Ada sakinleri yalnız yeşil giyinir... Yağmurlar yeşil yağar, kar yeşil düşer, rüzgarlar yeşil eser ve güneş yeşil açar...
İğne yapraklı çamlar, tepeden tırnağa yeşil, minicik makiler, çalılar, defneler, manolyalar, begonviller, güller, korulara yakışır ağaççıklar, bin bir çeşit çiçekler adanın yeşilinin, pırıl pırıl ve dirim dolu gençliğinin sevdasıyla, göz alıcı, güneş gibi parlayıcı, denizden gelen yolcularının yüreğini kuşatarak büyürler ve sonsuzca bir ada söylencesi yaratır ve gizemli bir tütsü gibi yayılırlar artık dünyaya...
Geçen gün, felsefe konuşması yapıyordu adalarda bir trio, içlerinden biri dedi ki, her adaya gelişimde içim sevinçle dolar, mutlulukla taşarım, bakın yaz günü yağmur yağıyor, siz izleyiciler tentelerin altına sığındınız ama ben yağmurda yağsa konuşurum, çünkü bir ada aşığıyım, ada yağmuru benim gözlerimi açar, düşevim aydınlanır, damlalar kristal bir düşünce parçacıkları gibi ışıldar, ruhuma doluşurlar ve bir tansımayla, dağılırım artık adalara, bir gelincik ateşiyle dedi.
Şaşırdım, ziyaretçi bile adalılardan çok adalı bu toprakta, bu denizde, bu göklerde...
Ne yaptılar, kendi yurtlarına övgüler düzen bu sevdalıyı alkışladı adalılar, övünç dolu sesler gökyüzüne karıştı ve yağmur birden kesildi, inanın yağmur diniverdi birden...
Çünkü bazen olmaması gereken, ah olsun, o bizim bereketimiz, şanımız, vazgeçilmez tutkumuz, şanlı bağışıklığımız dediğiniz zaman, hemen tanrı araya girer ve övgülerinizin daha uzun sürebilmesi için, güneşi getirir koyar sofraya, bir sıcaklık yayar içimize ve tüm konuklarınız artık bir erinç ve mutlan içinde kulak kesilirler.
Dünyanın varı ve yoğu, mutluluk ve dayanışmanın kaynağı, tanrının ve meleklerin yoldaşı ve öksüz evrenimizin candaşı felsefe dediğimiz yeryüzü bilitinin, incilerden öte, denizin çırpıntılarından büyüleyici, güneşe tutkun, aya sevdalı ve kozmolojimizin temel direği, o eşsiz düşünsemeye, var oluşumuzun destansı söyleni, o derin vargılara, titrem dolu yargılara, benliğimizin sevda ve cennetten öte, ıtırlı, büyüleyici göklerine bir tutam aura bağışlar ve kendiliğini belli ederek, bizlerle kol kola, düşlerimize, yollarımıza, ev önlerimizden, yüreklerimize kadar sokularak ortakçıllığını, bir bütünün parçası olduğunu, büyülü bir kutsanmışlıkla belli eder...
Dünyanın varı ve yoğu, mutluluk ve dayanışmanın kaynağı, tanrının ve meleklerin yoldaşı ve öksüz evrenimizin candaşı felsefe dediğimiz yeryüzü bilitinin, incilerden öte, denizin çırpıntılarından büyüleyici, güneşe tutkun, aya sevdalı ve kozmolojimizin temel direği, o eşsiz düşünsemeye, var oluşumuzun destansı söyleni, o derin vargılara, titrem dolu yargılara, benliğimizin sevda ve cennetten öte, ıtırlı, büyüleyici göklerine bir tutam aura bağışlar ve kendiliğini belli ederek, bizlerle kol kola, düşlerimize, yollarımıza, ev önlerimizden, yüreklerimize kadar sokularak ortakçıllığını, bir bütünün parçası olduğunu, büyülü bir kutsanmışlıkla belli eder...
Konuşmacı ilginç ve bellemeye değer bollukta şeylerden söz etti, dünyada bilinmesi öğrenilmesi gereksiz bir şey yoktur gerçeklikte, hangi su içilmez, yanmayan ateş var mıdır, eşyanın varlığı gerçek midir, ay yerinde mi durur, dünyanın altıda bir üstü de bir savı nasıl bir doğrulamdır ve de şeyler gereksiz midir diye nitelenebilir mi...
Babil Kulesi işimizi kolaylaştırmak için var olmuştur -çeşitlilik bizi yok olmaktan kurtarır, korur-, tek bir dil bizi kısırlaştırır, ketum bir uçurumun dolambaçlarına sürüklerdi, bilgi dilin ormanıdır ve çoğaldıkça cennete yaklaşan bir dünyanın tubası gibi salınır ve varlığımızı berkiterek bizi tanrıya yaklaştırır... Açmış kasımpatıların öğleden sonrasında, tanrı olduğumuzu anladığımızda, onunla bütünleştiğimizde, varlığın, evrenin ve her şeyin bir bilgi olduğunu kavrayacağız...
Çünkü var oluş, yok oluş gibi tüm ikilemler, tüm tözler ve maddenin denizleri, ruhun okyanusları; bilgi, bilinç ve usa yormanın dışında hiç bir şeydir. Tanrı bizi yaratabildiği için varız ama biz de tanrıyı düşleyebildiğimiz için var, düşüncenin dışında, bilginin varlığı dışında, evren, biz ve tanrı var olamazdı!.. Algının, düşlemin olmadığı bir uçsuz bucaksızlıkta, varlık ve yokluk sonsuzda birleşen iki paralel doğruya benzer, insanın ya da benliğin, özünde canlının olmadığı bir evren var sayılamazdı, onun için tanrı, kendini algılayabilmek, dünyayı duyumsayabilmek için insanı yarattı diyebiliyoruz, insanda onu yaratmış, algı ve duyumsamaya böylelikle yol açmış oldu, dolayısıyla yalın söylemiyle, örnekçesi kalbini kırdığımız bir insan varsa, tanrıyı incitmiş oluruz ve giderek dünyayı, tüm evreni yok edecek bir adımı da atmış oluruz, bilmeliyiz ki acılarımız ve göz yaşlarımız tanrının inleyişidir, kısacası dokunduğumuz varlık tanrının ta kendisidir ve bu yüzden Delphoi tapınağında yazan şey, bin yıllar boyunca aradığımız, erişmeye çalıştığımız evrenin gizinin, dört rüzgarın estiği yerde, sağa gideyim, sola gideyim bile demeden, karşımıza çıkan bir şeydir ki, yeryüzündeki tüm rüzgarlar, artık onun habercisidir...
''Kendini bil...''
Babil Kulesi işimizi kolaylaştırmak için var olmuştur -çeşitlilik bizi yok olmaktan kurtarır, korur-, tek bir dil bizi kısırlaştırır, ketum bir uçurumun dolambaçlarına sürüklerdi, bilgi dilin ormanıdır ve çoğaldıkça cennete yaklaşan bir dünyanın tubası gibi salınır ve varlığımızı berkiterek bizi tanrıya yaklaştırır... Açmış kasımpatıların öğleden sonrasında, tanrı olduğumuzu anladığımızda, onunla bütünleştiğimizde, varlığın, evrenin ve her şeyin bir bilgi olduğunu kavrayacağız...
Çünkü var oluş, yok oluş gibi tüm ikilemler, tüm tözler ve maddenin denizleri, ruhun okyanusları; bilgi, bilinç ve usa yormanın dışında hiç bir şeydir. Tanrı bizi yaratabildiği için varız ama biz de tanrıyı düşleyebildiğimiz için var, düşüncenin dışında, bilginin varlığı dışında, evren, biz ve tanrı var olamazdı!.. Algının, düşlemin olmadığı bir uçsuz bucaksızlıkta, varlık ve yokluk sonsuzda birleşen iki paralel doğruya benzer, insanın ya da benliğin, özünde canlının olmadığı bir evren var sayılamazdı, onun için tanrı, kendini algılayabilmek, dünyayı duyumsayabilmek için insanı yarattı diyebiliyoruz, insanda onu yaratmış, algı ve duyumsamaya böylelikle yol açmış oldu, dolayısıyla yalın söylemiyle, örnekçesi kalbini kırdığımız bir insan varsa, tanrıyı incitmiş oluruz ve giderek dünyayı, tüm evreni yok edecek bir adımı da atmış oluruz, bilmeliyiz ki acılarımız ve göz yaşlarımız tanrının inleyişidir, kısacası dokunduğumuz varlık tanrının ta kendisidir ve bu yüzden Delphoi tapınağında yazan şey, bin yıllar boyunca aradığımız, erişmeye çalıştığımız evrenin gizinin, dört rüzgarın estiği yerde, sağa gideyim, sola gideyim bile demeden, karşımıza çıkan bir şeydir ki, yeryüzündeki tüm rüzgarlar, artık onun habercisidir...
''Kendini bil...''
Şöyle bir şey de söyledi konuşmacılar, sıvıcıl bir ışığın, plazmik gölgesinde, garip bir labirentin, tuhaf esintisinde konuşur gibi dediler ki, komünizm marjinal ayrılıkçılığa kucağını açmıyorsa nasıl özgürlükçü olabilir ki... Ve değildir de... Doğrudur ama tanımlanabilir gerçeklik, parçalı görüngüler çağındayız, kapitalizm enlemde bayağı özgürlükçü bir sistemdir, herkesi kendi otopyasına bırakır, şu kıssadaki gibidir kapitalizm, kim cehennemde yüzeye çıkıp kurtulmak istiyorsa, ona diğerleri asılır ve yükselişine izin vermez, olanak tanımaz, herkes boğulacak ya da suyun altında soluma kanalları açılarak, planette yaşayışımız sürecektir gibi kozmikomik tanıtlamaları vardır...
Kapitalizm lotaryadır, çekiliş vardır, laternadır, müzik çalar ve sonuçta albenili bir müzik dolabı görünümünde bir kumar evidir ki, ne yazık ki düş erdiremeyiz onun sololarına, böyledir gerçekten, herkes özgürdür sözde ama en büyük düşmanlarımız yakınlarımızdır, bakmayın kolluk kuvvetlerine, bizim güvenliğimiz ve geçmişimiz ve geleceğimiz çevremiz ve çevrenimizden sorulur. 'İnsan insanın kurdudur' bir deyi olarak yürürlüktedir kapitalizmde, gerisini bilemeyiz, anarko kapitalizm diye boşuna dememişler, şu bilinmelidir ki dünya hala putların alacakaranlığında yüzmektedir...
O başlangıç ve sondur, kıyamet gelecekse onu kapitalizm getirecektir, öleceksek mezarımızı kapitalizm kazacak... Et ve kemik yığını olduğumuz ve yakıtımızda 'kılıç suyu' olduğu sürece... Çünkü, iyiyiz, iyisiniz, iyiler, öbür yakada bile cezadan sonra, irem dolu bir kalabalık var, niçin kederlenmeli!..
Kendimizden kurtulsak bile günün birinde, bu hengamede terk edilmiş kadük varlıklar olarak, robotlar evreninin çöplüğünü doldurma olasılığı var insansıların; o zaman işte kuyruklar kopacak, tanrı neymiş, peygamber neymiş, sınıflar neymiş, krallar neymiş göreceğiz, çünkü bizler tropik renklerle süslü birer anomaliyiz, mutluluğun cehennetinde gezinir, iki yaşarlı sürüngenleriz!..
Sonuçta felsefecilerin dili bunu söylemeye vardı sanırım, çünkü bilgi mülkiyetin kırbaç izleridir, ama bir rüzgar esmeye görsün uçucudur o...
Ama dinleyicilerden biri o kadarda değil diyerek, kapitalizmi övecek ve idrarla cep telefonu şarj eden cihazın bu düzen sayesinde hayata geçtiğini savunacak oldu, her konuşmanın sonunda bir kargaşa olur ya, biri fena halde sıkılmış ya da nedensizce komplekse kapılmış olacak ki, kahrolsun kapitalizm, o dağa, bayıra giremez ki dedi, her şey görecelidir şu dünyada, mavralar ve manevralar anlamsızdır bu yüzden, biz tezekle, hem aydınlanıyoruz, hem ısınıyoruz, hem yemek pişiriyoruz, hem yıkanıyoruz, hem de huşu içinde kendimizden geçip, halay çekerek, göklerle kucaklaşıyoruz, biz hepimiz çay içeriz ama dört bardak asla olmaz, birini dolaştırırız, bunlar ne kadar geri kalmış yahu...
Sonuçta felsefecilerin dili bunu söylemeye vardı sanırım, çünkü bilgi mülkiyetin kırbaç izleridir, ama bir rüzgar esmeye görsün uçucudur o...
Ama dinleyicilerden biri o kadarda değil diyerek, kapitalizmi övecek ve idrarla cep telefonu şarj eden cihazın bu düzen sayesinde hayata geçtiğini savunacak oldu, her konuşmanın sonunda bir kargaşa olur ya, biri fena halde sıkılmış ya da nedensizce komplekse kapılmış olacak ki, kahrolsun kapitalizm, o dağa, bayıra giremez ki dedi, her şey görecelidir şu dünyada, mavralar ve manevralar anlamsızdır bu yüzden, biz tezekle, hem aydınlanıyoruz, hem ısınıyoruz, hem yemek pişiriyoruz, hem yıkanıyoruz, hem de huşu içinde kendimizden geçip, halay çekerek, göklerle kucaklaşıyoruz, biz hepimiz çay içeriz ama dört bardak asla olmaz, birini dolaştırırız, bunlar ne kadar geri kalmış yahu...
Süper dedi biri!..
Bilinmez, tanrıyla, insanların yarışıdır belki de tüm olan biten...
Bilinmez, tanrıyla, insanların yarışıdır belki de tüm olan biten...
***
Yılın her mevsimi yeşil giyinir ada sakinleri... Yollar, bayırlar, kilise önleri, mabetlerin içleri, ağaçlar ve çiçekler yeşilin geçitleri gibidir. Bir cennetin korteji... Çölün ıstıraplarıyla geçmiş bir ömrün avuncası, garip bir tesellisi...
Ada saltık mutlandır.
Denilesi, aşırı sıcaktan bütün şehir şebekesinde su buharlaştığı için hizmet verilemese, halktan özür dilense, ada da gene de bir zemzem suyu vardır, ruhun açlığını, yüreğin fırtınalarını dindirecek...
Uzayda bir gün oksijen kuvözleri, yaşam kolhozları kuracağız diye dünyayı bırakıp gitseler, adalarda düşlenen ütopyalar gene de kurtarabilir bu mavicil gezegeni, bu minicil küreciği!..
İşte bakın, adada bir Adonis Çiçeği varmış, kutsiyeti bilinmeyen, öyküsünü anlattılar bana ve Adonis, adanın hoş çiçeği, nazlı gelinciği demekmiş.
''Arşipel mitolojisinde, Kıbrıs Kuşu'nun ağzından, Mermer denizinin adalarına, iki toprak arası denizlerden, İllirya yurtluğuna dek söyleni yayılmış, 'Aşk ve Güzellik Tanrıçası' Afrodit'in sevgilisi, genç bir avcı varmış.
Adonis...
Adonis...
Bir yaban domuzu saldırısında canından olmuş doğruysa, bir Domuz ayında Afrodit, Adonis'in her yıl ilk baharda yeryüzüne çıkıp altı ay yaşaması için tanrılara dilekte bulunurmuş. Onun yeryüzüne çıkışı Makedon topraklarından Likya'ya, Atina'dan Smyrna'ya Adoniya Bayramı olarak kutlanırmış. Adonis, mitolojide ilk olarak Fenike tanrısı olarak ortaya çıkmış, Aspendos yakınlarında, daha sonra Sümer, Hitit, Fenike ve Babil kaynaklarından antikçağ Hellenlerine dek uzanan bir mitoloji kahramanı olarak boy göstermiştir. Kybele-Attis söylencesinin bir başka dolayımını veren Adonis söylencesi bir toprak-bereket öyküsüdür. Birçok şiir ve masal yazarlarının özene bezene işledikleri bu öykülerin, bin bir boyutta anlatımı vardır, dil denizlerden daha bereketliymiş çünkü...
Tanrıçaların gözünü aldığı, onların sevgisiyle birbirlerine düştükleri güzel erkek tipini tanımladığı gibi, kutsal bir yaban domuzu biçiminde de betimlenmiştir. Kadınlar uruğunun ona taptığı ve Adonis olarak bir yaban domuzu besledikleri de ileri sürülür.
Hellaslı ozan Panyasis'in anlatımına göre, Adonis, Kıbrıs kralı Kinyras'la kızı Smyrna'nın sevişmelerinden doğmuş. Tanrıça Aphrodite'in ilencine uğrayan bu kız babasına tutulmuş, onunla sevişmek istemiş. Dadısının kurduğu bir düzenle yatağına girmiş ve on iki gece onunla sevişmiş, son gece de gebe kalmış. O gece babası, yanında yatan kadının kızı olduğunu anlayınca çok kızmış ve kılıcıyla üstüne yürüyüp onu öldürmek istemiş. Ama tanrılar Myrrha'ya acımışlar ve onu kurtarmak için mersin ağacına çevirmişler.
Mersin ağacının yerinde şimdi Mersin adında bir insan kenti boy gösterirmiş.
On ay sonra ağacın kabuğu çatlamış, gövdesinden dünya güzeli bir bebek çıkmış. Çocuğun güzelliğine vurulan Aphrodite onu büyütsün diye yeraltı tanrıçası Persephone'ye vermiş ama Persephone de çocuğa tutulmuş, onu Aphrodite'ye geri vermeye yanaşmamış. Tanrıçalar arasında kopan kavgaya bir yargı veren Zeus, Adonis'in yılın dört ayını Persephone'nin, dört ayını da Aphrodite'in yanında geçireceğine, geri kalan zamanda da istediği yerde yaşayabileceğine karar vermiş. Adonis, Aphrodite'in yanında kalmayı seçince, tanrıçanın güzel delikanlıya olan aşkını kıskanan tanrılar onun üstüne bir yaban domuzu salmışlar.
Kasığından yaralanan Adonis kanaya kanaya can vermiş. Adonis'ten akan kanlarla sulanan toprakta, lale derler birer bahar çiçeği bitmiş. Sevgilisinin yardımına koşan Aphrodite'in ayağına diken batmış, sıyrığından akan bir damla kan tanrıçanın çiçeği olan ak gülü kırmızıya boyamış. Adonis ölünce tanrıça Aphrodite onu kurtarmak için ölüm ülkesine inmiş. Ölüm ülkesi tanrıçası Persephone de Adonis'e aşık olunca, her iki tanrıçayı da kırmak istemeyen Zeus, Adonis'in bir yıl yeraltında, bir yıl yeryüzünde kalmasını buyurmuş.
Kışın yeraltında saklanan, baharla birlik yeryüzüne dönen ve aşk cümbüşü içinde fışkırıp gelişen bitkisel varlığı simgeleyen Adonis'e doğuda özellikle kadınlar tapınırlar; yılda bir bahar bayramı yaparlar, saksılara, sepetlere tohum dikerler, onları sıcak sularla sularlar; böylelikle hızla büyüyen bu bitkiler, kısa zamanda solup, ölürler. “Adonis Bahçeleri” denilen bu çiçeklerin karşısında kadınlar yas tutar ve Vah Adonis! çığlıklarıyla dövünürlermiş.
Bir başka kaynaktaki öykünmede, bütün bitkilerin anası olan Aphrodite'in, Adonis adında bir oğlu olduğuna inanan eski Ege inancına göre, güzellik tanrıçasının bu güzel oğlu, bizi çabucak terk eden çiçekli ve erinçli ilkbaharın bir simgesi olarak gösterilmektedir. Adonis, saklandığı ağacın kabuklarını yararak çıktığında, güzel günler geri gelmekte, çiçekler açmakta, ilkbahar gülmektedir. Adonis, yavaş yavaş değil, çabucak büyüyerek, yaşamı, güllerin, nazlı çiçeklerin yaşamı gibi birkaç gün içinde akıp gitmekteymiş. Çünkü Adonis, açılıp güldüğü, gençliğinin en güzel ve parlak çağına ulaştığı gün ölmekteymiş. Bu zaman da, yaz mevsiminin sonu olmaktadır. Bu dönem, güneşin kavurucu sıcağından yanan bitkiler, başlarını eğmekte ve can vermektedirler.
Böyle bir mevsimde o, bir yaban domuzunu kovalıyormuş. Bu yabanıl hayvan, bir aralık geri döner, kendisini izleyen güzelliği eşsiz bu delikanlıya sivri, keskin dişleriyle vurur ve onu yaralar. Onun acı bağırtıları üzerine, oğluna yardım için evinden ayağına sandallarını giymeyi unutarak koşan Aphrodite, dalgınlıkla bir gül fidanına basar, gülün dikenleri ayağına batar ve kan akar. O zamana dek bembeyaz güller açan gül fidanları o günden sonra artık kırmızı renklere bürünür. Kumral saçlı güzel tanrıça, Adonis'in yanına geldiğinde onu ölmüş bulur. Adonis'e, anası Aphrodite tarafından dökülen gözyaşlarından “anemon”, ''laleler'' çıkar.
Adonis'in parlak gençliği ve zamansız ölümü nedeniyle törenler yapılır. Bu törenlerde, belirli günde, onun acıklı ölümünü anmak için kadınlar acıyla hıçkırarak ağlarlarmış. Kızıllara boyanmış bir yatağa, can vermek üzere olan ve Adonis'e çok benzeyen bir delikanlı yatırırlar. Yatağın üzerinde uçuşarak, gölgeler salıp, saran Eoslar, gözyaşı dökerlermiş. Meyveler, meşaleler, güzel kokular saçan vazolar ve özellikle içinde çok kısa ömürlü olan, gün doğarken açılıp, gün batarken solan çiçekler bulunan gümüş sepetler koyarlarmış. Böylece gözyaşı döktükleri güzel Adonis'in ömrünün çiçek ömrü gibi çok kısa olduğu anımsatılırmış.
Ertesi gün Eos, kınalı parmaklarıyla göğün kapısını açtığı zaman saçları perişan, feryatlar koparan kadınlar, bu güzel bedeni alırlar, büyük bir kalabalık ve görkemle, dalgalara, denizin çırpıntılarına bırakırlar, o gel-gitler arasında kaybolduğunda şen şarkılara başlarlarmış. Çünkü Adonis, gelecek mevsimin yağmurları ile sararan doğayı güzelleştirecek, sonbaharı getirecektir. Bir başka söylenceye ya da öykünmeye göre; Arşipel Mitolojisi'nde Smyrna'nın oğlu olarak bilinen Adonis, güzel ve ideal olanın, yeniden doğumu ve baharı getiren tanrı olarak betimlenmiştir. ''
İşte bir söylentiye göre Adonis, bir diğer adlandırmaya göre Adasun çiçeğinin öyküsü buymuş
Adada dolaşırken bayırlarda, kıyılarda, Eskibağ yollarında, Aya Yorgi sırtlarında karşınıza çıkar durur bu çiçek... Yaşam sevinciyle dolar onu görenler...
''Adayı görmeden elveda diyeniniz / bir çocuksa eğer / onu öpelim. / Yüklü bir kadınsa eğer o / onu sevelim. / Yaşlı bir adamsa o / ona küselim. / Bir kralsa eğer / urbamızı paralayıp / dizlerimizi dövelim. / Çünkü ondan bahtsız / hiç kimse yoktur bu dünyada!..''
Ama elveda derken, bir şiirle veda edelim...
'Lâlelerin olduğu yerde yaşam bitmişti artık. / Sonsuz bir ölü doğa uzanırdı kırda. / Eller üzerinde yükselen koruluğu / yakmıştı gizil bir güç / yok etmişti sanki. / Dut-ağaçlarda uçan kelebek / nasıl da salınırdı yelde. / Yağan kar bile / usul usul üşütürdü böcekleri / usul usul üşürdüler toprağın altında. / Döl yatağı gibiydi ırmak / Zuhâl yıldızı gibi yağardı kar. / Lâgünler, meşeler, ardıçlar; / tavşanlara, arılara, avcılara / "Paydos" demişlerdi... / Ama çok ağlandı "Safo Kız" çok ağlandı, / kimbilir bir zamanlar burada, / kimbilir kaç kişi birbirini sevmiş / sevişmişlerdi...'
Ada'nın yüreği her daim atsın diyedir!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder