Hiç unutmam, söz etmişliğimde olmuştur, Felsefenin Temel İlkelerini okuduğumda... Ama önce şunları söylemeliyim!..
Politzer gerçekte, Atlantik'in doğu yakasının -kültürel- üretkeni konumunda -demek ki doğu batı diye bir şey yok!-, yalnızca kapitalist dünyada yaşamış; komünal toplumu irdeleyen, analiz eden satırların gene onlardan gelmesi şaşırtıcı, ülkesini terk etmiş...
Ama dünya böyledir, diktatörler gerekirse sosyalizmi de biz getiririz diyebilirler, barış bizden sorulur da, dünya, savaşın aktörleri olduğu halde, barış masasının kahramanlarının da aynı kişilerden oluşmasından büyük haz duyar!..
Politzer'i komünal felsefeyi, idealist kültürle değerlendiren biri gibi algıladım hep, etkisi bir empati değil eleştirel bir soğukluk yarattı, son anda Naziler'e sizin kurtuluşunuz için çabaladım demiş, trajik bir an, tüm insanlar, hepimiz ölünün ardından susmayı biliriz, bu dünyayı geride bırakan birinin, gerçekte ne bedeni, ne düşüncesi kavga konusu olamaz artık, cismani varlıktan soyutlanarak sürüp gider tüm tartışma, teleferiğin adı birden varangel olur ve Politzer unutulur. Gerçek hesap yeri dünyadır yalnızca zaten, her şeyin dünyada kaldığının kanıtıdır belki de bu tutumlar. Ötekisi bu dünyanın parçası, iş gören bir terazi, sanalitik bir emniyet sübabı ve ruhların Giulietta'sının bellediği masalların masalıdır kısacası!..
Politzer batının komünist parti üyesi... Karmakarışık bir algılar dünyası bu, ülkesinde kalsaydı bu çabaları daha anlamlı olmaz mıydı diye düşünmemiz gerekir. Çünkü orada da beklenmeyen konuk kapısını çaldı ve 'Et di Brutus' gene yinelendi ve Politzer gene 'Aşk olsun!' dedi. Bu konularda popülist batı dünyasını seçmesi, onu tanınmış, bilinmiş kılıyordur ama sıkletinin ağırlığını taşımış olma noktasında kuşkuları da beraberinde getiriyor. Huzurlu bir bahçede, huzursuzluğun tanımından, tüm girdi çıktılarından söz edebilmek ve kavramın zatıalinizden sorulması nasıl bir şeydir demekte gerekebilir, üstelik dünyamızda bela geliyorum demezken.
Büyük konuşmak küçük dünyalara özgü bir şeydir evet ama eleştiri tanrının bahşettiği bir şeyse, onu sevelim ve vareste tutalım diye bağışlanmışsa, dilleri tutuşturmamız son derece gereklidir, ne de olsa bir armağanın endamını ölçüp biçmek ve tadına da bakmak gerekir. Doktor kuşpalazını bilsin diye yatağa düşmelidir denemez ama bilmek cefa gerektirir.
Felsefenin Temel İlkeleri emsallerine göre daha alfabetik, daha anlaşılır ama daha yüzeysel bir kitap. Burada bir öykü amaçlanıyor ne yazık ki, bir eleştiri ya da kurban seçimi utanç verici olur, öyleyse olan bitene bakarak, tüm dünya bir oyun bahçesidir diyenlere nasıl kızabiliriz.
Özün sözü, üzülenler, kaybedenler, yenilenler kendini bilsin yeterlidir mi demeliyiz!.. İşte kitabın ortalarına doğru sanırım, bir Adelhanov kıssası vardı, olay ufkunda geçenler şu, Adelhanov Bolşevik devriminden sonra atölyesini -işlik- kapatmak zorunda kalır, ekonomik krize girdiği için çalışanların işine son verir ve der ki, bir işçi olacağım bende, biraz sermaye birikimi gerek, daha güçlü olarak döneceğim merak etmeyin. Ama Adelhanov ne yazık ki bir daha geri dönemez, onun trajik öyküsüne hala içlenirim, çoktan bu dünyadan ayrılmıştır tabi, ama öbür yakaya gittiğimde ilk görmek isteyeceklerimden biri o, görmesem de bu duyguyla gideceğim!..
Politzer bu örneği veriyor ama Paul Tibbets'in kokpitte Komut'a basarken ellerinin titremesine ya da gözyaşı dökmesine, Hiroşima'da ölenlerden daha çok içerlememize benziyor bu...
Adelhanov'un dramı istatistik -sayısal- ölümlerin ve milyonlarca insanın dramının önüne geçiyor, kapitalizmin sihri burada yatıyor, o koyunların yazgısına ağlamamamızı men eder, nasıl olsa sürüler yine üreyecektir, ne var ki başka Tibbets yoktur şu dünyada, varsa yoksa altın boynuzlu koçlar ya da açlıktan ölen masallardaki kurdun başına gelen perişan eder bizi ve uyuşturucudan cezalı bir yıldız cezaevinden çıkarken gözyaşı dökeriz.
Tibbets görevini yerine getirmeye zorunlu olduğunu, kim olsa aynı şeyi yapardı diye haykıracak olsa hıçkırıklarımızla eşlik ederiz ona, eğer Pasifik'in sularına dalarak, sessizce harakiri yapmayı seçseydi görev uğruna, ihanetle suçlayacak onu aşağılayacak olduğumuzdan eminim artık... Tarih bu örneklerle doludur. Kurulu düzenle, işlemekte olan mekanistik yazgımızın baskılarından kurtulmak, inanın ki tanrıyı yadsımaktan daha zordur.
Ephialtes belki bir çarpıtmadır, Mata Hari herkese gül dağıtmıştır, Brutus bir ölüm makinasına saldırmıştır, Köroğlu kendisine ağlamıştır, Rasputin dünyayı bir türlü kavrayamadığı için yolunu şaşırmıştır, Şeyh Bedrettin ölümden kurtulmak için ölümlü yola sapmıştır, anlaşılması ve örneklenmesi en zor insanlık halleri gibi gelebilir bunlar ama şu var ki, Tibbets bir hain olarak dönseydi ülkesine, gerçekte bir doğrumu karşılayan ama kurguda bir hain diye adlandırılan, bir yaratılmış olarak, kalan ömrünü ıstıraplar içinde geçirecek, cehennemi bir yeryüzünde ömür sürecek ve zift ve katranı tanrının sureti dediğimiz canlı sayesinde bu dünyada öğrenip, tanıyacaktı!..
Bizim ihanet dediğimiz şey, alışılmamış -belki de gizil bir gerçek ve de tanrısal doğrulara izin veremeyeceğimiz-, kurgulanmış sistemin dışına çıkmayı kabul edemeyeceğimiz ve gerekirse vahşileşebileceğimiz bir erdemin, sofistike bir bilgeliğin yerle bir edilmesi anlamına gelmiyor mu artık... Öyle değil mi...
Yüreklerimiz varsa, her silaha sarılışımızda, elimizin havada kaldığını bir düşünün!..
Bunun dönüşü olanaksız sendromlara yol açacağını söylüyorsunuz, cezanın değil, insan olabilmenin yaklaşımıyla sevecen bir ortam ve iyiletim, sınırsız bir hoşgörü ve anlayış ve kozmik bir dayanışmanın olduğu bir dünya daha zahmetli dostlarım. Böyle bir dünyayı yaratamıyorsak, sistem haklıdır, sürüler ölmeli ve Tibbets'in yazgısına göz yaşı dökmeliyiz. Tibbets çok onurlu!.. Bitmedi.
Bıçak ya da roket daha erdemli, daha kutsal!..
Ne demek istediğimi bile anlatamıyorum, öyle mi...
Ada inanın Adelhanovlar'la dolu, ütopyasını yitirmiş, hayattan elini ayağını çekmiş, yapayalnızlar, kendisiyle kavgalılar, yarı deliler, suskunlar, ermişler, kızgınlar, küskünler, her biri bir tarih olan, her birinin içler acısı ya da görkemli bir öyküsü olan, ütobistler, denizaşırı hülyalarla dolup taşan, ayaküstü düş gören, insanlığı bir kıyametin kurtaracağını söyleyen, ölüm olmadığında hayatın bir tadı olması bir yana, herkesin birbirini öldüreceğini ileri süren, aşkın tek kurtuluş olduğunu savlayan, kedilerin insandan üstün yaratık olduğunu, Eski Mısır'da tanrının bir kedi olduğunu ve o günlere dönmemizi fısıldayan, ceviz ağaçlarıyla donatılırsa bu topraklar, her sorunun çözüleceğini haykıran, nice insan...
Balıkçı Ayhan, Hıristiyan Faruk, Musevi Olcan, enternasyonal Maria... Bir dolu insan, bir dolu kahramanlık öyküsü, bir dolu konkordato ilan etmiş, yersiz yurtsuz...
Adada çiçekler azgın kokularıyla her yeri kuşattı bile, nar çiçeği var ilerde, geçen yıl öyle açmıştı ki, turuncu, ateş dolu bir okyanus, göz alıcı bir cehennem, melekler yanardağı... Ne tatlı alevler, ne hayran olunası bir aşkın parçası olabileceğini imleyen aldatmacalar, tanrının oyunlarından biri, şeytansı bir illüzyon, cennetsi bir ecenin gel ve seviş çağrısı!..
Nar ağacı yazgım oldu neredeyse, onu görünce adaya gelmekten başka umarım kalmadığını anladım, ama gitmekten başka çare yok diyen ve bir roman yazdığını söyleyen insanlar da var!.. Onları anlıyorum, gelmek ve gitmek aynı gerekçelerle yürürlüktedir her zaman, bir yurtluk, gizlenecek bir aura ve size özgü, ultra bir gezegen ararsınız sürekli, aynı gerekçelerle yanıldığınızı ve artık adanın elden çıktığını, giderek bozulan, vahşileşen bir hal aldığını ileri sürüp güneye kaçarsınız ve o son durak, o son iç çekiş köyünün, aradığınız biricik yer olduğunu anlayıncaya dek, sürer bu ruh çalkantısı!..
Bir tiyatro ilanı gördüm adada, ortada bir 'Güllü' oynuyor ve bir sürü posbıyıkta çalıyor, bildim bileli, bir oryantal oynar her Yeşilçam filminde, tiyatrolarda açık saçık oyunlar, derinlik sıfır, toplumsal veri zemine paralel seviyede, köçek, zenne, mihrace, ferace ne oynatırsanız oynatın, adı özgürlükten geçen bir karanfilli...
Şimdi soruyorum, bununla insanlara özgürlük felsefesi ya da bağımsızlık ruhu kazandırılacaksa, eleştirenler sonuna kadar haklı diyorum ben. Geldiğimiz noktaya bakarsanız bunu görebilirsiniz, aydınlar bu ülkenin celladı oldular, tiyatroları 'ortaoyunu', felsefeleri çalıntı yığını, resimleri kopya, müzikleri dışa bağımlı, romanları anı, şiirleri devşirme, mimarisi yıkıntıdır bunların!..
Azgelişmişlik o kadar görkemli gerekçelerle avunur ki, dar alanda daha yeniyiz, yeni başladık derler, erotik furyacılar, biz uçkurunu çözmeyi bile bilemeyenlere, cinselliği aşıladık, müzisyenler çok seslilik zaman alır der. Şiirimizin en büyük geleneğimiz olduğunu herkes söyler ama batıdan devşirdiler onu da, yüz yılımızda aydın bu işte, komisyoncu, arabulucu, simsar, kopya tüccarı, kolaj versiyonuyla iş gören dünyanın tek bilgesi, ne eşi var ne neşesi!..
Somurtmak onun tek silahı!..
Söylenmesi gereken şu ne yazık ki, bu kadrolar, bu anlayış değişmedikçe, bu toprağın kiracısı olmayı sürdüreceğiz. Neden, her şeyimiz kiralık değil mi, sahibi, üreteni, yaratanı hep başkaları değil mi. Aksiyon filmlerimiz eski kovboy filmlerinin versiyonuydu bir zamanlar, müziğimiz aranjmandı, yazınımız öykünmelerle dolu, şiirimiz içler acısıydı... Bu kavgaşım hala sürüyor, semirenler, sömürenlerle el ele vermiş, sekülarist çığırtkanlığı ele geçirmiş sermayelerini kaptırmamaya çalışıyorlar...
Yürüyüşler sade suya tirit konular için, hepimizin cennetlik olduğu bir yurtlukta kurnadan su içmek için yürüyor keçiler, vah köksüz ülkem, bellekler yalnız dini kötülemeye programlanmış, laik skolastizme ne diyeceğiz, sessiz ol mu, aydın despotluğu var, sosyal faşizm var. Bu ülkenin sorunu aydınların resmen orta seviyeli bir sentez ürünü olmaları. Üniversite açmaya dört duvar diyen bir aydın, okul sayısı olması gerekenin çeyrek kalbi diyemiyor, bir tür mürteciliğin pençesinde geziniyor açıkça.. Çünkü sosyal bilimlerde üniversiteler gerçekten dört duvardır, Platon'un akademisinde dört duvarda yoktu, 'ünilever' şeyler teknolojikse dört duvar olamaz ama bizde yüz yıldır 'kağnıya övgü' teknolojik hapishaneler var. Aydın yok, aydın olmadığı için son sıralardayız, üstelik aydın kendini eleştiriden vareste tutan sınıfa dönüşmüş. Aydın üretemiyoruz biz. Çünkü bu ülkede laik yobaz olmak zorunda olduğunu düşünüyor aydın, doğruluğu kesinlenen şey, zamanla düşünsel dogmaya dönüşmek zorundadır. Aydın sıralamada geri kaldıysanız, toplumsal cendere, çoğulcu mekanizmanın koşullandırdığı metaya dönüşüyor, geri kalmışlık başlı başına bir dogmatizmdir açıkçası, konumunda, uzaktan emprovize edilen bir metadır aydın ne yazık ki, kumandalı bir ışıktır. Baştan beri tek tip aydın profilimiz var bizim, korumacı şövalyeler ve verili şövaleler, bu da örtülü faşizm anlamına gelmez mi, duyumsanmayan ve son anda varlığını belli eden göğüsteki 'cancer', şimdi laisizm diye ördüğümüz duvarın, demokrasi diye tapınmanın ne anlamı var, çünkü o üç bacaklı at!.. Düşünce şiddet üretiyor bu toprakta, herkes kendi gölgesinin ve kolhozunun kralı, 'façyo' ruhluyuz ve kurbanımız doğrudan bu toplumun kendisi, biz... Varsıllarımız bile, açık toplumların vasatisi olan, karanfilli ve alay konusu bir cücedir bizim... Nedeni, laik skolastizm, çözüm; açık toplum...
Geneli de var bu işin, Hawking için, yüzüne plastik maske geçirilmiş bir robot diyorlar, kapitalizmin dehşet verici illüzyonu, olur mu olur, olmazsa söylencesi yetiyor, kutsal ruh, doğunun vicdanını aşkınlayan bir görü, yararlı onlar için, yazınımızda, ışığın karanlığında, denizin yayını arayan bir metafor ve kendimizi yadsımakta coşkulu davrandığımız bir metamorfoz değil mi...
Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece diye karanlıkta ıslık çalanlar, el değiştirirler mi bir gece!.. Güneş doğudan doğar mı gene!..
Tazılarla tavşanların savaşı bu, hep avcının kazandığı!..
Bilimkurguya özenmiyor bu toplum, bilime ilgi duymuyor, köreltilmiş, hem toplum bilisiz deniyor hem de toplum bir şeye kalkışır diye ödler kopuyor ne yazık ki, inanın el altından uzaklaşsın her şeyden diye o her şey yapılıyor. Gerekçeler sonsuz, din bizi geri bıraktı, biz yeni bir cumhuriyetiz, otuz üç simurgumuzu, otuz üç kızımızı daha dün yeni uçurduk, birilerinin elinde toplum üç maymun olmuş, o birileri heykeli dikilecek insan seviyesine gelmiş ama toplum bir adım ileri gidememiş, bu formülün kimyasını bulanların başarısı, dünyanın tüm gelişmişlikleri, tansıkları, olağanüstü bulgularından çok daha büyük bir beceri inanın, ileri gider gibi görünerek, geri kalmanın şeytana taş çıkartan yolları, gaz basarak, fren yapmanın ağrıları, meleksi ruhları ağlatmanın büyüleyici bağdaşıkları nelerdir...
Adres; Etiyopya, hayır Anatolia!..
Hıristiyan Faruk'la sabah akşam konuşuruz bunları... O dünyanın gidişatını öyle iyi analiz ediyor ve öyle iyi sezinliyor ki seçimden bir yıl önce Hillary teyze kaybedecek göreceksin demişti. Notradamus'u kutladım!..
Demişti ki, Ulysses okurken bir anlam arıyor bizim aydınlarımız, oysa anlamsızlığın başyapıtıdır o, anlamsızlığın cehennetinden lineer bir kurt deliği geliştirebilir miyizin cebirsel yolu, cebir gibidir gerçekten kitap, amaç anlamsızlığın çılgınlığına sürüklenerek, bir anlamlar silsilesine ulaşmak...
Dinden korkmak niye derdi... 'Kandil, bir sırça içerisindedir, o sırça, inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yakılır, bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar, nur üzerine nurdur o.'
Bilim kurgu değil mi bu, din hurafeyse eğer, ona teslim olan toplumları sorgulayacaksın, batıda kilisenin sayısı doğudaki mabetleri geçiyor, çok daha saygılılar, ama tanrının bir yoldaş, bir arkadaş olduğunu seziyorlar, diz çökerken aynı seviyede olmak için dikkat kesiliyorlar, yoksa onu duyamayacaklarını biliyorlar.
Şöyle düşünün, beyinsiz tek bir yaratık yoktur evrende, taşın bile vardır düşün evi denilebilir, bitkilerin komut merkezi tüm bedenine, organlarına yayılır, solucanın beyni elbette vardır... İnanın tüm evren bir beyindir gerçekte, tanrıda geçmişten geleceğe, salt bir exodus, bir üst düşün, bir denetim amaçlıdır belki de...
Centaury!..
Bilinmeyeni bilemeyiz elbette ama ışıkta yüzeni de görmezlikten gelemeyiz, bu en büyük yanlışımız bizim, yanılgımız ve korkunç dalgınlığımız, uykumuzdur belki de...
Garp cephesinde yeni bir şey yok'u okumuştum sanırım, asker ölen arkadaşının parlak çizmesini hemen giyiyordu, bu onun ölümüne sevinmek değil, kendi yaşama coşkusuna işaretmiş gerçekte, derin bir kavramsallık ve gerçekte elinde olmadan bir protest karşıtlık var bu davranışta, anlamak öyle zor ki...
O kitapta, bir köyde beş arkadaşın, altıncısı kitapta yazıyor, kümesten tavuk çalmalarından etkilenmiştim, anımsadığım bu yalnızca, çünkü gerilim dolu bir sahneydi, unutmadım, adamlar aç, çalmaları tek çare, başarmaları gerek, onlar için tek kurtuluş yolu bu ve acaba başarabilecekler mi diyordum, bir de bir askerin ölmeden önce miğferine tutuşturduğu çiçeği unutamam, ölüm gezegeninde, yaşamın filizlendiği , dirim dolu bir sahne...
Aslolan hayattır değil mi...
Savaş ve ölüm, insan bu meçhul.
Tanrı gibi!..
Sonradan Seyyit Han filminde bu çiçek tansımasının bir versiyonuyla karşılaştım, ona benzer ama farklı bir sahne vardı, o kitabı okumuşlardır sanırım.
Yaşam bilinçaltımızın yüzeye çıkması ve anıştırma ve görüntülerden başka bir şey değildir belki de!..
‘Bakın işte bu Sezar / Nötrinomun akışında su / Alçaklığın boşluğunda Jüpiter / Kimononun içinde bir kuğu / Geliyor kırmızı at Borjiya / Po ovası kalçası Bükreş bu / Duasını saçıyor bir Efes / Fanus Jiyal içindedir durduğu / İşte şu gördüğün bir müon / Satürn tutmuş saçın döllüyor / Düşlerinde orakl bir nöron / Dişler iken kıyametin koptuğu’
Hıristiyan Faruk'a şu şiiri çok severim dedim...
‘Hepimiz buradayız- / Yeryüzündeki sıcak ve canlı herkes, / soğuk olanlar şimdiden / yerin karnının altına / saklanmışlar- / mutluluk avcıları, acının kaçakları, / kaprisli melekler kristal bir an bağışlamış onlara, / bizi birden şaşırtan bir okşayış- / birbirine sarılmalar, / kucaklaşmalar, / aşkın aşka akışı. Ve birbirimize bakıyoruz, / her yüz tek ve benzersiz, / birbirimize dokunuyoruz / parmakların şaşkınlığı ve bilgeliğiyle; / yelkenleri indiren gülümseyişlerimizle / düzgün ve barışçı / dişlerimizi / gösteriyoruz birbirimize / heyecanlı, sıcak, / çekingen dokunuşlarımızla / (çünkü başka türlüsü her zaman dayanılır gibi / olmayan / ve karşındakinin gözlerinin aynasında / yanıtı pek belli olmayan bir bilmecedir). Ve sevgi- / evrende esen o sıcak soluk / eritiyor gergin tenimizi, / çekip çıkarıyor derinlere gömülü göz yaşlarımızı- / bir şey seyrediyor içimizdeki bir yarıktan, / orada her zaman gören / bir şey / acıyor bizim insan oluşumuza, / acıyor uçmayı özleyen / zavallı kürek kemiklerimize.’
Bir şey daha okudum ona ayak üstü...
Sabah sokağa çıktığımda ilk gördüğüm kişi kendimdi. Köşeyi döndüm, gene kendim. Durağa geldiğimde gene!.. Otobüse bindim, baktım, gene kendim. İşyerine geldim, çevremde sayısızca kendim, kendimler... Koltuğuma oturdum, işte gene kendim. İşlerini yapmamı isteyen, zorluklar çıkaran, kolaylıklar sunan bir sürü kendim!.. Öğle tatili; gene öyle... Yemekte, çay molasında, işbaşında... Bir sürü kendim. Akşam paydosunda, dışarı adım attığımda; ilk karşıma çıkan şey, gene kendim!.. Otobüse iniş biniş, sağa sola bakış, galeriler, mağazalar. Cetvelle, pergelle oyulmuş mağaralar, evler, alanlar hep kendimle dolu!.. Dün, bugün, yarın, sonsuzca bir kendimler çoğunluğu!.. Bıkmadan, usanmadan, sürgit kendim. Aşağı, yukarı, önü, ardı, eni, sonu bir kendimler kalabalığı... Birden kavradım olan biteni!.. O gün, kendimi yok ettim.
Çözüm değilse de durum belki de böyle...
Ada'lhanovlar umut dolu, sonsuza dek böyle yaşayacaklar gibi görünüyor. Şeytanla işbirliği yapmak, doğruların yörüngesi dışına çıkmak, bir kayanın üzerine tırmanıp tanrı benim diye haykırmak...
Umutlarını öbür dünyaya bırakmaktan çok daha insani bir şeydir.
Kimin işi daha zor!..
Ama bu bir öykü değil.
Neyin daha iyi olduğunu, belki tanrı bile bilemez...
Bir paradokstur bu!..
Ne yazık ki...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder