12 Haziran 2017 Pazartesi
DELİA
Güneşin, yaprakların arasında gezinen solgun ışığında, Prusya mavisini andırır dev bir kuş, sanki birdenbire, ormanın içinde gözden yitip gitti.
Delia o dedi, yetimhanenin bekçisi, bütün gün yalnız başına dolaşır adada, sonra kayalıkların orada, ıssız koydaki kulübesine gider, bütün gece, denizin sesiyle karanlıkta düş görmeye!..
Robenson gibi dedim, bir tür Robenson... Bekçi, delirmiş o dedi, çocuklarını kaybettikten sonra diyor kimi, kimi kapıldığı bir aşk yüzünden, kimisi de zamanla ölümün ağırlığını duydu bedeninde, hiçliğe kapıldı diyorlar.
Dev gibi bir kadın, oysa hala güzel görünüyor. Konuşmuyor mu dedim hiç... Konuşur dedi, kendisiyle...
Hızla arkadan dolaşıp önünü kestik, bizi görünce durdu ve bir taşa oturarak uzaklara bakmaya başladı. Görünmeyen bir tanrıyla sanki söz düellosuna girecek gibiydi...
Onunla konuşmazdan önce şunları anımsadım bir bir...
Ettora Scola'nın bir filminde sanıyorum, yazma yeteneğini yitiren bir senarist, işaret parmağını kalemtıraşın içine sokar ve çevirir!.. Bu sinemanın gücünü göstermek bir yana, yeteneklerimizi yitirdiğimizde, düşünme ve üretme becerimiz bittiğinde yaşayabileceğimiz elim sonu, ironize etme, dahası yüzümüze vurma açısından son derece dramatik bir sahnedir.
Yapay zeka konusunda hep düşünürüm öteden beri, çalıştığım yıllarda, birinci sıradaki bir satranç oyuncusuyla, satranç konusunda verilerle donatılmış bir bilgisayarın karşılaşacağını, on iki oyun üzerinden yarışacaklarını söylediler. Çoğu karşılaşmayı, insanın kazanacağını ileri sürüyordu, gülerek bilgisayarın kazanması gerektiğini söylüyordum ben de... Sonunda bilgisayar kazandı çünkü nedeni şuydu sanırım, insanların bildik tüm hamlelerini, sonsuz bir çeşitlilikte bilgisayara yüklediğinizde, hiç bir insan onu yenemeyecektir. Çünkü hepimizin hamleleri onda saklı, o bizim ne yapacağımızı artık biliyor, hepimizin...
Ama biz tek tek, diğerlerimizin hamle yeteneğine sahip değiliz, hepimiz kendine özgü düşünce sistemiyle yarışan birer tekiliz, ama bilgisayar tümümüzün düşünce sistemini ele geçirdiği için bu konuda, onu artık kimse yenemez, yalnızca o son hamleye karşı yeni bir hamle üretebilmemize dek!..
Bu da bize yaratım noktasında tanrıyı geçebileceğimizi gösterir, tüm insanların, günün birinde, tüm davranış ve düşünsel verilerini herhangi bir robota yüklediğimizde ki bunun olanağı vardır, o zaman işte bu yeni 'Canlı'nın, insanüstü olması kaçınılmazdır, o bir yana bizim olağanüstü sandığımız her şey, o noktadan sonra, gerçekte bir olağanlık dizisi ve tüm zorlukların altında bir anlaşılırlığın, belki de sürgit kavranılabilecek bir kolaylığın, yalınlığın ya da bir basitliğin olduğunu ve tansığın yalnızca bir sanı ve insanın linguistik imgeleminde, öylesi bir ileri sürümden başka bir şey olmadığını gösterebilecektir artık. Doğallıkla böyle bir şeyin şaşırtıcılığı olamaz...
Sonuçta ne olacaktır, biz tanrılaşacak mıyız diye düşünebiliriz de, ama hayır tam aksine bütün bütüne bir insan olacağız, insan olma noktasında bir aşamayı daha geçeceğiz.
Çünkü tansık diye nitelediğimiz,- bilimde tansık yoktur zaten- ya da olanaksız gördüğümüz her olgu, her oluntu, yapıntı ve düzenim şu dünyada, gizi anlaşıldığında, formüle döküldüğünde veya varoluş biçimi ya da genetik kodu veya oluşum kompleksleri diyelim tümüyle ele geçirildiğinde o şey sıradanlaşır.
Onun için tanrı katına hiç bir zaman ulaşamayacağız biz -çünkü tanrı olağanüstülüğün adlandırılmasıdır-, ama tanrının bize doğru eğilimle, yaklaşacağını, yakınlaşabileceğini söyleyebiliriz. Düşünelim ki geçmişte, yıldırımlar ve şimşekler tanrımızdı, gök gürlemesi onların dile gelmesi, seller, volkanlar ve yangınlar onun eyleme yeltenmesi, güneşin açması ya da baharın müjdesi, onun bir anne gibi sevecenliği veya bir baba gibi affediciliğiydi...
Delilik insanın naturasında var, gerçekte hepimiz birer deliyizdir belki de, bilemiyoruz, göreceliliğin yolculuğunda, kimin neye karşı sağlıklı ya da olması gerektiği gibi bir kalıbın içinde yüzüp gittiğini kim bilebilir ki...
Yaşam halen bir tansık olma nitelemesini sürdürüyor, çünkü hala bilinmeyenlerle dolu, zaman bizim delirmemizi öngörebilir ya da yaşadıklarımız bizi, içinde bulunduğumuz sistem ve biçimlendirmelerden uzaklaştırarak, diğerlerine göre bir deliliğin içine sürükleyebilir.
Az kalsın delirecektim, o an ne yapacağımı bilemedim, birden kendimi kaybettim ya da o sıra bana bir şey oldu, en sık kullandığımız tümceler arasında belki de başı çekiyordur, hiç sayamadık ki korkudan!..
Uzun bir yola çıkmıştım günün birinde, gençlik yılları, para olabildiğince sınırlı, mola yerinde açlığımı yatıştırmak için, glikozla bedenin enerji düzenini ayakta tutmak, olağan sağlık yapısına katkıda bulunmak için, menüde en ucuz olan şeyi, bir komposto içeyim dedim, hayatın ve ölümün amansız baskıları işte, belki de parasızlığın illüzyonudur bilemem ki, o an sanki bir düşün içindeymişim gibi, kominin yaklaşması, bir şey alır mısınız diye tinsel yapımı kuşatması, bir boyundurukla abluka altına alması, anlağımın istemsiz biçimde sapmasına ve bir düşünsel karmaşaya sürükleyerek, gecenin uyku veren saatinin de el vermesiyle, -bu halleri her insan, türevi de olsa yaşamıştır ve bilir-, sanki bir afaziye yakalandım ve adları karıştırdım ya da unuttum, ağzımdan komposto yerine -belki de istemsizcedir bilemiyorum-, rosto çıktı, en pahalı yemek!..
Şeytan söyletti diyemem, tanrı söyletti bana kalırsa, çünkü şeytan bizi denemeye kalkışamaz, o bir mutlaklık peşindedir ve sürekli, salt kendini deneyecektir o, tanrı ise bizi sınava çeker bildiğiniz gibi, bakalım ne olacak, nasıl atlatacak ya da neler yaşanacak, ikisi arasında incelikli bir ayrım vardır ne yazık ki!.. Tanrı sürgit denemek zorundadır, bir daha ki sefere kusurlarını en aza indirgemesi için!..
Şeytan, sabah çeşitlerini tanımakla yetinir, böyle bir erekle dünyaya gelmemiştir!..
Bu yüzden hiç bir şeye inanmam ben, inandığım tek şey hiç bir şeye inanılamayacağıdır. Bilimde şarlatanlık peşinde koşabilir bana kalırsa, aşkta aldatıcıdır, insanda bir tanrıdır, yemek ve içmek zorunluluğu canlıları sıradan kılar, denizlerin altı gerçek dünyadır, uzay bir illüzyondur gibi, ama son durakta şudur bu konuda; her şeye inanılabilir de!..
Bir bilimsel yayın görmüştüm şu yakınlarda, bir duyum bu...
İnsanlar on bin yıl önce tarım yaparak erozyona neden oldu. İnsanın çevreye olan etkileri yalnızca bugüne özgü bir konu değil. İsrail’de yapılan bir çalışmada, yaklaşık on iki bin yıl önce, insanların tarım ve de bitkilerle ısınma çabaları sırasında deniz çevresinde erozyona neden oldukları ortaya çıktı.
Ölü Deniz jeolojik ve arkeolojik araştırmaların sıklıkla yapıldığı bir nokta olarak tarihsel anlamda çok önemli bilgiler sunmakta.
İsrail Tel Aviv Üniversitesi’nden araştırmacılar, Ölü Deniz tabanında yaptıkları sondajlarda topladıkları numunelerden iki yüz bin yılı aşkın tortu kayıtları elde ettiler. On iki bin yıl öncesinde oluştuğu belirlenen tabakadaki örneklerde, doğal olarak oluşmayacak olan erozyon oranları saptandı.
Birde şuna benzer bir şeyde görmüştüm...
İsa Arap ırkından olabilir. Nasıra'da yapılan arkeolojik çalışmalar sırasında, eski bir mezara ait bulgularda ele geçen kemiklerin incelenmesi sırasında varılan sonuçlar, daha önce Medine'de bulunan bir mezarda bulunan kemiklerin antropolojik yapısıyla birebir örtüşüyor. Birbirine yakın bu iki coğrafyada yaşayan insanların, aynı soydan geldiği ve yakın akrabalık ilişkileri içinde olduğunu ileri süren Wisconsin Üniversitesi'nden bilim adamı Efraim Herzog, buradan anlaşılıyor ki Nasıralı İsa'nın büyük olasılıkla bir Arap olduğu sonucuna varabiliriz demiştir...
Bunun uydurma olduğunu söyleyebiliriz ama gerçektir!..
Bizler, insanoğlu gerçek yola çıktığında yalan dünyayı dolaşmış olur diyoruz. Varsayımlar dünyasında her şey safsataya dönüşebilir, her safsata gerçeğin yerini alabilir, dün dünya düzdü, bugün yuvarlak, yarın kara ve denizlerin biçimine bakarak amorf olduğunu söylemek durumunda kalabiliriz, bakış açımızın gerçekliğinin bizi neye zorladığına bağlı bu, önümüze koyduğumuz yeni postula bir öncekini unutmak zorunda bırakabilir bizi!..
Ah yeryüzünde, iki türlü insan vardır gerçekte, ne bilgilerimizin var ettiği, ne hurafelerin efendiliğine soyunan. Birincisi; kendisi kötülüklere alet olmuş insanlar, ikincisi kendisine, kötülükleri alet etmiş insanlar, görünürde üçüncüsü yok, toplumlarda öyle, kötü, yararsız şeylere bel bağlamışlar, bir ötekisiyse kötü şeylerden yararlanmışlar. Kabulü zor görünüyor, insanlığın geldiği, geldiğimiz noktaya bakarak, olayların bu ikisini andırdığına inanıyorum ben. İyimserlik bize bir şey kazandırmıyor sanıyorum, çünkü o yinelemeleri, neredeyse zorunlu kılıyor ve hiç bir şeyi değiştiremez bir bumeranga dönüşmüş artık ve hep başlangıca, başladığı noktaya dönüyordur kanımca...
Örneğin bizler, afra tafra yazıcıları, noktalama işaretlerinin yerini bile bilmiyoruz, en büyük sorunumuz şu bence, çayı en iyi yapan bizizdir örneğin ama tatlandırmasını bilemeyiz, onu biliriz, içerken üstümüze dökmeden edemeyiz. Bütünlük yok bizde... Bir yabancı, burada her şey var ama hiç bir şey tam değil dedi, doğrudur ne yazık ki...
***
Delia'ya; Burada iyi misin dedim. Hiç bir tepki vermedi, sessizlikten gelir gibi sözümü tekrarladım... Burada iyi misin...
Sen dedi...
Durakladım bir süre... İyi olduğumu söyleyemem dedim. Konuşamazsak birbirimizi anlayamayız, benim en büyük sorunum bu biliyor musun...
Hiç bir şeyin değişmeyeceği düşüncesiyle gelmedim buraya dedi.
Gizlenmiş bir şiddet ve terörize bir dünyada yaşıyoruz, burada bile öyledir ama salt kendim olmak istiyorum ben, olabildiğince, hiç bir yararı olmasa da, elimden gelseydi öldüğümde, denizin içinde yitip gitmek isterdim...
Canımıza kıymak düşüncesinin bir terör olduğunu düşünüyorum dedim. Doğru dedi, tepki verdiğimiz hiç bir şeye katkımız olmamalı, olabildiğince...
Ama dedim, iyi hiç bir şey yok mu şu dünyada, hiç mi yok...
Var dedi, çok hem de, ama sonucu değiştirmeye yetmiyor, hiç yetmiyor, kargaşanın önüne geçemiyoruz, yaşam yalnızca biçim değiştiriyor, bu çok sıkıcı geliyor bana, bir fanusta, uzayda bir yerde, burada bir kulübede ya da varlığın her hangi bir yerinde gene böyle bu, kendimizden kurtulmanın yolunu bulamıyoruz...
Gerçekte bencilin biriyim ben biliyor musun diye sürdürdü...
Paranoya içindeyiz hepimiz ama ben sakinim ve mutluyum burada, sizi bilemem, deliliğin ve sanrıların tutkusuyla bir kabusun içine sürüklendiğimi düşünebilirsiniz, düşünebiliriz ama aynı şeylere tutku içinde sarıldığımızı ve kendimizi göremediğimizi düşünüyorum ben ve kendimi bir denek olarak buraya sürdüm, elimden başkaca bir şey gelmediğini düşünebilirsiniz artık.
Ama dedim yine, düşüncenin engin bir dünyası var, doğrulam ve gerçeklik apayrı şeyler, sence ne yapmalıyız ki, hepimiz için bir adım, bir dönüşüm olduğunu kabul edelim...
Bunun olanağı yok, yenildiğimi kabul etmeseydim buraya gelmek istemezdim. Kişisel ya da kitleselliğin içinden çıkan öylesine bir tepki sayılır benim ki, doğru ya da yanlış olduğunu kesinleyecek kadar ileride gidemem. Yapılması gereken özeylemin özgürce yapılabilmesi, belki bunu yapabildiğim için bir umuda kapılabilirim ben, kurtuluş yolu hala vardır belki de...
Delia, ben senden daha umutsuzum demeye utanıyorum.
Burada ilk kez gülümsedi Delia, paranoya ve cinnet içinde olduğumuzu düşünenlerimiz için, iyi bir örneksin dedi. Sorun sizde demiyorum ama arınmışlığı arayan biri için, bunları ileri sürmek haksızlık değilse de, umudun yok edilmesi ya da onun görmezden gelinmesi, kıyamet provasına kalkışmaktan öteye geçemez...
Hiç bir şey, bize hiç bir şey kazandırmış değil ne yazık ki!..
Umutsuzluğun umudu da söz konusu olabilir. Kötülüğün zorunlu olduğunu ileri sürseydim ne diyebilirdin, savaş, açlık, kavga, ölüm, öldürme, sayamadığım bir sürü şey için bir zorunluluk var gibi geliyor bana, niçin bunların gölgesinde yaşıyoruz ve bir çözüm aramaktan kaçınıyoruz da, bir gölgeye, çöle veya dağa sığınıyoruz biz...
Hak vermeyi bilmek gerekir.
Bu dediğinde gerçeklik payı varsa da, kötülük ve kötümserlik ele geçirmiş bizi, bundan kurtulmak gerekir öyleyse, belki de diyeyim ki, biz sorunlarımızın efendisi olmayı yeğliyoruz gerçekte, ondan kurtulmak değil, kötülüğün bizi ele geçirmiş olması, onu ortadan kaldırma adına bizi oyalayan bir kozmikomikliğe dönüşmüş. Düşünceler alabildiğine basitleştiğinde belki soruna daha çok yaklaşabiliriz...
Kurgunun, eyleme yansıması noktasında sürekli problemler yaşadığımızı ileri sürebilir miyiz...
Sorunların kendisini tek tek ya da bir bütün olarak ele almak noktasında hep bir engeller var bizim içimizde, tüme varım ya da gelim bizim için bir çözüm olmaktan uzak ne yazık ki...
Özür dileme alışkanlığım vardır benim. Peki, her ölümlü gibi çözüm ne diye sormak ya da ne yapmalıyız bizim için formüle edebilir misin diye danışmak durumundayım.
Ruhum aç benim...
Sıradanlık içinde olmalıyız, umut bir soyutlama ve ufki, sakince düşünmeliyiz, belki hızlanmak için geri geri gitmek gerekir ve sonra koşmayı denemeliyiz, sorunlar sonsuz ve açımları da bir o kadar sonsuz gerçekte, temel sorun kendimizi görmeli ve ona göre çözümler üretmek noktasında, bir karar ve mantık birliği, düşünce silsilesi içinde yol almalıyız düşüncesindeyim, bunlar ileri sürüldü belki de, ama dünyanın bir anomali içinde olduğunu kabul etmeliyiz öncelikle...
Sonsuzluk denizinde bir çözüm bulabileceğimizi düşünüyor musun yine de...
Yaşamı gerçekte yadsıyorum ben, beğenmiyorum, kendime dönmek istiyorum ve varabileceğim, deneyebileceğim tek gerçeklik bu, burada olmam sizi şaşırtıyor, oysa burada değilim ben, yalnızca olabildiğince ilkel ve ilk günümüze dönmek istiyorum, ana rahmine dönmek gibi, sıfırı görme ve yeniden başlamak, tuhaf olabilir ama algılarımız hep bir saplantı içinde ve hepimiz birbirimizi, her şeyi, evreni, tanrıyı, varlığı, yokluğu yanlış algılamakta direniyor gibiyiz. Doğrulardan ve gerçeklerden nefret ettiğimi söyleyebilirim. Başka bir dünyadan, dumanlı vaatlerden, cennet ve cehennemden de nefret ediyorum ben, belki içimde ya da burada başka bir gezegende olduğumu düşünerek kendimi avutuyorumdur, bir 'otopya' demem yinelemenin tuzağına düşmek olur benim için ama başkaca ne yapabilirim ki...
Delia, ağlama isteği uyandırıyorsun bende, başka hiç bir şey değil...
''Hiç kimse bu uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanında / Bu hesapsız dünyanın, hiçbir zaman görmez / kendi bildiği Tanrı’yı, / Yalnızca rüzgarın taşıdığı, rüzgarın taşıdığıdır duyulan. / Kafa yorduğumuz ne varsa, aşklarımız, tanrılarımız, / Geçer giderler, bizim gibi...''
Algılarımız hiç değişmedi ve değişmeyecek!..
Minicik bir özlem yumağıyla 'Hoşçakal' demek istiyorum sana...
Büyük bir gök parçasıyla; Hoşçakallar bir arada olsun diyorum bende...
Delia'yı bir daha göremedim...
***
''Nasılsınız, dedim. 'İyiyim' dedi. Yalnız, 'İyiyim' derken, 'İ'yi oldukça uzattı, ses aralığını uzun tuttu diyebilirim. Bununda, buraya gelirken, oldukça sakinlikle yola çıktığını, diyelim eşikten adımını attığında, usunun dingin, tininin de dertsiz ve uğultusuz olduğunun bir göstergesi sayılması gerektiğini düşünebiliriz. Ama 'İyiyim'in son harfçiği 'm'yi üstüne basarak, içsellikle keskinleştirilmiş ve ama sonuçta gizlenmek istenen bir hışım ve kinle söylediğini de ileri sürebiliriz. Bu, yolda, diyesim taşıtta, olası can sıkıcı olaylarla karşılaştığını, buna karşın kendini tuttuğunu, küçük ama baş ağrıtan sorunlara bulaşmak istemediğinden, zorlasalar bile, beceriyle ıvır zıvır dertlere yol açabilecek bu durumdan sıyrılmayı başardığını gösteriyor...
Sonuç olarak, 'İ' ile 'm' arasındaki, eşlikli dört harfçikten doğuşmuş aralığınsa, epey titrek ve harflerin ses tellerinde denetsiz biçimde; soluk borusunda yuvarlayarak, çok az yırtımlı bir tınıyla yansıyıp, algılandığına bakacak olursak; sinirlerinin gerçekte, geçmişten gelen, uzunca bir zamandır bozuk olduğunu, bu durumun, zamana yayıldığı için sinirsel uçlarının törpülenip görünmezleştiğini ve dolayısıyla ustalıkla gizlenip, saklandığını ya da bu düşünseme içinde değerlendirilmek gerektiğini anlayabilmemiz gerekir.
Verili görüngüde, şu an sakin aralıklarla ve denetlenmiş gözüken bir ıra yapısıyla sözler edip, sandalyede yavaş eskivlerle, eğik açıda hareketlerini sürdürmekte olan bireyimiz, soyun öbür bireylerinden ayrılıkla, geçirmekte olduğu şu saatlerde kolaylıkla sinirlenmeyeceğini ve edimini uzun süre koruyabileceğini; ama uzun süreli baskın bir konuşma biçimiyle karşılaştığında (ya da dayatıldığında), tehlikeyle umursuzlaşıp, saldırganlaşabileceğini, kendisine karşı pasif tutumun sürdürülüp, sergilenmesi durumundaysa etkin ve egemen bir role kolaylıkla geçiş yapmayı önelleyip, (yeni durumu benimsemek) istemeyeceğini, üstelik tam da karşıtı, dozunda bir kibirle, kendi özgün tutumunda yol alacağını ve karşısındakini; diğer bir deyişle ötekini koruyup kollayacak bir imaya bile bürünebileceğini, büyük olasılıkla savlanan ve kuramsal sınırlara yaslı, bu vargı ve belirimlere koşut olarak, birlikte ılımlı saatler, yatay, edilgen bir anlar boyutu ve inişi çıkışı olmayan; ansınır deyimle kazasız belasız geçirilecek bir günün bizleri beklediğini, güvenilirlikle ve neredeyse tümel olarak söyleyebiliyor, düşünüyor ve umuyorum...''
Bir an gözlerimi açtım, ay bir yarı-tanrı gibi yükseliyordu gökte...
Düş görmüşüm.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder