenatları ve karanlık kozmostaki kaçınılmaz korkularımızın dışa vurumudur görüngüler ne yazık ki... Şunu bilmeliyiz ki insan yalnızdır, aşk paylaşmaktır bu korkuyu, beraberlik ve kalabalıklardaki yitişimiz, bu ürküncü giderme adına attığımız adımlardır. Yaşam böyle geçip gidecektir, ta ki tanrımıza kavuştuğumuz ve onun sevecen kollarında sonsuza dek ürkülerimizden kurtulduğumuz ve sonsuz uykularda artık başkalarının, öteki canlıların moleküllerinde, genlerinde ortak varlığımızı, canlılığımızı sürdürene ve gerçekte korkularımızın, aşkların, kalabalıkların, polarislerin, kozmosun, evrenin, galaksilerin bir parçası ve hiç bitmeyecek bir şarkısı olduğumuzu anlayana dek. Bundan ötürü ölüm yoktur, aşk sonsuzluktur ve yalnızlığımız -yalnızca- bir illüzyondur. Sevmek; sahiplenmek, tutabilmek, yan yana olmak, ondan ayrılmamak -kuşku verici söylemler doğuruyor gibi olsa da- konuya estetik, ezoterik, hermeneutik deyimlerle yaklaşmaya çalıştığımızda belki de özgürlük anlamına geliyordur, bir saflığın, arı olanın başka bir simya / kimya ile sarmaşası / karmaşası sonucu elde edilebilecek, kristalize ışıklar saçan, renkçil illüzyonlar. Yeni bir mavi topaz, başka bir dünya!.. Yaşamsal olanı denemenin bezdirici yolları diyebiliriz buna, ah bu söylenir mi, büyüleyici yolları demeliydik, bir mutluluğa, esenliğe varmaktan niçin kaçınmalı ki!.. Kitap, bilgi aydınlatıcıdır. Ne ki kötücül olan, kötümserlikte bir düşüncedir sonuçta, sevmek nedir dediğimizde; varlıktaki aşkta kendiliğinden belirecektir, göze çarpacaktır, oraya doğru ulaşıldığında şöyle düşünebiliriz; İnsan büyüye, keramete, tansığa bağımlı bir yaratık, sanki onlarsız yapamıyor, inancın temelinde ne var, bir tür büyü, illüzyon, bilimin temelinde ne var, gene o, neden, siyanürün yakıcılığı ve trinitrogliserinin patlayıcılığı karşısında bulgun olan kişi büyüye kapılmıyor mu, esrimeye... O an coşkuya kapılmayan beton otlaklara, yanlış kulvarlara yol açan bir bilisizdir ne yazık ki, edimler, beklenti ve sonuçlar coşturucu olmasaydı, büyüye kapılma hallerini yaşamasaydık, bir solucan gibi yaşardık biz, o eşikten gelmiş olabiliriz ama henüz oraya gidebilmiş değiliz!.. Değişim için kesinlikle önceyi, uzamın eskil akışını, geliti ve zamanı eleştirmeliyiz ama süreğenin periyodik dilimlerle, gözlemlenebilir parçalarına yenilip gidiyoruz biz, bir sonuç elde etmeksizin düşünmeliyiz ve düşüncelerimizin, düşünsel sistemimizin kökten değiştiğini anladığımızda, yeniden yapılandığını sezdiğimizdedir ki ütopyalarımızın birer gerçek olabileceğini bilmeliyiz. Bugünkü dünyamızda bir ütopyayı gerçekleştiremeyiz, bu biçimsel olur, düşüncenin kırıntıları, kırpıntıları, toz ve pasları bilincimizin derinlerine bulamaç ağırlığında çökmüş, hacim orada gizleniyor, tortular yuva yapmış ve gerektiğinde sayısız, ilkel kordalı benliklerimiz ve mihaniki, geleneksel düşüncelerimizin atalar birliği, görkemli bir ortaklığın öncülüğünde, düşsel zombi taburları ve muhafız alayları gibi ortaya çıkabiliyorlar, kendimi tanıyamadım, bugünkü uygarlığımız için söylenebilecek bir belirteç ve geçerliği kabullenilmiş bir sözcük olmalıdır, tüm insanlığın içinde, görünmez, bilinmez bir hışım, ortak bir kanseverlik, dağılıp pay edilen bir hıçkırık ve şaşaayı doruklara sevk eden bir marşandiz birliği var, tutsağın konumunu benimseyebildiği, suçun bölünerek pay edildiği, cezanın kutsanarak yenebildiği tuhaf bir insanlık alayı, karalar bağlamışız demek savrulmaların kuyularına düşmek olur ama tüm insanlık, naturasının mayalandığı o derinlikte, koyu, görünmez bir karanlığın dibinde; işbirliğinde içinde!.. Sevmek eylemdir derken, hareket sonsuz küçükten, sonsuz büyüğe varlığını hep sürdürüyordur, devinim görecelidir, durağanlık bilinir ki bir algıdır, olanaksız olan sabit donma ve sıfır noktasında ki mikro akış ve değişimi görebilseydik, uzak dünyalara gidişimizin zahmetli ve belki de karşılıksız bir çabanın ilkel güdülerinden başka bir şey olmadığını anlayabilirdik. Çünkü gerçekte, biz hareket ederken varlık oraya ulaşmıştır bile ya da biz vardığımızda onlar beklemeyip, yok olup gitmiş, başka bir elest alemine geçip gitmiştir. Ölüm bu nedenle bir hiçlik değil bir hiçtir. Algı sınırlarımız ve kavrama gücümüzün, ne yaparsak yapalım henüz eşiğindeyiz biz, bir gün hiç devinmeden, hareket ediyor olmaksızın, yola çıkmadan ve maddeyi boşunalıkla yorup, kendimizi avutmadan, ilkel dürtülerimizden kurtulduğumuzda, her şey -deyim yerindeyse- ayağımıza gelecek ve her şeyin biz ayağına gideceğiz ama bu bir algı ve soyutlanım olacaktır ne yazık ki... Soyut nesnel olmayan gerçekliktir belki ama tanımların yetersizliğidir bizi kuşatan!.. Pi sayısının varlığı somut bir soyutlamadır ve soyut bir somutlamaya yarıyordur ve bu sistematiğe verilebilen bir örnek olabilmelidir artık. Sonuçta somutta soyuttur veya soyut olan tam bir somutluktur gerçeklikte diyebiliriz. Sübjektif, sanal bir yer değiştirme ve maddenin ya da tözün bir an için ötekinin yerine geçmesiyle, kutupların yer değiştirmesi, reaksiyonlarda olabilecektir bu tür bir gerçeklik, soyutun somutluğu bu olabilir, yaklaşımları sonsuzlaştırabiliriz de, somutun soyutluğu sosyal yaşamda hep karşımızdadır, öyleyse biz düşünüldüğünde, ayrımında olmadan evrenin sonsuzluk dediğimiz kıyısındayız, bir ölümün içinde varlığımızı sürdürüyoruz doğallıkla ve değişkenliğin gerçek gizlerini kavradığımızda, belki de sonsuz mutlanı yakalayacağız, ne demekse o dememeliyiz, ilkel dürtülerimiz bizim olmazsa olmazımızdır, düşünce ve algı kapıları da; inanın ki bir ilkelliğin varyantları, eşikleri olabilir, düşünce belki de aşılması gereken bir zorunluluk, ötesinde ne var peki diye sorabiliriz, düşüncenin berisinde olanın ne olduğunu sezebildiğimizi düşünüyoruz, daha ilkel ve gerçekliği anlamakta zorlandığımız, daha kapalı bir dünya ve iplerin elimizden dahasıyla çıkıp gittiğini varsaydığımız, bulantı, kaba ve basit karmaşanın algılanamazlığı ve yavaş körlük diye tanımlayabiliyoruz onu, öyleyse düşüncenin ötesinde gerçekliği anlamanın daha coşkulu, daha uçsuz bucaksız ve doyurucu ayrıntılarına, çeşitlemi sonsuz olabilecek derinlik ve görselliklerine kavuşabiliriz belki de... Onlar ki derya içredir, deryayı bilmezler, belki de deryanın ne olduğunu anladığımızda, bugünkü düşüncelerimizin gerçekten bir ilkelliğin, bir başlangıcın zayıf ve ışıksız notaları, bizi hiç bir zaman aydınlatamayacak verileri, kablotik noktaları olduğunu kavradığımızda, büyük bir şaşkınlık yaşayabiliriz, düşünsel boyutlarımızın, cismani varlığımızın paralelinde kısır bir gelişme, cılız görüngülerin, sönüp yanan kıvılcımıdır eşliğinde, gökler hakimi Gordon'un, evrenin yüzde dördünün efendiliğine soyunup, yüzde doksan altısının kendisini gözetlediğini bellediğimiz de, belki de kendimizi tanıyacağız ve tanrımıza da acıyacağızdır artık!.. Tanrıyla alıp veremediğimiz ne demeyin, o bize kılavuzluk ediyor, rehberimiz bir yerde ve onunla söyleşerek geldik bu noktaya, arkadaşız onunla, seviyor, kızıyor, küsüyor, tartışıyor, ağlıyor ve yeri gelince boşanıyoruz!.. Öyleyse düşüncenin ötesine geçmeye çalışmalıyız ama bedenlerimizden kurtulmuş olmamız gerekiyor, bedensel bir omurga kendi varlığını sonsuza dek savunur, bir fil sonuçta bir fil olmak ister, evren onu inanın bu noktada ilgilendirmiyordur, onun için gerçekliğin kabulü ancak kendi varoluşuyla olasıdır, kendini unutma, yoksama gibi gelebilir düşüncelerimizi tümüyle aşmak, zorluk bu nedenle buradadır ama düşüncenin eşiğine gelmiş 'insansılar' bu konuda umutlu varlıklardır, o kendini tehlikelerin kucağına atıyor, gözü pek ve sorgulayıcı, biz kimiz, neyiz, nerdeyiz ve neden varız diyebiliyor, bu soruları geçtiğimizde, ilkin tanrımızla karşılaşacağız ve bu kaçınılmazlıkla ilkel olmasını düşündüğümüz yaratıcımız, belki de bizden özür dileyecek, çünkü gerçeklik beklentileri karşılamıyor çoğunlukla ama beklentilerin düşüklüğü bazen o denli şaşırtıcıdır ki, ötekinin, tanrının bizi aldattığını bile düşünebiliriz ya da bunca sanrının boşunalığı karşısında dilimiz tutulmayacaktır artık inanın, karşımızda kusurlu gibi durabilen ilk elden bir tanrı karşısında, yolumuzu aynı sakinlikle sürdüreceğizdir ve ezeli sorunumuz 'hayatın ve ölümün amansız baskılarından' kurtulabileceğizdir artık. Büyü bozulmuştur bir kere!.. Tanrı belki de elimden başka bir şey gelemezdi diyecek ve bizimde bir tür tanrı olduğumuzu kabullenip, anlayacağızdır o zaman, ama 'göğün altında yeni bir şey yoktur'. Öyleyse gizler varlığını sürdürmek zorundadır, çünkü sonsuz bilgi ve gizeme ulaştığımızda yaşamın bir anlamı olamaz. Ölüm işte gerçekte budur. Gerçek bir ölüm katıksız anlamsızlığa sürüklendiğimiz anın / zamanın ta kendisidir ve yalnızca o bizi ölüme sürükleyebilir. Ölüm anlamsızlığa, sonsuz bir anlam boşluğuna düşmektir. Bu nedenle şu tür tümceler kurarız, bilinmeyen, görünmeyen bir dünyaya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa gitti... Ölümün gerçekten bir hiçlik ve boşluğun içinde salınmak olduğundan emin olabilseydik bu tümceyi kurmazdık, cennet ve cehennem gibi kavramlardan da emin olsaydık, kimse için o cennete gitti artık demezdik. Bize yaşamdan ayrılmakta anlamsız geliyor elbette ama daha ötesini cennet ve cehennem kavramsallığıyla sürdürebiliyoruz bugün, kurgularımız var çeşitli boyut ve söylemde, ne denli saçmalıyoruz demekte saçmadır, fil, fil olmadıkça varlığını sürdüremiyorsa eğer; öyleyse düşüncelerimize katlanacağız, bir enginlikle karşılayacağız onları, eşiğin ötesine geçmedikçe, geçemedikçe bizim tanıtımız bu olabilir, bu yüz bizim, biz oyuz. Eşikten geçtiğimizde bir şey değişmediğini görsek bile, eşik bizi kendi skalasına tutsak ediyordur, düşünceler değişmek için vardır ve değişmeyen şey utanç verici bir gerileyiştir insani ölçekte, dünyevi bir aczin görüngüsü, üzünç doluysa da, gerçek dediğimiz şey budur işte... Öyleyse dua edelim coşkuyla, neden, başka bir ritüeliniz varsa onu deneyin, onun için. Ön yargılarımız bizi engelliyor biliyorum ama çaba, emek, erek, arayış, sorgu ve sonsuzluğa duyduğumuz özlem her şeyden kutsaldır!.. Bizde kutsalız. Unutmadan belirtmek gerekirse, Borges'in bir öyküsünde, evrenin gizine ulaşıyor bir mahpus, dilerse hücresinden kurtulabilecek, hatta onu oraya layık görenleri cezalandırabilecek ama yapmıyor ve diyor ki evrenin gizine ulaşmak bu denli dünyevi ve bir anın belki de acı veren görüngüsünden kurtulmak için bağışlanmış ayrıcalık olsaydı, öğrenmeye ya da gizine varmaya değer miydi diyor, buradaki anlamı kavramak çok zor, dünyevi ve günü birlik yaşamımızda, bu tür sahip olabileceğimiz hiç bir olgu ya da armağan, bir bardak çay için bağışlanmaz bize, sonsuzlukta yazgının dokunulmazlığına, kendi iç dinamiği dışında dokuncada bulunmak belki de yüz kızartıcıdır, bilinemez ama bizler evrenin hapishanesindeyiz -doğal olarak-, kurtulduğumuzda düşüncenin hazzıyla dolu denizinde yaşayanlar ayrıcalıklı bir yaşamın moleküler bileşiği olarak kutsanabileceklerdir belki de, bu bir niteleme ve kategori olarak algılanmamalıdır, bir dilek ve bir görüştür bu, her şey böyle değil mi, saçma gelebilir ama bugün market ve meta kapitalizminin robot ve barkotlarının içi parlıyor olabilir, tüketici toplumunun birey ve primatları gerçekte birer köle ve atıl yaratıklar; aralarında kraliçe arı ya da arı beylerinin olmasının hiç bir anlamı yok, onlar yetilerimizin ve yeteneklerimizin ulaşabildikleri varoluş biçimlerinin figürü... İleri gittiğimizi ve düşüncenin kavurucu sıcaklığına tutsak düştüğümüz kanısına kapılabiliriz, sanılarda ezim verebilir bizlere, anlamak güç ve savların kanıtlanması olanaksız ama düşüncenin biçim değiştiren varyantlarında bir gün yine karşılaştığımızda birbirimizi anlayabileceğiz, bu olamaz; ne olabilir ki, her şey oluyordur da ayrımında değilizdir belki de, demek istenilen şudur ki, düşüncenin üstünde bir şey yoktur, ne para, ne mülkiyet, ne dünya, düşüncenin sonsuzluğu her şeyi kapsıyordur ne yazık ki, bir yaratık gibi yaşayabiliriz, ot kokulu marmelatlar dağıtabiliriz kurbanlarımıza, onları silolara, antrepolara yığabiliriz ve afra tafralara kapılabiliriz, bu aslanın görkeminin, beton otlaklardaki gücünün, orman krallığına dönüşmesidir. Orman; filler, maymunlar, uçurumlar, sırtlanlar, sansarlar, kuşlar, kelebekler ve krallar. Düşündüğümüzde bir komedinin varlığını aslanın duyumsayamayışı, komedinin trajediye dönüşmesi olduğunu anlamakta zorlanmamızı gerektirmez, ne ki, düşüncenin kendisi giderek yoran ve yok eden bir dalgalanım ya da çarpınca dönüşebiliyor ne yazık ki, düşüncelerimiz özneldir belki de demek, uzayın sonsuz boşluğunda bir mola istasyonu ve dinlence planetinin ışıklı denizleri de olabilir, biz henüz her şeye gereksinim duyan, düşünceler içinde boğulup, ayılan bir bebek evrende, evrenlerde, dünyevi ve geçici varlıkların gölgeleriyiz!.. Sevmek eylemdir. İnsan tek başına hiç bir şeyi gerçekleştiremez, anlamı olamaz, hiç bir insan tek başına bir şey gerçekleştiremedi, Einstein bir önceki teoremleri anlaşılır hale getirdi, Marks, Hegel'in görüşlerini ayakları üstüne dikti, Tesla var olan bulgulara usdışı, olanaksız diye nitelediğimiz, çeşniler kattı, Edison yumurtaların üzerine yattı, her şey birbiriyle bağımlı, bağlantılı ve gerçekte olağanüstü, anlaşılmaz denebilecek hiç bir şey yok yaşamımızda, bizim algılarımız ve kahramanlıklarla dolu söylencelerimiz ve tutkularımızdan başka... Magellan iki yüz elli kişiyle yola çıktı, Delkano dönüşte arboletiyle tek başınaydı, iskorbüt ve yerlilerle savaşan barbar Ferdinand dünyanın döndüğünü kanıtlamak isterken, döngünün ne olduğunu kavrayamamanın tuzaklarına kurban mı gitti... Niçin, dünyanın öbür ucundaki yoldaşları ve hemcinslerine yaranmak için, kral ve tebaası uğruna... Kolomp vardığı yerin Hindistan olmadığını anlayamadan sonsuzluğa kavuştuğunda, Ameriko Vespuçi burası yeni bir gezegen dedi, Merkator'a göre dünyada başka ve hiç bilmediğimiz pek çok yeni gezegen vardır, Antarktika, Kuzey Buz Denizi'nin derinlikleri, Pasifiğin gizleri ve toprağın demirle kızaran nükleidindeki gerçek ve bambaşka planetler, onlar bizi biliyorlar diye düşünebiliriz, ama biz onları bilmiyoruz, keşif bilinmeyeni bilmektir doğallıkla... İnsan henüz neyi biliyor ki, peygamberleri öldürmeyin deme aşamasında, bilgeleri sevelim sevilelim diye acınası bir mottonun kurtuluşumuz olacağını sanıyor -haklı olarak-, bilim insanları atomu parçaladık diye seviniyor, oysa yanardağların Etna'da, göktaşlarının Tunguska'da, Yukatan'da açtığı yaralar atomu binlerce kez parçalamıştı bile, güneşteki helyum ardiyelerinin bitimsizliğinde gizlenmiş nöratif böcekler, hücreler, her saniye maddede, sonsuz küçüğe doğru gidip gelmekteler ve güneş başka güneşlerin milyarlarca milyarlarca milyarda biri, kara delikler, her an eski cennetleri, cehennemleri yutmakta ve yenilerini yaratmakta, biz hiç bir şey bilmiyoruz demek acı veriyor elbette ve biz yalnızca kendimizi biliyoruz henüz. Biz minik, manik bir Vezüv'üz. Sevmek eylemdir, düşünce gibi, evren gibi, insan gibi ve 'eylem' gibi!.. Bir fotoğrafın öyküsü neden bizi buralara sürüklüyor, neden anılarla uğraşıyoruz, neden kabımıza sığamıyoruz, neden güzelliğin acıları, düşüncenin cehennemi alışkanlıklarında yok olup gidiyoruz, neden gülüyor ve ağlıyoruz, ne istiyoruz biz düşünebiliyor olmaktan ve acaba öyle miyiz... Fotoğrafta on yaşlarında olmalıyım, yanımda görünmeyen kız kardeşim -o gün onunla da bir fotoğrafımız vardı- sekiz kardeşin dördüncüsü, bu kiklopsa sonuncusu!.. Bu fotoğrafta şu görünüyor, bir şey yapmak istiyor insan, yanılıyor olabilirim dememem gerekir, yanılıyor olabileceğimi düşünebilirsiniz demek daha doğruca, kısa şortu o güne dek ne görmüşüm ne giymişim, tişörtü de öyle, yıllarca diğer kardeşlerimden kalan giysileri kullandım, yakası kürklü haki bir mont, yılların içinde kayboldu ama hakkını verdim, bir trençkotu daha fazla gereksinimi olan bir çocuk götürdüğünde şaşkınlığı içimde kaldı... Bende çocuktum!.. İşte ayrılıkçı bir başlangıç, işte anlaşmazlığın eşiği ve işte onulmaz egoların savrulmalarında birbirimizi yok etmeye doğru giden viyadüklerin karanlığında, gündüz güneşinin dolambaçlarında, uygarlık kavramıyla süslediğimiz ışık körlüğü!.. Thriller'in başlangıcı!.. Kız kardeşim kendi varlığında beni bir obje olarak; tüyü yitmiş şapkacığı hafifçe başıma kondurmuş ve çelimsiz cılız bedenin bir nen olması gerektiğini, kendi varlığıyla özdeşleştirerek, Denizli'de şimdi adını anımsayamadığım bir fotoğrafçının karanlık odasında sonsuzlaştırmak düşüncesiyle yanıp tutuşmuş, kendisiyle var olacak, paydaşlık sanısı uyandırabilecek bir tinselliği arıyor. Abartıların masallar diyarında yitip giden ölülerimiz gibi!.. Düşlerimiz, geçişler, özlemler, beklentiler kusursuzluk barındırmaz, örneğin her şey tamam ama ayakkabı olması gereken değil, olan, varlığımızın, bizim kurtulmak istediğimiz var oluş biçimlerimizin bir göstergesi; o naylon ve çamurlu yolların yoksul dünyasının ucuz ve kolaycı çözümüydü, ayakkabı görüngüyü ele veriyor. Ne olursa olsun... Bunun ayrımındaydım ben, çorap olmayışını bir avantaj saydım, doğruları dünyada herkes bilir, bizi ayıran eylemlerimiz ve -konumlarımız- sosyal varlıklarımızdır. Görüntülerimiz ve vardığımız sonuçlar bizim somut belirtiler yaymamıza, kendimizi tanımamıza ve tanıtmamıza yarar. Fotoğrafçı mı, kız kardeşim mi anımsamıyorum, ayağını tabureye uzat dediler, öyle yaptım, üstelemediler, çeki düzen verirken zorlamadılar, obje o kadar saf ve dünyayı tanımanın eşiğinde bir özne ki, yalnızca bir gözlemcidir artık o, bir krizalittir, doğacak ama doğmamış ama bilmediklerinin çokluğu karşısında yalınlık, onu neredeyse kusursuz kılabiliyordur ne yazık ki!.. Ayakkabısı tek günahı!.. Bakışları çocukların cennetlik olmasını yakınlaştırıyor, yine de serçe gagası burnu ve kıvrık dudağı ilerde her şeye seyirci kalmayabileceğinin nedenselliğini anıştırabilir. Organik belirtisi... Kardeşim o gün mü beni kadınların o dile pelesenk hamamına götürdü bilmiyorum, iri yarı bir kız, belki de kadın beni sevecenlikle karşıladı, tümüyle mi çıplaktı anımsamıyorum, ama işte gerçek bir gizdir bu, aşırı derecede geniş endamlı bu Havva ana, -çocuklukta bütün dünya sandığımız bizi çevreleyen dağların, ovaların büyüdükçe nasıl küçük birer patikalar birliği olduğunu, ışık yıllarından uzakta tarlaların yokuş aşağı birer taşlı yollar olduğunu şaşkınlıkla görüyoruz. Bilinmez, küçüklüğümüzde her şey büyüyor, büyüdüğümüzde her şey küçülüyor- öyle gösterişliydi ki, iri yarı, devasa kadınlara olan göksel ve kutsal bağım oralardan geliyordur, onlara tapıyorum, küçük, sonsuz bir utangaçlık içinde, belirsiz bir dünyanın, içgüdüsel dürtülerini algılama yollarında, onu hayal meyal sezebilen, günahların kaçınılmazlığının ayırdına varmak üzere olan bir hoplite, biri kucak açar ve belki de yarı alaylı, içten gülücüklerle, gamzeli kahkahaların eşliğinde, çocuğu ilkel korkularından, utançları ve utangaçlığından sıyrılmasına yardımcı olursanız ve bu bağdaşıklık bir sakınmasızlığa, ürkülerinin dağılmasına yol açan bir melekliğe dönüşmüşse, o size yaşamının sonuna kadar tapıncalı, görünmeyen bir sevgi duymakta ısrar eder. Ne masum, ne anlaşılmaz, ne günahkâr, ne kelebeksi bir düşler alemidir şu dünya... Geçmişteki o sular evi'nden anımsanan, yalnızca küçük bir kalabalık ve o dirimcil, yaşam sevinciyle dolu Havva'nın sunduğu, insan olmaklığın mutluluk veren güler yüzü ve bir insan yavrusuna kucak açışının görkemli izleri ne yazık ki, artık unutulmaya yüz tutmuşlar... O anılar tapınağım gibiydi, ama diğerleri bir eksilti değil, kutlu birer gölge olarak varlıklarını sürdürürler yaşamda, bir ayrıcalıktan ziyade bir olgu bu... İç dünyada silinip gitmekte olan bir anının, zaman zaman canlanışındaki, bitmeyen bir borç duygusunun, bir türlü ödenmediği kuşkusuyla küçük bir göz yaşı veya inleyişin tanrısal yakarılara dönüşen, anlaksal görüngüleri... Bir gün biri sizi elinizden tutabilir ama bilinmez ki sizin bir sıcaklık duymanıza yol açamayabilir ve sizi yalnızca bir bakış kucaklar ve hiç bir zaman o borcu ödeyemediğiniz kanısına kapılabilirsiniz... Sevgi ve sevecenlik imgelemde sınırsız görsellikler sunabilir. O kadının, görkemli gülümseyiş ya da çınlayan kahkahasının sıcaklığında, sesinin ve suyun şırıltısında, yüzüklerin kardeşliğini duyumsamıştım ben... Yüzükler değil parmaklar kardeştir gerçekte... Onun adı Gülistan, Gülizar, Gülayşe ya da Gülseren olabilirdi, belki de onlar anımsanmakta zorluk çekilen geçmişin ayrı birer siluetleridir. Kardeşlik ve sevgi çocuklukta gerçekten duyumsanabiliyor ama sonra neden ayrılıyor dünyalar ve neden kuşkuların karanlığında kederler içinde boğuluyoruz biz. Ne değişiyor ve oralarda birden neler oluyor anlayamıyoruz, ne felsefe, ne bilim, ne deneysellik, ne kapitalizm, ne algı kapıları, ne evrenin gizleri bu konuda bir düşünce birliği ve kör bir döngüyü, o karanlık noktayı ele geçirmemize yardımcı olamıyorlar. Belirsizlik sürüp gidiyor olasılıklar denizinde, ne var orada, ne var, evet, bir şey var ama ne, bir türlü çözemiyoruz, bilemiyor, kesinleyemiyor, yaşamın gemi azıya almış, çılgınca akışında belirsizlikleri aşamıyoruz. Onun kozmolojik karanlığı, o noktada kendini ele veriyor ve yine o noktada saldırganlık dürtüsü, şiddetin genleri yaşam labirentimizin içine birdenbire doluşuyorlar ne yazık ki ve sanki ancak ölümler kurtarabiliyor bizi ölmekten!.. Böylesi bir yaşam burgacı, böylesi bir bahar dolambacı ve böylesine bir tuba ağacı olabilir mi... Tanrım sen neden kucak açmıyorsun bize, neden yardımcı olmuyorsun, yol göstermiyorsun, bak çocuklar ölüyor, bak gölgendeki ağlıyor, bak yaratılmışlar şeytanla işbirliğinde, olanların ve olacakların hepsi senin elinde biliyorum, ama o an, orada neler oluyor söyle, söyle ne var orada!.. İşte günlerimiz, yüzyıllar gibi geçip gidiyor!.. Söylemiyorsun!.. Gülayşe, hayır Gülizar, yok oda değil Gülseren'dir belki de... O nerede, ne oldu ona, hiç olmazsa onu söyle... Öldü mü!.. Seni anlayamıyorum!.. Yazacak çok şey vardı ama... Söz bitti.

10 Mart 2016 Perşembe

MİZAN BURCU

Olay tümüyle gerçek... Cihangir'de bir kafede oturuyor, gelip geçenleri izliyor, bir gözlem altındalarmış gibi insanların davranışlarını kavramaya, ılık bir öğle üzeri anlamaya, tanımaya çalışıyordum, daha önce hiç düşünemediğim şeyler onları ya gülünç kılıyor, ya da davranışlarının gerekçelerinin hiçte bilip, sandığımız gibi olmadığını görüyordum. Örneğin köpekli insanlar birbirleriyle karşılaştıklarında kırk yıllık dost gibi davranıyorlardı birbirine, hayır, daha önceden birbirlerini tanımıyordular, öyle ya da değil, köpekleri birbirine atılıyor, olmadık oyunlar sergiliyor ve köpekli sınıf diyebileceğimiz bu zarifi insanlar, zorunlu olarak lafa tutuşuyorlardı. Stres belki bu yolla atılıyor, kalabalıklardaki yalnızlık yeniliyor ve kısa süren bir mutluluk yaşıyorlardı. Şunu söylemeden geçmemek gerekir, uzun süren bir mutluluk kıvılcımı olamaz, belki kendisiyle barışık insanlar vardır, bu zaten bir yetenek, sorunların çözülmüşlüğü belki nedendir, olabilir ama, her yerde, her semtte bu tip insanlar varsa olay bir açıdan bakış açısıylada ilintili olabilir diyebiliyorum. Mutluluk atalete yol açar gibi algılanabiliyor, sorunlu ve bunu alışkanlık edinmiş insanlarda, oysa yaşama, hep kederli ya da alelacele varsayılan tepkiler, algılar ve edimler birliğiyle gergin bakıyor olmak, bizim insanlarla, insanlıkla iletişimimizi bozuyor, kazanabileceğimiz şeyler bir kayba dönüşüyor, bilinçli biçimde yalnızlaştığımızın ayırdına varamıyoruz, gelecekte başarılı olsanız bile bir nedenle, gerginlik ve keder, olumsuz, negatif bir kişisellik, nobran bir yapının eril zorunsallığı, düşünmesizce yüzen 'hayat balığı' ya da cadılaşımın sürüklediği bir femmefatalelik insanı mutsuz kılmak bir yana yaşamdan alabileceği şeyleri en aza indirgeyebiliyor, bunun ayrımına varamıyoruz. Bekleyin ve görün, büyük bir olasılıkla yaşamsal sorunlarımızın, bizi engelleyen, mutluluğu bırakın yaşamda bizi nevrozlu ve uyumsuz birer yaratığa dönüştüren durumlar, versiyonlar kendimizden kaynaklanıyor. İyilik meleği olmak, şeytani görünmek, melankoliye tapar hale gelmek ya da sinikleşmek değil dile getirmeye çalıştığımız... Düşünceyle alabildiğine ortak yaşamak, simbiyoz yaşamı tek bir vücuda dönüştürüp, özdeşleşir olmak ve sorunlarımızın kaynağını belirleyebilir hale gelmek ve kendi önyargılarımızın tutsağı olmadan, daha objektif ve daha derinlikli olmayı başarabilen, erdemle, enginliğin dolambaçlarında kolan vuran tanılara ulaşabilmeyi amaçlayan, çözümler üretebilmek amacımız. Gerçekte, insanca ve olması gereken yaşamsal varoluşla, kozmolojik derinliğin saltık nedeni sayılabilmelidir bu!.. Yaşam bizi perişan ediyor demek bir kaçış, kolaycı bir teslimiyet, utancası bol bir yenilgi, dengeler yaratabilmek neden bu denli zor olabiliyor, maddi gerçekliğin ağlarında, bizi tutsak eden dünyalarında, ehvenci bir tutumun, yüz kızartıcı kolaycılığın, basite indirgenmiş, ruhsal çözümleri bir çırpıda kendimizce üretebiliyor olmak, deyim yerindeyse yaşam karşısında bizi geri bırakıyor. Yenilgiler, dahası acılarımız, ezilmişler ansiklopedisinin sayfalarını değişmeyen bir yazgıyla süslemekten kaçınmıyor artık ve bu bizim göz alıcı özelliğimize dönüşebiliyor o bildik periferisinde, -olay ufkunda- , bir ayrıcalık ve kimselerde görülmeyen kutsanır bir vuzuha, bir tür ermişlik ve aydınlığa, mazohist, olmazsa olmaz zevklerimize, acınası bir gösteriye dönüşebiliyor artık olanlar!.. Acılardan kahramanlık yaratabiliyor insanlık, ezilenlerden de kahraman, garip gelebilir söylem ama derinliğine düşünüldüğünde bir alış veriş bu ve karşılıklı bir söylem ve alışkanlığın bıktırıcı, utanmasız serenadı kanımca... Yüz yılları göz önünde bulundurduğunuzda bu bir oyalamaca ve belki de işbirliği!.. Çok yönlü ve öznesini bile yok eden bir illüzyona da dönüşebiliyor . Düşünmeye, düşünceye yer vermiyoruz yaşamımızda, eylemlerimiz önümüzden gidiyor... Kaza olduktan sonra yorum yapıyoruz, yenilgiler ansiklopedisinde bıkmadan usanmadan, sonsuzca sayfalar ayırıyoruz, gerekçeler, olaydan, yaşanırlıktan sonra uydurulan birer düşünce çöplüğüne dönüşüyor, elem veren dünyamızda... Yaşama yenik düşen toplumlar, kendi gerekçelerinin saltanatıyla geçip gidiyorlar, kulluğu benimsiyorlar, başkalarının araçlarıyla tarla sürüyorlar, el kapılarında düzayak işlerin, kapı önü süpürmelerinin kayıtsızlık veren mutluluğunda zamanı unutuyorlar. Onlar gerçekliğin bir parçası olabilir ama insanlığın bir parçası olmamalıydı, çünkü adil değil!.. Onlar ne yazık ki yenilgilerine gerekçe olarak öbür dünyayı sunabiliyor kitlelere, sınıfsal argümanların tüm coğrafyalara yayılmış gizli manifestosu belki de bu... Gerçek bir hak edilmişlik ve haktanırlıkla yaşayan toplum, ölümü kutsar mı, acıyı içselleştirir ve adaletsizliği yücelere havale edebilir mi, bu kolaycı ve aşağılayıcı bir yaklaşım ve bu toplu intiharların utanç verici ihanetlerine dönüşüyor giderek, tanrıya, insana, yaşama, evrene, tüm töz ve vargılarla, benimsenmiş, edinilmiş tüm algılara ve yargılara... Çünkü olması ve yaşanılması gereken bu olamazdı!.. Tanrı bunu buyuruyorsa eğer, yarattığı dünya adı üstünde bir soyutlama ve bir kurgu o zaman, bir tür yalan ve bıktırıcı bir oyundan bileşik sayılabilirdi, öyleyse tanrı bir yalancı mı ve biz boşuna mı uğraşıyor, koşup duruyoruz gerçekte, öyle mi, tanrının diğer yaratımlarına bakın da, yarattığınız ve sürdürüp gitmekte olduğunuz acılarınızın utancıyla, tanrılarınızın; sürgit sizleri aşağılamasına katlanın ha, bir ömür boyu, kıyamete kadar. Bir yalanın ve bir oyunun ardında, mutluluk veren ve sonsuz güzelliklere gark edecek bir dünya ve bir yalan ve bir oyun olduğu halde sizi sonsuz cezalara mahkum edecek bir düstur varsa, bunda sizin hiç bir dahliniz olamaz!.. Bir düş ya da bir hayalin (rüya) varlığından dolayı, onu gözünde canlandırıp, bir uykuda düşlenip, yaşanmasından dolayı, yargılanan birini göremedik daha!.. Öyleyse her şey dünyada!.. Ve 'Homo homini lupus'... Ötekilerin ve diğerlerimizin kurduyuz biz!.. Doğu yüzyıllardır böyle diyeceğim ama bu bir klişe, bıktıran, kendi çıkmazlarımızda, dolambaçlarımızda bizi sürekli boğan, ayaklarımıza pranga, dilimize pelesenk olan bir balçık ve bönkörlük bu... Bizim sözlemlerimiz, eylemlerimizden sonraya kalıyorsa, düşüncelerimiz olay ufkunun ertesinde ortaya çıkan zorunluk, zorunluluk oluyorsa, mutlu ya da yaşama bağışıklık sağlamış, dengeli ve hakbilir, yaşama sanatını gerçekleştirebilmeye yatkın yaratıklar olabilmemiz ne yazık ki olanaksız!.. Ne ki evrende yalnız değiliz, en ileri kordalı biçimler ve eylenimlerde, iktisadi teoremlerin süslediği cennetlerde, görkemli ve dudak uçuklatan caddelerin arka sokaklarında soydaşlarımız var bizim. Düşünceye, eleştiri ve sorgulanıma değer vermiyoruz biz, her kavramı kendi çevrenimizde ışık gibi eğiyoruz, madem ki göreceli diyoruz, öyleyse biz de doğruyuz, bir alışkanlığın pençesinde arpacı kumruları gibi dolanıyoruz, kumruyu düşüncesizliğimizin suçlarına, onmaz günahlarına, gaddarca olgularına, oluntularına umursuzca ortak etmekten, yazgı dediği uyuşukluğun tembel yaratıklığında, varis dolu dünyalarını umarsızca seyretmekten yüksünmeyen yaratıklarız biz. Anomali, tümör ve safra!.. Edimlerimize, eylemlerimize başlamadan, bir o kadar, yıllarca yıllar kadar düşünsek, bir araştırma yapsak diye tümce kuracak olsak, ötekiler, onlar ya da bizler acınası ve gizli bir iğvanın utancasız hoyratlığıyla, kendimizi yenileyememenin, ezikliğinin sultanbeylisi gibi, karmakarışık ve aşağılayıcı bir gülütle bakıyoruz birbirimize... Yapacağım ama henüz düşünüyorum dediğimizde, bizi kaplumbağalarla, kovuğundaki yavaşçıl kırkayaklarla, solucan ve tembel hayvanlarla bağdaşık-bağdaşıksız ilintiler kuran bir kitle, bir insanlık var karşımızda... Sonuçta ne oluyor, düğüne giderken cenazeden dönüyoruz, işe giderken, iş arar hale geliyoruz, kitap okurken onu birden duvara çarpıyor, 'Tanrım, pabucu yarım, çık dışarı oynayalım'a dönüşüyor dünyalarımız... Sakıncasızca söyleyelim, bu bir uyanış değil, umarsızca kendimizi aşağılama!.. Alaysama kabullenimin öbür yüzüdür, 'komedi' sürsün ama gülelim demeye benzer!.. Komedi erki eleştirirmiş en buzdağı zamanlarda, şaklaban, avanak, maskara, soytarı hükmedenin sarayına en yakın insanlardır, onlar nasıra basmaz, yarımayak illüzyon sunup, okşar ve tarih komedi ile Koçero'nun yan yana geldiğini görmemiştir. Komedi acılarımızla yaşamayı öğrenmek sanatıdır ve etik olmayan bir sinopsistir. Herkes ölür komedi sürer, aksini gören var mı?.. Komedi gelişmemişliğin saltanatıdır. İki ileri bir geri, iki kesinlikle komedidir, geri olan direniş, varoluş!.. O gelişmemiş toplumun biricik payandasıdır, ayakta tutar!.. Ayrımında değil miyiz, harikulade, işte komedi bu denli olağanüstüdür!.. Ne ki gelişmemişlik tanrısını bile, kendisine benzetir!.. Düşünce, felsefe, donanım, bulgu ve dizginsiz araştırmalar yaşamımızda yer etmedikçe, bilimin, kurgunun, bilinmeyenin ve yortunun dünyalarında bir toplum olarak bizim; fason, yani bir tür hazıra konma alışkanlığından kurtulmamız olanaksız. Acılarımızdan ve ezilmişliğimizden sıyrılmamız sonsuzca güç!.. Binalarımız bitmeden çöküyor, zakkumdan kanser ilacı yaptık diye çığlık atıyoruz, bisiklet yolu olmayan yollarda at arabası kullanıyoruz, asansörlerde mahsur kalıyoruz ve olanlara ağlıyoruz, gülüyoruz ve yine ağlıyoruz biz!.. Gözyaşlarımızın işlevi tüm becerilerimizden ilerde ne yazık ki, bir o konuda rakipsiz ve tanrıcıl birer kullarız biz. Eylem bir anı kapsar, diğer deyişle hareket yüzyıllar süren düşüncenin kıvılcımı, parlayan bir yıldırımıdır artık. 'Bana bir manivela verin dünyayı yerinden oynatayım' derken bu basit gerçekliğe ulaşabilmek için yüzyıllarca bekledi insanoğlu, atomu parçalayabilmek için gökteki yıldızların akışını izledi, atmosferin dışına çıkabilmek, görünmeyen bir boşlukta var saydığımız kuşağı geçebilmek, bizi sarmalayan esirin dışına kendimizi atabilmek, dünya adındaki yaratan ve doğurucu olana yukardan bakabilmek için, yeni bir dünya yaratabilecek kadar zamanlar geçti. Bu düşüncenin, bir gecikme, bir gerileyiş, bir atalet olduğunu ileri süren toplumlar için korkunç bir handikaba dönüştü. Biliyoruz ki önce düşünsel dünyalarda elektronlar çarpışıyor, hızlı tren önce nöronlarımızda gidip geliyor, uçaklar salt kanatlılara bakarak uçmadı, öncelikle tümüyle düşüncelerimizin koridorlarında uçup gitti onlar... Ne yazık ki sıkça unutulan, göz ardı edilen bir şey var, hareketin 'en basit' biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşünce!.. Biz hareketin en gelişmiş biçimine varmadan, en basit biçimini sergiliyoruz, ama bir gariplik var, evrende bir kavranı, somut ve soyuta -her şey gibi- dolayımlanabilen bir tözün ya da görünürlüğün, en gelişmiş biçimini, en basit biçiminden, gerçekte daha kolaylıkla yerine getirilebilen ne var; düşünce!.. O basit dediğimiz nedir; eylem, yer değiştirme diye özetleyebiliyoruz. Düşünsel hareketi, can alıcı umursamazlığımızla, onu zamanımızdan çalıyormuşçasına, göz ardı ediyoruz ve yangınlarda bebeğimizi kurtarmak için eve dalıyor ve çocuğumuzla birlikte bir Deli Dumrul, bir kahraman, 'en kahraman Rıdvan' payesiyle, bilinmeyen, görünmeyen bir dünyaya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa göçüp gidiyoruz. Rıdvan'ın meleklerden biri olduğunu bilip, öğrenemeden ve bu tuzaklar ve öbür dünya kardeşliğini, düşünceden uzak olmanın tanrısal cezalarına karşı bir panzehir olarak sunmaktan başka bir amacımız, çaba birliğimizde yok bizim. Çelişkiler doğrulanımı berkitmek içindir, ayrıksı olan, kuralların kuvvetlenmesine yarıyordur. Tanrı gülüyordur diyeceğim ama düşünmeksizin söylüyor olmaktan ürküyorum, çekiniyorum haklı olarak!.. Bir kez güldürmüşseniz birini, o gülmeyi pek seviyordur belki ya da doğallıkla gülmekte gerekebilir, ama ikinci kez gülüyorsa, güldürüyorsanız birini, inanın kaçınılmazlıkla sizin onulmaz bir dahliniz, yetenek dolu bir pandomiminiz vardır artık olayda... Üçüncü kez güleceğini sanmıyorum tanrının, gerçekte bir trajedinin, giderek bir sanrıya dönüşen, gizli bahçeleriyle süslenmiş mazohizminin seremonilerine gülmek, niçin hoş karşılanabilecek bir şey olsun ki!.. Gülmek ağlamaya evrilebilen tek edimdir dünyada!.. Ama tanrı belki de, gülmekten başka bir şey yapamaz hale gelmiştir, belki de ipleri elinden kaçırmıştır da bilmiyoruzdur... Kısacası düşünmek yaşamın varlık koşulu, olmazsa olmaz erdemi, kesinliğin saltanatında hüküm süren kaçınılmaz olgusudur. İnsanlık onu terk etti. Yörelere ve ayrı ayrı kolhozlara dönüşerek günahlarını bölüştürdü diye düşünebilirsiniz, ama yeryüzünün neresinde bir umursuzluktan, kana düşkünlükten, bir soluk durmuş ve her hangi bir yörede, bir vahşetten, bir acınçdan, bir kirpiğin kıpırtısı dinmiş, son iç çekiş köyüne doğru bir yolculuğa yuvarlanmışsa, insanlık ölmüştür diyebiliyoruz henüz... Düşünmekten uzak bir toplum ve insanlık, gene de yaşamın bir parçası olduğunu sanabilir, gerçekte o bir debilin ve Homongolosluğun aksamıdır ne yazık ki, düşünmeden geçip giden, düşünmenin kutsal varyantlarında süzülmeden, viyadüklerinde ezilip, hücreleri, gözeleri yenilenmeden, inci gibi parıldayıp düşlerini süslemeden yaşam sürenin, geçip gidenin, mimesis kurbanı bir parodiden, ipin üstünde zıplayan aynamız, acıklı bir palyaçodan hiç bir farkı yok, o tanrıyı, yaşamı, diğer insanları, gökleri, yeryüzünü ve tüm alemi alaysayan bir sapmanın, göğsündeki kanseri göremeyen bir urun, bir habis irinin, kindar bir hiçliğin, karakinin, itinç ve tiksintiyle dolu bir yığıntının dışa vuran kâbusu, bir karakoncolosu ne yazık ki!.. O yaşamın büyük düşmanı, tanrıyı yadsıyan ilkinsil yaratık, evreni hiçleyen, bir ben vardır benden içeri demekten aciz bir klon, bir uzam ve zaman katili, insani hırsızlığın çığırtkanlığını yapan bir kapkaççı Frankestein ve kozmosun canisi, kan içici bir zombi, acınası bir moronudur!.. Kutsal kitaplar 'Oku' diye açılıyor, her peygamber düşüncelerinin dağlarına, doruklarına çekiliyor, simya zaman içinde kimyaya dönüşüyor, yaşamı yadsıyanlar, insanlığın bulgularını, emeksizce, kayıtsızca, katkısızca, bir imana dönüştürenler, gergedanı, camızı, buffaloyu hala ulaşım aracıymış, bir meta, bir makineymiş gibi kullanıp, evreni var etmek yerine yok etmek süreciyle, yaşamı insanlığa yakışmayan bir vandallığın bilgeliği gibi sunanlar, gerçek inançsızlardır. Onların bir dini olabilir, bir mezhebi, bir bilimi, bir kitabı da olabilir ama emin olabilirsiniz ki onların bir tanrısı yok!.. Yaşamı hiçleyenler ölümün kucağında uykusunu arayanlardır, tanrı yaşamı neden yarattı diye soramazlar, çünkü onlar münkir, çünkü onlar yadsımacı ve onlar insan-ı kamil değil. Onlar hiçliğin kurbanları, çünkü düşünce görünmüyordur, bizi türün öbür bireylerinden ayıran tek şey, edimlerimiz, elde ettiklerimiz, sonuçlar ve sürdürmekte olduklarımızdır... 'Ne Pataşon gibi bir cüce, ne Masist gibi bir dev, ne de Willi Frich gibi bir babik oğlandı o, iki ayaklı, tek burunlu basbayağı insandı o!..' Tanrı bizim içimizdedir ve bu sayfalar bizim türevlerimizdir, ama sözünü etmek istediğim, gerçekte yazmaya yeltendiğim, paylaşımı düşündüğüm olaysa şu... Başta sözünü ettiğim kafede otururken, köpekli insanlar kendilerince bir ayrıcalığın, görsel bir yüklenimin duyumsanır gösterisinin, kolayca kabullenirliğinin alışkanlığında mutlu, yokuş aşağı salınarak giderken, kavşakta bir adam belirdi, katip Bartleby gibiydi, eski, kanatları düşmüş, daracık bir fötrün gözlerini saklı kılan gizeminde, yıpranmış, cılız bedenini göz alıcı yapabilen bir Tom Sawyer, Huckleberry Finn veya bir 'Şehir Robensonu' gibi olmaklığın çekiciliğinde, Dede Korkut ya da Diyojensi bir derinliğin edebinde devinimsiz öylece duruyordu. Arada üç beş adım ya atıyor, ya atmıyor derken, gözlerini yerden kaldırmadan düşüncelerinin esiriymiş gibi, sanki bir adım daha atarsa tökezleyecek, eli ayağı tutmaz olacakmış gibi hareket etmekten uzak, belirsiz bir korkunun, gizençli tutsaklığında, kökü sanki sonsuzluk kadar uzun bir geçmişe dayanan gizil bir dehşetin pençesinde, gelip geçenleri hiç umursamadan duruyor, ağız penceresini tutan çenesi sanki titriyor, düşüncesinin hazzına dalıyor, çekiniyor, ürperiyor ve minicik bir adım atmaktan da ödü kopuyordu sanki... Anomali kabilesi bizler, erken bunama adını veriyoruz bu sanrıya, peki, bir düşüncemi yoksa bir eylem yüzünden mi paramparça oldu bu adam!.. Hiç konuşmuyordu da, düşünüyor gibiydi yalnızca, elini çenesinde tutuyor, hafifçe dönüyor ve sonra sonsuzca bir bekleyişin sunağı başında bir nöbete başlıyordu sanki... Orada uzun süre aynı fasit dairenin içinde, türün öbür bireylerinin gülümseyişinde, s/empati uyandıran bir varlık gibi dönenip durdu. Hayranlık vericiydi ayrıca, işte dedim, düşüncenin, düşünmenin elem verici sonsuzluğu, bitimsiz yükü altında ezilip mahvolmuş, nöronları sinapsları berhava olmuş, felce uğramış, dalıp gitmelerin, yaşamdan kopmaların, deruni, engin düşüncelerine saplanmanın duraksattığı, anlağını bir meflüce çevirdiği 'gerçek' bir meczup!.. İnconnu, nedeni bilinmiyor!.. Emel denizlerinde boğulmuştur belki de... Biz, yaşam perişan ediyor diye düşünebiliriz ama düşüncenin karanlık dehlizlerinde, sonsuz varyantlarında gerçekten yol alabilseydik, kutsal, yücelen bir körlüğün, erişilmez ulu bir dilsizliğin, sonsuz bir kümeye, bir çukur ya da tümseğe dönüşmüş, tavaf edilen bir devinimsizliğin kurbanlarına dönüşebilirdik. Bu içe dönük tanrısal bir eylemdir yazık ki, barbarian görsellikten uzak, peki neyi değiştirebilir bu, çözümün düşüncede olduğunu söyleyebiliyorum ama ne olabileceğini söyleyemiyorum. Hareket, düşünmezliğin ele geçirdiği, düşünç diyarlarının o cennetsi, mutlan verici kutsallığından uzak insanlığın gölgelerinden, cansız, kof bedenlerinden Frankeştayni ruhta insanlar, umarsızca üzerinde yaşadığı topraklardan canavarlar yarattı, keşke düşüncenin enginliğinde, sonsuz kutalmışlığında taşa dönüşmüş bir veli, kendine bile zarar veremeyen bir zır deli, Diyojen ya da köpeksi bir filozof gibi; insanlar avuçlarıyla su içebilirmiş diye, siyanürün kalayladığı tası fırlatıp atan bir enderunî olabilseydik. O zaman, güzel sanatların bir dalı olarak cinayet adına, kendimizi yok etme ya da varlıkları öldürebilme tutkusundan kurtulabilirdik belki de!.. Yazık ki avcı kendi ölüsünün önünde duruyor!.. Düşünmek harap eder insanı, köprü altını yurtluk yapmaya yarar, yoldan çıkarır ve fenafillah alemine yollar!.. Öylemi? Doğu ne yazık ki, milyonlarca insanın düşünceyi yadsıyan cehenneminde binip bir alamete, giderken kıyamete, bunu düşünebiliyor. Düşünür olmaktan sıkılıyor, düşünce onun zamanını, yaşamını elinden alıyor, hangi tanrının düsturu bu ve insanın insana kulluk ettiği hangi öğretinin kurbanlarıdır onlar. Onlar yazık ki kendi yarattıkları cehennemlerin müritleridir. Ne korkunç, ne acı ve tepegözün düşlerine bile sığmayacak kadar acayipliklerle dolu bir Bin Bir Gece Masalı!.. Unutmayalım ki düşünmek düşüncelerimizi, bilgi ve görgülerimizi yadsımak, yeniden yollara düşmek ve kuşkuların, sorguların dünyasında eski cennetlerimizden korkmadan, yeni ve başka cennetler aramaktır!.. Ölülerin dünyasında bizlere bağışlanmış cennetlerin kan kokusunda, ulumaktan bıkmış, usanmış yaratıklar görüyorum ben ve cenneti istemiyorum, bir cehennemde yaşayabilirim, erinç içinde olmayabilirim, çalışabilirim, koşabilirim, gölgelerde karanlık düşlere kapılabilirim ama ölüm ve öldürmenin, barbarlık ve vahşetin bağışladığı cennetlerin can verici, baygınlık ve sarhoşluk yayan kokularının, korkularının içinde sonsuz bir mutluluğun peşinde yaşayarak zamanımı tüketmek istemiyorum, birinin yok olmasına göz yumarak, birinin çığlıklarından fermanlar okunmasına; birilerinin ölümünü kutsayarak, birilerinin kader ipliğinin koparılmasına dayanamıyorum ben, soluk alamıyorum böylesi bir yaşamda, böylesi bir cennette, böylesi vaatlerle doldurulmuş akar sularda, zümrüt yeşili korularda, ışıklı aylaların süslediği yıldızlarla mutlu olamıyorum ve böylesi bir yaşam istemiyorum. Hepimize bir gül bahçesi vaat etmiş olsalar da!.. Ruhum ölmüş benim, bedenim topraksı, gözlerim kapalı ve dilim dönmüyor, puhunun bile yüz çevirdiği çehrem kül renginde görmüyor musunuz!.. Yalnızca düşünüyor olabilmek yeterdi... Yalnızca tanrıyla, yaratıcılarla, doğurucularla yaşıyor olmak mutlu edebilirdi beni... Hiç konuşmayan o kafenin önündeki, sanki saltık düşüncenin ezimi altında yıkılmış, yükü altında ezilmiş, mahvolmuş, yaşam karşısındaki şaşkınlığının, paradoksların usa sığmaz şaşırtısında sınırları parçalanmış, ötelere geçmiş bir insanı, kitleler; diğerlerinin ne denli doğru yolda, ne denli haklılar ve denli kusursuz olduklarının bir gerekçesi, göstergesi olduğunu sanırlar, ileri sürebilirler. Delilerse biz üç kişiyiz, siz dışarda kaç kişisiniz der, tıpkı şu yaklaşımlar gibi... Binler, milyonlar deliliğin edimleriyle, düşünceden uzak, çoğunluğun, uçurumlardan artarda atlayan koyunların sonsuz mutluluğuyla kıyamete koşabilir ve bir kara koyunu kendilerine uymadığı, hiç hareket etmediği, sineklenip durduğu için gölgelerde; kendi kutsal haktanırlıkları ve erdem dolu yaşamlarının gemi azıya almış vandallıkları, hemoglobinle yükselen uygarlıkları, doruklarda kan fışkırtan basınçlarına, coşku ve özentiyle dolu dünyevi ve göksel alışkanlıklarına gerekçe sayıp haktanırlıklarının sembolü sayabilirler ve öylece de sunabilirler. Düşünmeden hangi doğruya ulaşabilmiş ki insanlık. Göz, yolu, doğruyu görmeye yarar. Us olmadığında, düş-düşünce yoksandığında göz neye yarayabilir ki, kulak ne olabilir ki, ya dil... Müzik, göksel duyum, varlık, yokluk, algı kapılarından geçen tüm paradigmalar, varsayımlar, var sanılanlar, zaman, uzam, kozmos, kaos, her nen, her şey tanrının düşüncesidir, daha önceki yaşamında Kedrai'de yaşadığını anımsayan biri çıldırdı, Borges'in bir öyküsünde buna benzer bir imleç vardır, düşünceden tarih boyunca ürktü insanlık, evrenin gizlerinden çekinmiştir belki de, düşünceden uzak durmak tanrıyı yadsımaktır, evrenle yüzleşmekten kaçınmaktır, yaşamı yoksamak ve hiçliğin kollarına uzanarak savrulmaktır. Sonsuz mutlan çok mu uzak... Bilinmez, düşünerek, düşünceye iman ederek, gözlerimizi yıldızlara her çevirdiğimizde, neden ürperdiğimizi ve neden yalnız olduğumuzu belki anlayabiliriz... Belki de, 'hayatın ve ölümün amansız baskılarında', mutluluktan korkuyoruz biz!..

2 Mart 2016 Çarşamba

TEİN

Bir sorunu yaratan bilinç, o sorunu çözemez, çözebilmek için, o sorunun üstünde bir bilinç olması gerekir biçiminde bir açını düşünelim... Tüme varım, tümden gelim ve türümüz açısından her tür çözümsellik soyutlama alanları yaratırsa da, bir sorunu sonuçta, o sorunsalı yaratan, yaşayan, algılayan bilincin çözebilmesi gerekir diye düşünebiliriz, bir üst bilinç olarak kendini aşsa bile, köklü çözüm, öz bilincin türevleriyle olasıdır, bir üst yükselen bilinç midir, yoksa tanrısal olanı arayışa yönelecek bilinç midir, bunu bilemiyoruz. Bir üst bilincin sorunu çözdüğünü ya da ortadan kaldırdığını düşünelim, sorunun öznesi için bir kesinlemeyi gerektirmiyor olsa da, yardımlaşma, dayanışma ve ortak bilinci çağrıştırıyor ve ayrışma, bölünme ve üstün güce tapınma mottosunu da öncelleyebileceği için, sonsuz bekleyiş, hiççilik ve kozmik tapınma alışkanlığının sürmesine yol açabilecektir. Her us bir başka elementtir. Gerçekte sorunu çözemeyecek bilinç, onu yaratamaz diye düşünebilmeliyiz, bilinç öyledir ki bazen baş edilmezleşen sorun, çözümden daha komplike, daha yüksek bir düş gücünün ürünü olabilir. Örneğin, ateşi bir solukta söndürmek, ateşin egzistanse oluşu ya da sorunsallığından çok daha minimal bir tavır içerebilir. Diyesim sorun çözümden daha karmaşık bir yapı içerdiğinde ki olabilir, onu çözen bilinç üreten bilincin bir alt bilincine de dönüşebiliyordur, sorunu kavrayamayan bilinç, onu çözemez diye düşünebiliriz, sorunun üstünde bir performans göstermeliyiz amaçlı bir söylem ise, olağan ve gerektiğinden de yalın bir yaklaşım olabilecektir artık ve elbette kabulü gereklidir ama, sorun durağanlaşmış, ötelenmiş ya da ortadan kaldırılmış olsun diyelim, ne ki, gerçek şu ki çözüm, o sorunu yaratan bilinç tarafından gerçekleşmiş olmadıkça, çözülme tanımının alanı içinde kabul edilme olanağını veremeyecektir, sorun kendini yaratan bilincin özdeşidir, çözüm de o bilinç tarafından sağlanmadığı sürece, kozmik etkileşim ve tepkileşim noktasında bağlaşıksız bir bağlanım, evrensel töz açısından bir gerçellik hatası, yapıntı düzensizliği, somut inandırıcılık kavramında zaaf ve bozum, sonsuz düzlemde öze ilişkin yeknesaklıklar içerir. Çözüm özün paralelidir, sorunun öznesi sorunu üretiyor ama çözemiyorsa, gerçellikte, sorunun öznesi olmaktan da çıkar, bu noktada çözüm üretemediğinde, sorunu sorgulaması da doğaldır, çünkü sorunu üreten, çözümü üretemiyorsa, sorun kendisinin bağlaşıklığı temelinden çıkacaktır özünde, sorun algı ve bilinç alanından çıkacak, içerikte sorun niteliğini yitirmiş olacaktır, kötücül olan, sürekli bir üst bilincin çözdüğü sorun bir yazgıya, bir alışkanlığa dönüşecektir, yalın anlamda kendini geliştiren bilinç ise bir üst bilinç değil, sorunu çözümleyen bilinçtir, bir üst bilincin çözdüğü sorun tanrısal olana yaklaşım ve yaslanma bilincini doğuran bilinçtir ve sorun gerçekte çözülmüş değil özümsenmiş, absorbe edilmiş olur ki bu yaklaşım bizi doğa üstü davranışları ululamamıza yol açacak bir yaklaşım biçimine de dönüşebilir. Elbirliği, ortak bilinç ve soruna karşı geliştirilmiş yüksek bilinç kavramları göz alıcı bir empati oluştursa da, varılan kozmik noktada, tapınma, hurafe ve hiyerarşik gerilimi kışkırtacağı ya da sürekli varsayacağı göz önüne alınacak olursa, bu yaklaşımın sakıncalarını kabul edebilmeliyiz, sorun varyasyonlarla ve pekala onu olgulayan bilinç tarafından çözülebilmeli, arayış kavramımızı çelişik ve çatışık düzlemde sapmalara yol açmayacak bir çağrışımı edinmemizi sağlayacak açına dönüşebilmelidir, bu sorunu yaratan bilincin küçümsenmesi ve durağanlığın kutsanmasına yol açmayacak denli önemli bir argümandır, çünkü, üst bilinç içinde benzeri kavramlar üretilebileceği açıktır, önellik noktasında insanın bilinci her sorunu çözebilecek olan bilinçtir kavramından hareketle tümevarıma ulaşmalı ve bu nedenle, savlanan yaklaşıma tam bir güvenç duyulamıyorsa ve aksi tanıtlanmış da olsa, böyle bir yaklaşım açınların değişkenliği, çözümünde değişkenliğini gerektirir kuralı uyarınca, belirtmeye çalıştığımız gibi ileri sürülebilirliğini koruyabilmelidir. Çünkü o zaman, tanrının, varlığın içinde olan başka bir varlığın görüntüsü ya da onun görüntüsünün içindeki, sezilmez bir varlığın yansısı olduğunu mu düşüneceğiz çözümün!.. Bu bizi sonsuza dek öz güvenden yoksun bırakacak ve sürekli çözümün değil sorunun varlıkları olduğumuza ilişkin bir algı kapısının açılmasına yol açacaktır. Bu nedenle, bir üst bilinç tanımlaması, dayanışma ve çabanın yüksekliği, bilincin ilerleyişi gibi kavramları çağrıştırıyor olsa da, yoldan çıkma, savrulma, olağanüstü güçlere tapınma ve anlakta sorunun sürekli yinelenmesi olasılığını da çağrıştırdığı için, dilin ve tekniğin evinde sorunu çözecek olan ancak öz bilincimizdir kavramını da yerleştirmeye çalışmamız, tanımlamayı yeniden yapmamız ve öz güven açısından bakışımızı bu biçimde değiştirmemiz, olasılıklar açısından daha iyicil sonuçlara yol açacaktır diye bir öngörü geliştirebilmeliyiz. Sonuçta yinelemelerle de olsa felsefe, popüler fetişizm ve ruhani söylemlere uzak, sezgi ve dil gelişimi sağlayarak bir değişkenliğin öncüsüdür, görevi de budur ama, tanrıyı anlayan var mı ki, onu yeryüzüne indirebilelim diye düşünebilirsek de, sürekli göklerde aranan bir tanrının hiç bir zaman yanımızda olamayacağını da düşünebilmeliyiz. Çözüm... O sorunu yaratan bilincin üstünde bir bilinç gerçekleştirebilir demek, çabayı ve kendimizi geliştirmeyi öneriyor ama bir üst bilinç sorunu çözecektir kavramına da açık kapı bırakıyor, tarihi ve geçmişimizi düşünelim. Her şey olumsuz değildir ama bakış açısı geliştirmeye çalışmak hem üst bilinci doğruluyor, hem de onu eleştirmeye çalışıyor, bir paradoks gibi. Dairenin başlangıç noktası son noktasıysa, her şey bir döngü de olabilir diyebiliriz, üst bilinç efendi-köle, tanrı-kul ilişkisi midir, var olan şey, bir kabul ve bağlanma adına değil, düşünmek ve onu yadsıma adına olmalıdır. Başka bir evren yaratabilmeliyiz. Temel gerçeklik ''eARTh''dır, yeryüzü düşünmek ve sanattan bileşik bir yapıntı ve evren yalnızca bir kurgudur. Üst bilinç, bizden uzaklaşan bilinç, bizim yerimize çözecek olanın veya tanrısal olana yaklaşanın bilincini çağrıştırabilir. Sorun gerçekte, sorunu üreten bilinç tarafından çözülmedikçe, çözülmüş olamaz, bir sorunun çözüldüğünü ya da bir üst bilincin onu çözdüğünü varsaymak için, örneğin kıyım, yokluk, yoksulluk, yoksunluk kavramlarının ortadan kalkması gerektiğini düşünmemiz gerekirdi. Üst bilinç olsaydı savaşlar ortadan kalkmış olurdu diye bir klişe düşündüğümüzde, sorun hep olacaktır ve insan için vardır, üst bilinç onu çözecektir, örneğin, savaşlar ortadan kalkmadığına göre bu bir klişedir düşüncesine varırız ve bu kısır bir döngüye yol açacaktır. İnsanlık için bilinç kavraneli sonsuz sayıda da olabilir, ayrışma ve birleşme, tüme varım, tümden gelim birer yöntemsemedir. Bu durumda Truva Atı bilinci de bizler için bir bilinç sayılabilmelidir, bilinç zehirlenebilir, çiçeklenebilir, durağan ya da akışkan olabilir, efendi-köle, tanrı-kul kavramına uygun bir bilinç, üst bilinç kavramına uygun bir görüş üretebilir, çözümler sunabilir belki ama alt bilinç üretimi bir görüş olmaktan kurtulamaz diye düşünebilmeliyiz, öyleyse bilinç öz bilincimizin türevi olsa bile, üst bilinç kavramına sığındığı sürece, belki de bir alt bilinç kavramı ve üretimi olmaktan kurtulamayacaktır, paradoksa dönüşebilecek çıkarsama budur.)

TRİTON

Elektronik giysiler etimizi yakıyor, bilgi hapları uyutuyor, kreş çocuğunun ebeveyni küvözler, serpentin bahçelerinde büyüyoruz diye yakınıyor... Hologramda komşumuz Çin-i maçin ortaya çıkıyor, afyon ülkesi; koreografi ile osteolojiyi bilmiyoruz diyor!.. Kindergarten şarkıları duyuluyor uzaktan; Babil'den yayılır diller, sifilisimiz, genital organ ve güller, yaşamalıdır!.. Tan ağarırken milongalar yükseliyor. Semendere ağıtlar, düşlediğimiz düşler ve leber amarozu bizi sindiriyor. Siniyor kırmızı cüceler. Yüreğimizde çipler, sessiz büyük patlama ve Sybaris'deki gürültüler, siborglarla konuşuyor. Lueg algısı ve beyin dalgaları, hiçlikle koşuyor ve siliyor silineni... Erozyonlar, metropoller, mastodont ve korozyonlar, uzay gigantizmini kışkırtıyor. Ve işte aortlar durmaksızın; ölüm, nöronlarımız, dijitalizm vulgatamız diye haykırıyor!..

KARANLIK THOMAS

Sanki Edom diyarından devşirilmiş gibi, kısacık bir öykü anlatacağım. Boğulan sultanlar ve orakların gölgesinde uluyan ölülerde duymalı.. ‘Karanlık Thomas’, Maurice Blanchot’nun kitabının adı sanırım, şimdi Güzel Sanatları...n Bir Dalı Olarak Cinayet’le karıştırıyorum, Conrad ya da Quincey’in miydi, belki de Mehmet Kartal’ındır!.. Yaşam bir düş biliyorsunuz, Churchill’le, İsabeyli Hafız Emin, gizemli Greta’yla, deniz kızı Eftalya ya da Fahriye Abla her zaman yan yana gelebilir!.. Bilincin karanlık koridorları, zaman ilerledikçe bulanma; keza unutma, bunama belirtileri gösterir, daha önce görünmeyen sanrılar öne çıkarlar ya da cehennemi bir saplantıya dönüşürler. Atalarımız, konuşmayı öğrenmeden önce, telepatik empatiyle anlaşıyor (uzduyum) ve birbirlerinin düşüncesini okuyabiliyorlarmış, konuşma evresine geçince bu yeteneklerini yitirmişler, tıpkı Tesla’nın, kablosuz elektrik kullanmayı başardığı ama kablolu olanın o günün parokrasisine daha ehven geldiği veya kâr getirecek bir mataha dönüştüğü için, Edison’un zulmüne uğraması gibi (anekdotun gerçekliğini saptamak sizlere kalmış)!.. Ve tıpkı Firavun Psambetik’in (bu firavun muydu, Akhaneton’muydu o da meçhul!..) yazı bulununca belleğimizin zayıflayacağı ve artık hiçbir işe yaramayacağı korkusuyla, yazıyı yasaklaması gibi… Oysa bilinir ve anlaşılır ki her buluş bizi ileriye götürür, nedir ki başladığımız yere dönmek koşuluyla!.. Karanlık Thomas, felsefe okumuş, ama zamanın anarşik, nihilist mecralarından dolayı, bilincini yitirmiş, yarı deli olmakla ötelenmiş Süleyman Hayrullah’ın lâkabıydı. Kimdi derseniz herkes gibi çamurdan doğan Adem oğullarından biriydi. Kağıt toplayarak geçimini sağlar ve Aksaray, İskender Paşa’dan, Karaköy (Yahudilerin verdiği bir admış), Ortaköy, Arnavutköy ve Rumelihisarı’nı izleyip dönerek; Buzağı Geçidi’nin bu meşhur güzergâhını gün be gün kolaçan edip, Dolapdere, Aynalıkavak, Bozdoğan Kemeri civarından konutuna dönermiş. Kağıt toplayıcılığıyla geçinen bu adamın yazgısı, ölümle nişanlı olmasını engellemiyor tabi ki, her kul gibi o da, bilisizce yüreğinin dinleneceği o günü, o sülüs hançeri, can evinin viran bağına döneceği, o anı bekliyor yaşamı boyunca… Thomas Hayri, günde 10 tl kazanırmış, bu yaşamaya yeter mi dediğinizde, şöyle yanıtlarmış, ‘Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum…’ Felsefeciliğinden gelen, agnostik bir yaklaşım olsa gerek… Günde dört paket 'Birinci' 1 er tl den 4 tl, (Ben dumanı sevmem ama o her yalnız gibi nikotini bir arkadaş bir yoldaş bellemişti), bir su 5 tl, ekmek 6 tl ve artık katık için 3 tl kalıyor ki geriye (1 tl de köpeği Kafka için harcarmış!), yemek yemez su içmez bu adamın kazancını artırabileceğini bile düşünmeniz gerekir. Yaşamını minimalize edenler, uzaktan ıstırap melodisi gibi gözükürler ama gerçekte belki bizlerden daha mutludurlar. Şunu unutmadan söylemeliyim ki (‘Karanlık Thomas’ benim can arkadaşımdı), onun Meryem adında tümüyle platonik bir sevgilisi bile vardı. Bir gün onu sarmaş dolaş düşlerken, öylesine kendinden geçmiş ki haykırışlar içinde sarsılan bir volkana dönüşmüş ve anlattığına göre; aşağıda oluşan hayâl gölünde, yılların özlemine dayanamayan Meryem’in birden sureti belirmiş ve ellerini uzatarak Thomas’a ‘Geeelll’ diyesiymiş. Thomas, bu derinlerden gelen sese kulak vermiş vermesine ama Meryem’in ellerini ne kadar çabalasa da bir türlü tutamamış ve Elem Denizleri’nin içinde (anlatırken düşlerden oluşan mavi okyanus diye ekleyip gülümserdi!..), Meryem çığlıklar ata ata yitip gitmiş ve Thomas’da yaşamı boyunca olduğu gibi ‘Ey tanrım, yine mi düş, yine mi düş!..’ diye, kahırlar içinde iç çekip, dövünesiymiş… Bizler deneyimlerimiz ve anılarımızdan oluşan varlıklarız. On milyon yıl boyunca, yalıtılan bir elektron bile bir bilince sahip olabilirmiş. Kuantum sosyolojisi kuramına göre canlı cansız her şey zamanla, eş evrelilik durumunca, denizel ortamda yahut bir aglomera kayasında olsa bile bir bilinç oluşturabilirmiş. İnanılır gibi değil ama; bu manikürlü maymunların, iki ayağı üzerinde durması yetmezmiş gibi, bir bilinç oluşturabilmiş olması; oldum olası garip gelmiştir bana… ‘Tanrı var dersek, herkesi ve her şeyi kapsayan bir hüküm yürütmüş olacağımızdan, artık tanrı biz oluruz’ derdi Thomas ve ‘Yüzyıllardır bulutların biçimi değişmediğine göre, dünyada da hiçbir şey değişmemiş demektir’ diye eklerdi. Bir gün sanki yazgısını okurcasına; ‘İnsanlar değil bıçaklar savaşır!..’ diye bir aforizma attı ortaya… Bir de, ‘Hepimiz topraktan yükselen birer solucanız’ dediğini anımsarım, bu sözünden hiçbir şey anlamazdım ve hiçbir şey anlamadığım bir şeyi, doyasıya sevmeyi ondan öğrendim!.. Ve işte her şey gibi, ondan apartılan tüm belagatlar sona erdi ve her canlı gibi onun ölümünün neden ve nasıl gerçekleştiğini anlatmanın zamanı geldi (‘Benim yok oluşum, bu metni döngüsel bir ilinti içinde tetikleyip, nedenselliğinin birikimini oluşturuyor’ gibi bir nitelemeyi öncelemiş midir acaba!). İnsanlar birinden söz ederken, sonun bir ölümle ya da dehşet veren bir trajediyle bitmesinden büyük haz alırlar (Çünkü acı çekerler ama başkasının adına, korkuya kapılırlar ama, diğerleri üzerinden; bundan daha güzel bir şey var mıdır!..). Bunu anlatıcı istemese okur ister, okur oralı olmasa, anlatıcı dayatır ne yazık ki… Thomas bu durumu dolaylar ve ‘Gerçekte şiddet bizim içimizdedir’ derdi. Ne yazık ki, her şey belirsiz ve hepimiz bilinmeyene doğru yol alan bir geminin içindeyiz!.. Sözü uzatmayayım, Thomas’a ilişkin anımsadığım şeyleri, düşlerimden ayıramaz hale gelmemi istemezsiniz sanırım; ki o zaman aldatılmış oluruz… Thomas öldüğü gün seyyar arabasıyla, Dolmabahçe’nin az ilerisindeki ana yoldan, Nişantaşı’na çıkan sapağın karşı tarafına geçmek üzereymiş, ama uvala gibi önüne çıkan bir araba destursuzca korna çalmış ve çabuk olması için bizim Thomas Hayri’yi argo bataklığına çekerek, sayısız küfre bulamış… Amundsen Denizi’ni görmemiş, Galatyalı’ları bilmemiş ama bilincinin derinlerinde pek çok şeyi görüp sezmiş Hayri, genlerinden süzülüp gelen hakseverlik duygusuyla, adaletsiz yaşamın oluşturduğu kinin ateşlediği cevahirine hükmedememiş olacak ki, daha bir yavaşlamış… Ve ama her şey göz açıp kapasıya dek olup bitmiş ve bu kez adam arabasından fırlayıvermiş… Hayri de yoksulluk yüzünden satması için arkadaşına verip, alıcı çıkmayınca geri aldığı, parlak kasap bıçağıyla adamın üzerine yürümüş, adam geri kalır mı, işin nirengisi de burada zaten… Herif öyle bir bıçakla geri dönmüş ki, meğer torpido gözünde, antika gibi sülüs bir yazının işlendiği, Balkan Harbi’ne katılmış, büyükbabalardan kalma ve Conkbayırı’ında bile sallandığı savlanan ve ne hikmetse Hayri’ninkinden uzunca çıkan, kama gibi bıçağıyla, bizimkinin üzerine yürümüş ve kısa süren bir boğuşma olmuş!.. İşte bir ‘Ölüm Şarkısı’dır ki, elbette taksi sürücüsü de yara almış, daha uzun olan ve sayısız kavgadan yengiyle ayrıldığı anlaşılan bıçak, sonuçta bir kez daha utkuyla ayrılmış alandan!.. Öylesine eskiymiş ki bıçak, tanıklar ‘Çiftboynuzlu’ Zülkârneyn zamanından değilse bile, kesinlikle ‘Çiftağızlı’ Zülfikâr döneminden kalmış olabileceğini ileri sürmüşler. Çünkü pek güzel işlemeler ve hatlarla donatıldığını, bugüne dek kalmasının nedenini de, doğallıkla her savaşım ve kavgadan yengiyle ayrılmasının olduğunu söylemişler. Ne yazık ki mantıklı bir yaklaşım… Bizimkinin elindeyse, yakınlarda cereyan etmiş bir deneyimden bile yoksun, hiç bir kavgaya karışmamış, acemi ve körpe bir bıçak ve sanki etin tadına bakması için tasarlanmış, ilk gecenin yası!.. Uzun sözün kısası, aldığı darbelerden ötürü, bizim Thomas oracıkta ölmüş dostlarım. Söz bitti, ne hacet, ceylan boynuzu gibi bir bıçağı olsaydı, aya bile sallardı da, belki de ölmezdi … Elbette yenik düşen bıçak -tarih boyunca olduğu gibi- lanetlenmiş, sahipsiz kalmış, ötekineyse belli ki el koymuşlar, başına üşüşmüşler, paylaşamamışlar ama; yeni maceralar yaşaması için!.. … Hayri şimdi Karacaahmet’te yatıyor. Neden derseniz; o inançlı biriydi. Üsküdar toprağına çıkınca, bir daha denizle karşılaşmadan Mekke’ye varılabildiği için, oralara Kâbe Toprağı dendiğini ondan öğrenmiştim ben. Sorularla soru sormasını da (Gizini ayırt etmek dilerim gönüllere pelesenk olur)!.. Genç yaşında ölen bu adama yaşamının ilk ve son iyiliğini yapıp; düşlediği gibi Karacaahmet Mezarlığı’na, daha doğrusu kutsanmış ‘Kâbe Toprakları’na defnetmeyi başardığımızı söyleyebilirim. Güçlüğünü bilenler vardır!.. Her şey burada bitiyor… Ey ‘Karanlık Thomas!..’ Ey yaşarken herkesin horladığı, kimselerin bilmediği, annesi babası bile bellisiz, acılı yaşamını söylentilerin çevrelediği, yazgısına gözyaşı bile dökemediğim, can arkadaşım Hayri; Unuttum sanma senceğizi! Hakkını helâl et, son yolculuğuna, bir kez daha uğurladık kabul et!.. Bağışla ne olur, bir kez daha yad ettik say bizi… … Toprağında güller açsın!.. *** (Bu anıyı öyküleştirdikten birkaç gün sonra not defterlerimi karıştırırken 18 Nisan 1988 tarihli bir şiirini buldum Süleyman Hayrullah’ın, Oktay Rıfat’ın aramızdan ayrıldığı gün şiir üzerine konuşmuş ve sanırım bu şiirini isteğim üzerine bana yazdırmış olmalı… Paylaşmamak olmaz!..) 'Güneşli Deniz' 'Güneşli bir denizdir yanılsamamız / Güneşin altında içilen bir bardak su / İlk aşkın son evidir bu yürek! / Yanılsama, serap, aşk, ıstırap / Çiçeklerle birlikte paralar vardı. / İlk aşkın esrikliği omuzlarda / Aylı bir okyanustur yanılsamamız / Para parayı çeker der ağa! / Yanılsama, serap, aşk, ıstırap / Çiçeklerle birlikte paralar vardı. '