Toprak, yeryüzü demek, ama bu zencefilin düşleri, içinden tramvay geçen bir şarkının gülleridir belki de... Bir estet, bir sanat cehenneti...
Ah, hiç bir şey bilinemez, yalnızca öngörülerimizdir rüzgarlar!..
Bu aylar adada martıların üreme mevsimi, bir sürü kuş yavrusu, kiremit dolu tavanlarda, bacalarda, oluklarda dolaşıyor, her şeyi biliyor, düşünüyorlar. Gözlemliyorum onları, hiç bir yönü bizden eksik değil bu canlıların, tümünün artık, kendimizi abarttığımızı düşünüyorum.
İşte biri hata yaptı, hepimiz gibi, nasıl düştü ki, bahçede dolaşıyor şimdi, gidip geliyor umarsızca, açlığa, susuzluğa ne kadar dayanabilir acaba, bir karga geçenlerde bir yavruyu recm etti, çığlıkları bütün adayı sardı gidip baktım, biri yanında telefonla konuşuyor olan bitenin ve kıpırdamıyor bile, yeni dünya insanı işte bu, sokak kedileri için devrim yürüyüşleri yapan, suya düşen kirpi için kılı kıpırdamayan, göçmenler için lanetler okuyan ama köpekler için kuaförler açan, kuşları kafeslerle denizaşırı ülkelere taşıyan ama çocukları sanal hücrelere kapatan!..
Şunu anladım, insan ya da yaşayan varlıkların hakları için savaşımlarımız, salt biçim değiştirmekle yetinen bir varyasyonlar dizisi, hiç bir şey değişmiyor, hiç bir şey bir adım ileri gitmiyor, aslan gene ceylanı yemekte, kedi gene fareyi yaşatmıyor, kirpi gene gecelerin meleği olmakla yetiniyor...
Bugün kedilere gülüyor hayat, yarın yaşlılara, başka bir gün sömürülen çocuklara, bir başka günse martılara... Ağızlara çalınan bir damla balla!..
Sıranı bekleyeceksin, kimsenin kimseye aldırdığı yok dünyada...
Tanrı insanlara üç şey veriyor çağımızda, -evet bu bir genelleme- bir ev, bir araba ve bir çocuk. Dünya ile senin hiç bir bağın kalmıyor artık, kedilerin mama sorununa veriyorsun ömrünü, saksılarda soyu tükenmekte olan bir bitkiye tanıyorsun özgürlüğünü, ormanların tükenişine gülümserken, dünyanın barbarlığıyla baş etmek için, ali kıran baş kesen olmakta bir an bile tereddüt etmeyen sen, ben, biz, onlar!..
Elbette yatağanını yanından ayırmayan bir yeniçerisin, ah kafeste kuş besliyorsun, doğada belki de bir yırtıcıya yem olacaktı, ne güzel kedilerin var, ne kadar mutlular, savaşın çocukları ağlaşıyorken, bak balkondaki serada, envaı çeşit çiçeklerin var, onlar senin çocukların, bak konuşuyorlar, gülümsüyorlar, sivil toplum dolambaçlarında resimler yaparak, dünyaya mutluluklar saçıyorsun, kermesler, kır gezintileriyle gülümsemeyi öğretiyorsun toprağa, yaşam ve savaş gittikçe azgınlaşıyor, halklar yer değiştiriyor, haklar Hades'e gidip geliyor, balinalar kıyıya vuruyor, insanlar can çekişirken, ah nasılda soluk alıp veriyorsun, gürül gürül, evet evet, niçin umutsuz olmalı, dünya değişiyor.
Benim oğlan bina okur, döner döner yine okur...
“Bu başı dumanlı dağlar / Şimdi benim için yuva oldu / Ama evim aşağılarda / Ve daima öyle olacak / Bir gün döneceksin / Vadilerine ve çiftliklerine / Ve daha uzun süre yanmadan / Kucaklanan kardeşlere katılacaksın. / Bu yok etme tarlalarına doğru / Ateş vaftizi var / Bütün acılarını izledim / Kavgalar daha da azgınlaşıyor / Ve daha kötüsü beni fena yaraladılar. / Korku ve alarm / Terketmediniz beni / Kucaklanan kardeşlerim / Değişik bir sürü dünya var / Ve değişik bir sürü güneş / Ve yalnızca bir dünyamız var / Ama biz değişik olanlarda yaşıyoruz / Şimdi güneş cehenneme gitti / Ay da yükseğe doğru doludizgin gidiyor. / Elveda diyeyim sana / Her erkek ölmeli / Ama o yıldız ışığına yazılı / Ve avcunun her çizgisine / Aptalız savaşırken / Kucaklanan kardeşlerimizin üstünde.”
Tanrı bizi bildiklerini bilsinler diye yaratmıştır der Shelley...
''İçi geçmiş bir kral, bir ayağı çukurda, tıknefes ve kör, leş gibi bir kral. Bir sürü prens, alıklar soyu, halkın nefreti içinde soluyan tortular. Cahil, duygusuz ve sağır yöneticiler, yapışmışlar sülük gibi bitkin ülkelerine. Düştü düşecekler, bir fiske bile istemez, kanla o kadar şişmişler. Aç ve çıplak bir halk, ezilen ezilen ezilen bir halk, ham topraklarda özgürlüğü boğan bir ordu, halkını kırıp geçiren ve soyan çöpüne dek. Kim baştaysa onun uşağı, onun kulu kölesi bir ordu. Ve yasalar, suça iten, yoldan çıkaran, astığı astık, yaldızlı ve kanlı Ve tanrısız bir din ve kutsal bir kitap, hiç açılmaz bir kitap, mühürlü. Ve bir senato, zorla ayakta duran, kokuşmuş, sarsak, gücü kuru. Ölümsüz bir ışık doğacak yarın bütün bu mezarlardan, Boğacak aydınlıklara kasırgalı günlerini çağımızın.'
Ama aynı Shelley için bakın neler yazılmıştır!..
1822'de boğularak ölmüş ve İtalya'da sahile vurduğu yerde yakılmak suretiyle kendisi için bir cenaze töreni düzenlenmiştir. Törende, Lord Byron, arkadaşının kafatasını bir anı olarak saklamak istemiş, ancak yine bir yazar olan aile dostları Edward Trelawny buna izin vermemiştir ama yakma esnasında kalp bir türlü yanmayınca, Trelawny kalbi ateşten çıkarmış ve Percy'nin dul eşi Mary Shelley'ye vermiştir, kalp sonunda, oğlu öldüğünde, onunla birlikte gömülmüştür.
Tanrının oğlu Mesih için bile yazılmadı böyle satırlar, devrimler skolastizme dönüşüyor, kahramanlar birer mitoloji oluyor, varlıklar birer birer sönerken, kurtarıcılardan kurtulmakta giderek zorlaşıyor...
Ama sen ey insan, sen bir peygambersin, doğdun, kavgalar verdin, çığlıklara eşlik ettin, kuşlara selam durdun, denizlere el salladın, çocuklara gülücük attın, inan ki senin hiç bir günahın yok, inan ki sen bir cennetliksin...
Ama ey Homo Home; Çağın vurdumduymaz, düzenbaz ve kıyımlara göz yuman, ölümlere göz kırpan, yaşama sırtını dönmüş, gözü kanlı canavarı, bir şey söyleyebilir miyim...
Cennet yok!..
Her şey burada olup bitiyor, benliğini aldatıyorsun yalnızca, kimlik, kişilik ve bir biçimi değiştirerek, öteki canlılardan zerre kadar ayrımın olmadan, iş sıkıya gelince her türlü hıyanete göz yumarak, çalıp, çırpmayla, göz boyamayla, işbirliğiyle, pırıltıyla, cilayla, öze hiç dokunmadan, camdaki görüntülere iman ederek, manipülasyonlara boyun eğerek, karanlıklara hükmederek ve bilincinde olmadan güneşe sövgüler düzerek geçip gidiyorsun.
Atalarından geridesin, solucanların seviyesindesin diyemem ama, sen gelmiş geçmiş, en çarpık, çelişkiler yumağı, paradoksların kurbanı ve tüm canlıların en büyük canavarı, varlığın anomalisi, tanrının büyük pişmanlığı, earth'a göklerden düşmüş, dünyanın tavanından 'del-ir-erek' girmiş bir hilkat garibesisin!..
***
Hıristiyan Tarık'ın kardeşi Faruk'un, sırtına vurdum, bugün çok sinirlisin, kendinle konuşacak kadar!..
Güldü, sözlerinden cayarmış gibi, mimikler yaparak, hepimiz yaşamsal faşizm ve sömürü dünyasının neferleriyiz dedi. Yürümeye başladık adanın içlerine doğru...
Dünyanın her yerinde hemfikir olduğumuz insanlar vardır.
'Acaba ot gibi yerden mi bittim / acaba denizlerde mi şaşırdım / ve zamanı nasıl unutmaktayım...'
Dert etme yahu dedim, Adem cennetten kovuldu, suçu Havva'nın üzerine attı, o çocuklara yüklendi, çocuklar evdeki kediye fısıldadı, kedi fareyi dağa kaçırdı, fare delik deşik edip dağı bir kovuğa saklandı.
Her şey bir döngüdür bu dünyada, zaman geçer kum kalır, gün gelir her yer güllük gülistanlık olur...
Avam menkıbeleriyle dünyayı kaç kere kurtardın dedi, bir kahkaha atarak, dünyayı kurtarsak seni kurtaramayacağımı biliyorum, sen kurtulmaktan değil zalimlere kıssa döşemekten haz alan bir fanisin dedi.
Meselci derviş!..
Hiç alınmadım, tıpkı bizim aydınların yaptığı gibi!..
Kendini aydın yerine koydun ya, sözlerimi pekiştirdin bak!..
Ah martının yazgısından söz etmeyi unuttum, bahçeye düşen martıyla, epey gelişkin bir kedi yavrusu oynuyordu sürekli, yavru kaçıyor, öteki onu kovalıyor, pençesiyle şakalaşıyor.
Tanrı kediyi martıya göre, daha gelişmiş silahlarla donatmış ne yazık ki... Bahçedekiler gördüler olan biteni, su ve ekmek verdiler yavruya, kedinin onunla arkadaşlık ettiğini zannettiler...
Ama öyle değilmiş. Çünkü yavru ilk gecesinin sabahında yoktu...
Gerçek atalarımız karanlıklardır bizim.
Bir şey anlattılar...
Bir toplum bilimci, tarım sektörünü elinde tutan 'gdo' devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini ileri sürüyormuş.
Svalbard hariç dünyadaki diğer tohum depolarını bekleyen kıyamet nedir diye soruyorlar. Gerçek amaç ari üstün ırk yaratmak mı yoksa istenmeyen ırkları yiyeceklerle kısırlaştırmak mı...
2008 yılının Mart ayında, Spitsbergen adasında “Svalbard Küresel Tohum Deposu” adı verilen bir ambar kuruldu. Donmuş, bir buz dağının altına kurulan ambarda, şu anda dünyanın dört bir yanından yaklaşık üç milyon farklı tohum özel ambalajında saklanıyor.
Kuzey Kutbu’na bin kilometre uzaklıkta olan bu buzdağı ambarında, bazı dayanıklı tohumlar bin yıl kadar bozulmadan kalabilecek. Her türlü nükleer saldırıya, patlamaya ve depreme dayanıklı olan tohum deposuna ‘kıyametin kırk ambarı’ da deniyor. Dünya üzerindeki tüm tohum çeşitlerini bir araya getirmeyi hedefleyen ambarın amacı, gelecekte dünyanın başına gelebilecek nükleer savaş, göktaşı çarpması veya iklim değişimi gibi bir felaket durumunda, tohum çeşitliliğinin korunmasını sağlamak.
Ancak bu proje ile ilgili dehşet verici kuşkular var. Tarım sektörünü elinde tutan genetiği değiştirilmiş organizma devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildikleri düşünülüyor. Spitsbergen’in buzlaşmış kayalıklarının altında ‘dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme’ planlarının yattığı söyleniyor. Kuram, ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişlerine ilişkin ayrıntılı anıştırmalar yaparak kanıtlanıyor. ‘Kıyamet Koruyucuları’ denilen finansörlerin kimlikleri, neler yaptıkları ve Svalbard Küresel Tohum Deposu üzerindeki hedefleri hakkında söylenenler bunlar ve öncelikle, bu ambarın Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü aracılığıyla işletildiği belirtiliyor. Kolezyum kentinde kurulan bu örgütün başında bir Ontariolu bulunuyormuş.
Özetle, genetiği değiştirilmiş organizma tohumları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayılarak tarlalardan orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adada saklanıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde ‘zaten var olan’ tohum depolarına ne gibi bir felaket gelecektir ki, Svalbard’a baş vurulacaktır.
Planlanmış bir felaketten söz edebiliriz. Bunu anlamak için yalnızca bombardımandan sonraki Irak’a bakmak yeterli. Irak uygarlıkların beşiği ve binlerce yıl önce buğday tarımının doğduğu yer. Ebu Garib’de yüzlerce yılda geliştirilen buğday tohumu çeşitlerinin yer aldığı bir tohum bankası bulunuyordu. Bombardımandan sonra tohum mahzeni birden tarihe karıştı. Kimse o tohumların nerede olduğunu bilmiyor artık. Düşünün, dünyadaki tüm tohum çeşitleri Svalbard’da bir araya getirilip denetim altına alındığında, geride kalan paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok etmek kolay olabilir. Sonrasında da Monsanto gibi devler kendi tohumlarını tüm dünya çiftçilerine kibarca sunabilecekler. Tüm tohum çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel oluşturabilmek amacıyla yok edebileceklerdir.
Üçüncü dünya ülkelerinin bilim adamlarının ve agronomistlerinin -tarım uzmanı- ‘modern tarım ürünü’ kavramlarında uzmanlaşmaları ve dışarda öğrendiklerini ülkelerine maletmeleri ile yakından ilgiliyiz. ‘Gen Devrimi’nin yaygınlaşması için paha biçilmez bir etki şebekesi oluşturuldu. Küresel tarım politikalarını biçimlendirilecek konuma gelindi. Bu bir üstün ırk yaratma planıdır. Hitler’in finansörlüğü de bu yollardan yapılmıştır.
Geçmişten beri genetik olarak üstün ırk yaratmayı yasalaştırmak için kullandıkları öjenik bilimi daha sonra genetik mühendisliği olarak değiştirdiler. Naziler buna ari üstün ırk diyorlardı. Hitler’in öjenik çalışmaları da bilindiği gibi, bugün Svalbard’a milyonlarca dolar akıtanlar tarafından finanse edilmiştir.
İnsanı ‘gen dizilimlerine’ indirgemeye çalışan sözde moleküler biyoloji bilimini yarattılar ve sonunda insan özelliklerini dilenen biçimde değiştirmeyi amaçlıyorlar. Hitler’in öjenikçi bilim adamları Dünya Savaşı’ndan sonra sessiz sedasız çeşitli yaşam formlarının genetik olarak tasarlanması konusunda ilk adımı atmışlardı.
Amaç ‘negatif öjenik’tir. ‘Negatif Öjenik’ istenmeyen soyların sistemli bir biçimde yok edilmesidir. ''Negro -zenci- nüfusu ortadan kaldırmak isteniyor”
Örnekler üzerinden gidelim. Küçük bir biyoteknoloji şirketi, yendiği takdirde erkeği kısırlaştıran bir mısırı genetik mühendisliği aracılığıyla geliştirdiklerini açıklamıştı.
Bir başka örnek; Dünya Sağlık Örgütü Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de milyonlarca kadının tetanosa karşı aşılanması için bir kampanya başlatmış ama erkekler de tetanos olabileceği halde aşı erkeklere yapılmamıştı. Bu kuşku uyandırıcı durumdan ötürü Katolikan bir kilise organizasyonu olan Meksika Yaşam Komitesi aşıları test ettirdi. Test sonuçları gösterdi ki kısırlığın yaygınlaşmasıydı bütün amaç, hibrit tohumlarla tekel tuzağı, gelişmekte olan ülkelerde yürütülmüş olan ve hala devam eden Yeşil Devrim çalışmalarına da bu açıdan bakınca korkunç görünüyordu…
Sonuç... Büyük bir tekelleşme ve yok olma tehdidiyle karşı karşıyayız.
1984 geçeli yıllar oldu, Orwell veda etti ama Big Brother, yani 'Tanrının Eli' daima aramızda ve gezegenimiz belki de korku ve dehşetle dolu, bir hortlaklar dünyasına dönüşecek.
***
Hıristiyan Faruk, hıristiyan diyorum, çünkü onun lakabı bu, öyküye saygılı olmak zorundayım, softa Mefkure demek gibi bir şey bu, bir tanımlama...
Dedi ki, bu ada nasıl bugünlere gelmiş biliyor musun, başlangıçta neler olmuş, iki kadırga ve üç kalyon, biri hilalin mücahitleri, diğeri haçın şövalyeleri adanın önlerinde karşı karşıya gelmişler, amaç yeryüzü toprakları yetmemiş, engin denizler gönüllerini doyurmamış olacak ki, ilk bayrağı dikmek için yarışmışlar ve karaya çıkarak, kadırgalar Sedef adasından, kalyonlar Halki kıstağından sokularak uygun yere bayrakları dikmişler, ama birbirlerini görüyorlarmış, tanrının ve tüm dünyanın vazgeçilmez bir düsturu vardır biliyorsun; Yaşamak için öldüreceksin!..
İnsanın dilinin varması bile tüylerini ürpertiyor.
Japonya'yı fethetmek için değil, Japonya'yı fethetti desinler diye savaşırlar denirmiş, evet söylemiştin ama bu öyle değil, gerçekten -sahip olmak adına- savaşa tutuşmuşlar ne yazık ki...
Bugün plaj olan yerin derinliklerinden kemik çıkardıklarını biliyorum ben, bir keresin de balıkçı Barba (Barbaros) bir madalyon gösterdi bana, kafatası üzerinde çatılı, iki kaval kemiği vardı üzerinde...
Korsanlar!..
Tepede bir sürü lahit kalıntısı vardır, kum gibi dağılmışlar ama üzerindeki işaretler onların kimi latin, kimi grek harflerle süslü mezar taşlarının birer halkası olduklarını gösteriyor, her türden kavim uğramış buralara, Aya Yorgi'nin orda, artık toza dumana karışmış bir türbenin izleri vardır, sarık biçiminde taş kırıntıları ve üzerleri garip renkte paslı yeşillerle kaplı objeler...
Bin yıllardır, yazık değil mi bu insanlara, bu insanlığa dedim...
Dinle dedi, büyük babam, tepede bir keşişle bir müezzin tartışmaya tutuşmuş bir gün derdi, öğretilerinin yek diğerinden daha üstün daha insani oldukları noktasında... İkisini de kuvvetli bir rüzgar almış götürmüş sonunda diye gülerdi hep...
Tartışmanın özünü anımsıyor musun dedim...
Baştan sona hem de, anlatabilirim dedi!..
Begonviller açmış, ılık bir rüzgar yüzümüze vuruyordu, dar bir yola saptık, benim can yoldaşım, ömrümün gül bahçesi Nebihe'm, manolya kokusunu çok sever, elim varmıyor ama şuradan birini koparsam mı acaba...
Nebihe, kitapsız peygamberlerin şanlı bir kızı sanırım, kopar nasılsa günah sayılmaz dedim. Gülümsedi ama kolu yetişmedi, örene çıkması için destek verdim ama koparırken, çiçek inci tacı gibi düşüverdi elinden, havada yakaladım ve ilk kez kokladım o çiçeği, ne görkünç bir koku yarabbim, mayhoş, bulut gibi, buhur gibi, buhurdan gibi, tütsü gibi, cennet bağından bir gül, bir sümbül, bir zambak gibi, yeryüzüne serinlik yayan soğuk bir ıtır gibi, ne derseniz deyin, çiçek o denli esrik, ruhları sakinleştiren, derin ve tuhaf bir rayiha yayıyordu ki havaya anlatamam, büyük beyaz bir ece, bir tanrıça gülü gibiydi düpedüz, bir tomurcuk, içinde sarımtırak koku yayar eşey organlar...
Yarabbim bu anlatılamaz, yaşam bu yüzden bir tansık işte, bu yüzden tapıyoruz ona ve bu yüzden kadırga ve kalyonlar paylaşamıyor onu ve bu yüzden ölümle cezalandırılıyoruz şu yaşamda...
Nebihe'nin payını sunarken yoldaşıma, dedi ki, pembesi de vardır bunun, savaşlarında bir karşıtını yaratabilseydik...
Gözyaşlarımız karşıtı ne yazık ki, dedim...
İki adam, keşiş ve müezzinin hazin öyküsünü dinle o zaman, belki neden çözüm bulamıyoruz anlayabiliriz, hiç belli olmaz dedi...
Müezzin kıbleye dönüp tapıncını bitirmiş ve sağına soluna selam verdikten sonra, orada bir deniz fenerinin görkemli uğultusuna, istavroz çıkarıp, selam duran keşişe demiş ki...
'Nesneleri ve dünyevi gelenekleri, alet ve edevatlarla, hayatın gereklerinin kutsanıp, selamlanması tanrıya şirk koşmaktır, okunup bilinmesi ve ruh mürekkebiyle alnımıza nakşedilecek olan, yalnızca tanrının vahiyleri ve mucizeleridir. Eşyanın tutsağı olmayın ve putlara tapmayın buyuruyor o!..'
'Biz tanrının evlatlarıyız ve mucizesiyiz, biz her bir yaratılmışı öpmeliyiz, her kimsenin derdini dinlemeliyiz, o ki tanrının bağışlarıdır, sevilmelidir, gözetilmelidir, okşanmalı ve selam verilmelidir, biz herkesiz ve hiç kimseyiz.'
'Tanrının çocukları onun yarattığı seyrü aleme, nasıl barbarca bir tutum sergileyebiliyor, başka bir cana yönelebiliyor, kuşkunun rengi beni teskin etmediği sürece, uykulardan uzağım ben, kabuslar süslüyor gecelerimi ve onlar, Habil ve Kabil'e ayrılabiliyorlar, biz tanrının göz nuruyuz, incisiyiz, ama layık olabilmeliyiz, biz onun evlatları mıyız, nasıl ona layık olamıyoruz, onun buyrultularına harfiyen uymalıyız, onun dediklerine gözlerimizle bağlanmalıyız, yüreğimizi açmalıyız hayata ve onun hesap gününe hazırlanmalıyız, uygarlık el değiştiriyor sürekli ama biz ıslah olmayanlarız.'
'Sizler birbirinin aynı sonsuz dünyaların varlığına inanıyorsunuz, bir yineleme ve versiyonlar cenneti dünyaların, suç ve cezanın, cennet ve cehennemin, sonun ve başlangıcın, tanrının yeni bir şey yaratamayacağını ileri sürmekten başka, ne gibi bir özelliği var bunların, sizin günahlarınızda, sevaplarınızda birdir. Kalıptan çıkmış gibisiniz. Gerçekte sizler, hayata sırtını dönmüş batıl birer münkirsiniz.'
'Nicel dünyalarınızda, sonsuz ayrışıklarla baş edilmezleşen dengesizlikleriniz, hiç bir zaman birbirinin aynı olamaz, günah ve sevap birbirine taban tabana zıttır ve alemde birbirine benzeyen, tıpatıp aynı olan, iki ayrı şey, sonsuza dek, bir arada olamaz, iki kelebek bile birbirine benzeyemez, tümüyle ayrı varlıklar, karşıtların, günah ve sevapların dünyasıdır bu, öyle olmak zorundadır, her canlı bir evrendir ve her biri başkaca bir evrendir, günahlarımız hepimiz için ayrı ayrı sayılmakla, cezalarımızda her seferinde apayrı görülmelidir, şu cihan da birbirinin aynı olan hiç bir şey yoktur, tanrıdan başka her şey değişip akmada, o değişmeyen ki, biz tanrının son buyruğuna inananlardanız.'
'Biz aşkınlığın sevisiyle yanıp tutuşmaktayız, bilinir ki son diye bir şey yoktur evrende, yeter ki o buyrultular kendi içinde bir sona ulaşmasınlar, bir dogmaya dönüşmesinler, siz çileciliği öğütleyenlerdensiniz, kadercisiniz ve alınyazısının bir gül gibi açtığını söyleyen, keder bahçelerinin, şehadet timsali münadilerisiniz, değişmezlikten yana yanıp kavrulan medyunları, biçare müminlerisiniz.'
'Bizler vicdanımızla hareket ederiz, bir ceylanı bir aslanın yemesine gönlümüz el vermiyor, siz bunun adına doğal dengeler, olması gerekenler diye öğüt verenlersiniz, semirenlerin ağzıyla konuşan aslanlı bahçeler, kan rengi lalelerin süslediği sütunlarda inleyen lavtalar sizin olsun, ölmeyene ant olsun ki hayatın değişmesinden yana olan biziz, kaderin değişmesinden yana olan biziz, biz bülbülün diken üzerinde ötmesini istemeyiz, biz bebeğin içtiği sütün kesilmesine yas tutanlarız, biz şehadeti bu yollarda arayanlarız.'
'Siz tanrının kullarını sınava tabi tuttuğunu söylüyorsunuz, olanakların sınırlı sayıda olduğu bir evrende, günah kaçınılmazdır, olanaklar yenilenemeyeceğine göre, bu büyük bir ikiyüzlülüktür, bilesiniz ki günah diye bir şey yoktur ve yalnızca hayat vardır, tanrının bağışladığı hayat.'
'Öldürmeyeceksin diyenlerin bir gün yokluğu savunacağını biliyor mümin kullar, inanmışlar, tanrıya karşı gelmenin bir cezası olamayacağını söylediğimizde, kalem tutan ellerimizin yanacağını, şakıyan dillerin tutuşacağını söylemekte ebediyete dek haklılar, yokluğun tanımını bir bilen var mı, mükafatsız ve cezasız bir alemin ne anlamı olabilir ki.'
'Tanrının dünyayı duyumsamak, bizleri deneyip sınamak için evreni yarattığını ileri sürebilmemiz için, 'Karıncalar Hanlığı'nı da gözlerinizle görmüş olmanız gerekir, tanrının amacı değil aracı olduğumuza inanıyoruz biz, onun evlatlarıyız ve yitirdiğimiz babamızı arıyoruz evrende.''
***
İkisi kavga ede, tartışa dura bir kayanın dibine vardıklarında, bir uçurumun başında durduklarının ayrımına varmamışlar ne yazık ki ve bir adım daha atıp karışacakken yokluklara, şiddetli bir rüzgar, onları bir bulut gibi sarıp sarmalamış ve Araf'ın Yurdu'na doğru yola çıkarak, tanrı katına, o sorgu makamına ulaşmışlar...
Yazgısı, tanrının iki dudağı arasında olanların tartışması, bir alaysama ve yaratıcılık peşinde koşmaları, telafisiz bir yadsımaya kapılmanın gafletidir belki de...
Kötü olmamanın, şeytanca bir kibir olduğunu yazan bir kitap vardır. Belki de olup bitenler büyük bir armağandır onlara, belki ayrımında bile değillerdir...
Güçlükle duyulur bir sesle, alevlerin ve ışıkların dili, lanetlilerin bedeninde ışıldar her gece diye mırıldandı ve sözlerine son verdi hıristiyan Faruk...
Müezzin ve keşiş, hesap gününe, o sorgu makamına vardıklarında, gene durmamışlar, hayasızca, hoyratça, kendini bilmezlikle, edepsizlikle ve körlemesine tartışmayı sürdürmüşler, sınırı ve sonu olmayanın gözü önünde kavgaya tutuşmuşlar, gemi azıya alan, bu dizginsiz ve kendini bilmez yaratıkları gören tanrı, onları güç bela ayırdığında, şaşkınlıklar içinde boğularak, birbirlerine bakakalmışlar, kan revan içinde, soluk soluğa...
Çünkü, görmüşler ki birbirine bakanlar, karşısındakinin tıpatıp aynısı!.. Üçü de birbirinin birebir benzeriymiş!..
Evrenin gizi meğer bu üçlüdeymiş.
Üçü de birbirinin kardeşi... Üçü de, bir üçüz olduklarının ve bir kardeş olduklarının, sonunda ayrımına varmışlar...
Bazıları der ki, yalnızca tanrı ilk doğandır aralarında, evrenin bir dölütü olarak, rahimden ilk fırlayan...
Ve o buyuruyor ki, böylece bir gizin muradına erdiler işte ve o günden beri utanç içinde yaşadılar...
Ah, hiç bir şey bilinemez, yalnızca öngörülerimizdir rüzgarlar!..
Bu aylar adada martıların üreme mevsimi, bir sürü kuş yavrusu, kiremit dolu tavanlarda, bacalarda, oluklarda dolaşıyor, her şeyi biliyor, düşünüyorlar. Gözlemliyorum onları, hiç bir yönü bizden eksik değil bu canlıların, tümünün artık, kendimizi abarttığımızı düşünüyorum.
İşte biri hata yaptı, hepimiz gibi, nasıl düştü ki, bahçede dolaşıyor şimdi, gidip geliyor umarsızca, açlığa, susuzluğa ne kadar dayanabilir acaba, bir karga geçenlerde bir yavruyu recm etti, çığlıkları bütün adayı sardı gidip baktım, biri yanında telefonla konuşuyor olan bitenin ve kıpırdamıyor bile, yeni dünya insanı işte bu, sokak kedileri için devrim yürüyüşleri yapan, suya düşen kirpi için kılı kıpırdamayan, göçmenler için lanetler okuyan ama köpekler için kuaförler açan, kuşları kafeslerle denizaşırı ülkelere taşıyan ama çocukları sanal hücrelere kapatan!..
Şunu anladım, insan ya da yaşayan varlıkların hakları için savaşımlarımız, salt biçim değiştirmekle yetinen bir varyasyonlar dizisi, hiç bir şey değişmiyor, hiç bir şey bir adım ileri gitmiyor, aslan gene ceylanı yemekte, kedi gene fareyi yaşatmıyor, kirpi gene gecelerin meleği olmakla yetiniyor...
Bugün kedilere gülüyor hayat, yarın yaşlılara, başka bir gün sömürülen çocuklara, bir başka günse martılara... Ağızlara çalınan bir damla balla!..
Sıranı bekleyeceksin, kimsenin kimseye aldırdığı yok dünyada...
Tanrı insanlara üç şey veriyor çağımızda, -evet bu bir genelleme- bir ev, bir araba ve bir çocuk. Dünya ile senin hiç bir bağın kalmıyor artık, kedilerin mama sorununa veriyorsun ömrünü, saksılarda soyu tükenmekte olan bir bitkiye tanıyorsun özgürlüğünü, ormanların tükenişine gülümserken, dünyanın barbarlığıyla baş etmek için, ali kıran baş kesen olmakta bir an bile tereddüt etmeyen sen, ben, biz, onlar!..
Elbette yatağanını yanından ayırmayan bir yeniçerisin, ah kafeste kuş besliyorsun, doğada belki de bir yırtıcıya yem olacaktı, ne güzel kedilerin var, ne kadar mutlular, savaşın çocukları ağlaşıyorken, bak balkondaki serada, envaı çeşit çiçeklerin var, onlar senin çocukların, bak konuşuyorlar, gülümsüyorlar, sivil toplum dolambaçlarında resimler yaparak, dünyaya mutluluklar saçıyorsun, kermesler, kır gezintileriyle gülümsemeyi öğretiyorsun toprağa, yaşam ve savaş gittikçe azgınlaşıyor, halklar yer değiştiriyor, haklar Hades'e gidip geliyor, balinalar kıyıya vuruyor, insanlar can çekişirken, ah nasılda soluk alıp veriyorsun, gürül gürül, evet evet, niçin umutsuz olmalı, dünya değişiyor.
Benim oğlan bina okur, döner döner yine okur...
“Bu başı dumanlı dağlar / Şimdi benim için yuva oldu / Ama evim aşağılarda / Ve daima öyle olacak / Bir gün döneceksin / Vadilerine ve çiftliklerine / Ve daha uzun süre yanmadan / Kucaklanan kardeşlere katılacaksın. / Bu yok etme tarlalarına doğru / Ateş vaftizi var / Bütün acılarını izledim / Kavgalar daha da azgınlaşıyor / Ve daha kötüsü beni fena yaraladılar. / Korku ve alarm / Terketmediniz beni / Kucaklanan kardeşlerim / Değişik bir sürü dünya var / Ve değişik bir sürü güneş / Ve yalnızca bir dünyamız var / Ama biz değişik olanlarda yaşıyoruz / Şimdi güneş cehenneme gitti / Ay da yükseğe doğru doludizgin gidiyor. / Elveda diyeyim sana / Her erkek ölmeli / Ama o yıldız ışığına yazılı / Ve avcunun her çizgisine / Aptalız savaşırken / Kucaklanan kardeşlerimizin üstünde.”
Tanrı bizi bildiklerini bilsinler diye yaratmıştır der Shelley...
''İçi geçmiş bir kral, bir ayağı çukurda, tıknefes ve kör, leş gibi bir kral. Bir sürü prens, alıklar soyu, halkın nefreti içinde soluyan tortular. Cahil, duygusuz ve sağır yöneticiler, yapışmışlar sülük gibi bitkin ülkelerine. Düştü düşecekler, bir fiske bile istemez, kanla o kadar şişmişler. Aç ve çıplak bir halk, ezilen ezilen ezilen bir halk, ham topraklarda özgürlüğü boğan bir ordu, halkını kırıp geçiren ve soyan çöpüne dek. Kim baştaysa onun uşağı, onun kulu kölesi bir ordu. Ve yasalar, suça iten, yoldan çıkaran, astığı astık, yaldızlı ve kanlı Ve tanrısız bir din ve kutsal bir kitap, hiç açılmaz bir kitap, mühürlü. Ve bir senato, zorla ayakta duran, kokuşmuş, sarsak, gücü kuru. Ölümsüz bir ışık doğacak yarın bütün bu mezarlardan, Boğacak aydınlıklara kasırgalı günlerini çağımızın.'
Ama aynı Shelley için bakın neler yazılmıştır!..
1822'de boğularak ölmüş ve İtalya'da sahile vurduğu yerde yakılmak suretiyle kendisi için bir cenaze töreni düzenlenmiştir. Törende, Lord Byron, arkadaşının kafatasını bir anı olarak saklamak istemiş, ancak yine bir yazar olan aile dostları Edward Trelawny buna izin vermemiştir ama yakma esnasında kalp bir türlü yanmayınca, Trelawny kalbi ateşten çıkarmış ve Percy'nin dul eşi Mary Shelley'ye vermiştir, kalp sonunda, oğlu öldüğünde, onunla birlikte gömülmüştür.
Tanrının oğlu Mesih için bile yazılmadı böyle satırlar, devrimler skolastizme dönüşüyor, kahramanlar birer mitoloji oluyor, varlıklar birer birer sönerken, kurtarıcılardan kurtulmakta giderek zorlaşıyor...
Ama sen ey insan, sen bir peygambersin, doğdun, kavgalar verdin, çığlıklara eşlik ettin, kuşlara selam durdun, denizlere el salladın, çocuklara gülücük attın, inan ki senin hiç bir günahın yok, inan ki sen bir cennetliksin...
Ama ey Homo Home; Çağın vurdumduymaz, düzenbaz ve kıyımlara göz yuman, ölümlere göz kırpan, yaşama sırtını dönmüş, gözü kanlı canavarı, bir şey söyleyebilir miyim...
Cennet yok!..
Her şey burada olup bitiyor, benliğini aldatıyorsun yalnızca, kimlik, kişilik ve bir biçimi değiştirerek, öteki canlılardan zerre kadar ayrımın olmadan, iş sıkıya gelince her türlü hıyanete göz yumarak, çalıp, çırpmayla, göz boyamayla, işbirliğiyle, pırıltıyla, cilayla, öze hiç dokunmadan, camdaki görüntülere iman ederek, manipülasyonlara boyun eğerek, karanlıklara hükmederek ve bilincinde olmadan güneşe sövgüler düzerek geçip gidiyorsun.
Atalarından geridesin, solucanların seviyesindesin diyemem ama, sen gelmiş geçmiş, en çarpık, çelişkiler yumağı, paradoksların kurbanı ve tüm canlıların en büyük canavarı, varlığın anomalisi, tanrının büyük pişmanlığı, earth'a göklerden düşmüş, dünyanın tavanından 'del-ir-erek' girmiş bir hilkat garibesisin!..
***
Hıristiyan Tarık'ın kardeşi Faruk'un, sırtına vurdum, bugün çok sinirlisin, kendinle konuşacak kadar!..
Güldü, sözlerinden cayarmış gibi, mimikler yaparak, hepimiz yaşamsal faşizm ve sömürü dünyasının neferleriyiz dedi. Yürümeye başladık adanın içlerine doğru...
Dünyanın her yerinde hemfikir olduğumuz insanlar vardır.
'Acaba ot gibi yerden mi bittim / acaba denizlerde mi şaşırdım / ve zamanı nasıl unutmaktayım...'
Dert etme yahu dedim, Adem cennetten kovuldu, suçu Havva'nın üzerine attı, o çocuklara yüklendi, çocuklar evdeki kediye fısıldadı, kedi fareyi dağa kaçırdı, fare delik deşik edip dağı bir kovuğa saklandı.
Her şey bir döngüdür bu dünyada, zaman geçer kum kalır, gün gelir her yer güllük gülistanlık olur...
Avam menkıbeleriyle dünyayı kaç kere kurtardın dedi, bir kahkaha atarak, dünyayı kurtarsak seni kurtaramayacağımı biliyorum, sen kurtulmaktan değil zalimlere kıssa döşemekten haz alan bir fanisin dedi.
Meselci derviş!..
Hiç alınmadım, tıpkı bizim aydınların yaptığı gibi!..
Kendini aydın yerine koydun ya, sözlerimi pekiştirdin bak!..
Ah martının yazgısından söz etmeyi unuttum, bahçeye düşen martıyla, epey gelişkin bir kedi yavrusu oynuyordu sürekli, yavru kaçıyor, öteki onu kovalıyor, pençesiyle şakalaşıyor.
Tanrı kediyi martıya göre, daha gelişmiş silahlarla donatmış ne yazık ki... Bahçedekiler gördüler olan biteni, su ve ekmek verdiler yavruya, kedinin onunla arkadaşlık ettiğini zannettiler...
Ama öyle değilmiş. Çünkü yavru ilk gecesinin sabahında yoktu...
Gerçek atalarımız karanlıklardır bizim.
Bir şey anlattılar...
Bir toplum bilimci, tarım sektörünü elinde tutan 'gdo' devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini ileri sürüyormuş.
Svalbard hariç dünyadaki diğer tohum depolarını bekleyen kıyamet nedir diye soruyorlar. Gerçek amaç ari üstün ırk yaratmak mı yoksa istenmeyen ırkları yiyeceklerle kısırlaştırmak mı...
2008 yılının Mart ayında, Spitsbergen adasında “Svalbard Küresel Tohum Deposu” adı verilen bir ambar kuruldu. Donmuş, bir buz dağının altına kurulan ambarda, şu anda dünyanın dört bir yanından yaklaşık üç milyon farklı tohum özel ambalajında saklanıyor.
Kuzey Kutbu’na bin kilometre uzaklıkta olan bu buzdağı ambarında, bazı dayanıklı tohumlar bin yıl kadar bozulmadan kalabilecek. Her türlü nükleer saldırıya, patlamaya ve depreme dayanıklı olan tohum deposuna ‘kıyametin kırk ambarı’ da deniyor. Dünya üzerindeki tüm tohum çeşitlerini bir araya getirmeyi hedefleyen ambarın amacı, gelecekte dünyanın başına gelebilecek nükleer savaş, göktaşı çarpması veya iklim değişimi gibi bir felaket durumunda, tohum çeşitliliğinin korunmasını sağlamak.
Ancak bu proje ile ilgili dehşet verici kuşkular var. Tarım sektörünü elinde tutan genetiği değiştirilmiş organizma devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildikleri düşünülüyor. Spitsbergen’in buzlaşmış kayalıklarının altında ‘dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme’ planlarının yattığı söyleniyor. Kuram, ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişlerine ilişkin ayrıntılı anıştırmalar yaparak kanıtlanıyor. ‘Kıyamet Koruyucuları’ denilen finansörlerin kimlikleri, neler yaptıkları ve Svalbard Küresel Tohum Deposu üzerindeki hedefleri hakkında söylenenler bunlar ve öncelikle, bu ambarın Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü aracılığıyla işletildiği belirtiliyor. Kolezyum kentinde kurulan bu örgütün başında bir Ontariolu bulunuyormuş.
Özetle, genetiği değiştirilmiş organizma tohumları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayılarak tarlalardan orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adada saklanıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde ‘zaten var olan’ tohum depolarına ne gibi bir felaket gelecektir ki, Svalbard’a baş vurulacaktır.
Planlanmış bir felaketten söz edebiliriz. Bunu anlamak için yalnızca bombardımandan sonraki Irak’a bakmak yeterli. Irak uygarlıkların beşiği ve binlerce yıl önce buğday tarımının doğduğu yer. Ebu Garib’de yüzlerce yılda geliştirilen buğday tohumu çeşitlerinin yer aldığı bir tohum bankası bulunuyordu. Bombardımandan sonra tohum mahzeni birden tarihe karıştı. Kimse o tohumların nerede olduğunu bilmiyor artık. Düşünün, dünyadaki tüm tohum çeşitleri Svalbard’da bir araya getirilip denetim altına alındığında, geride kalan paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok etmek kolay olabilir. Sonrasında da Monsanto gibi devler kendi tohumlarını tüm dünya çiftçilerine kibarca sunabilecekler. Tüm tohum çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel oluşturabilmek amacıyla yok edebileceklerdir.
Üçüncü dünya ülkelerinin bilim adamlarının ve agronomistlerinin -tarım uzmanı- ‘modern tarım ürünü’ kavramlarında uzmanlaşmaları ve dışarda öğrendiklerini ülkelerine maletmeleri ile yakından ilgiliyiz. ‘Gen Devrimi’nin yaygınlaşması için paha biçilmez bir etki şebekesi oluşturuldu. Küresel tarım politikalarını biçimlendirilecek konuma gelindi. Bu bir üstün ırk yaratma planıdır. Hitler’in finansörlüğü de bu yollardan yapılmıştır.
Geçmişten beri genetik olarak üstün ırk yaratmayı yasalaştırmak için kullandıkları öjenik bilimi daha sonra genetik mühendisliği olarak değiştirdiler. Naziler buna ari üstün ırk diyorlardı. Hitler’in öjenik çalışmaları da bilindiği gibi, bugün Svalbard’a milyonlarca dolar akıtanlar tarafından finanse edilmiştir.
İnsanı ‘gen dizilimlerine’ indirgemeye çalışan sözde moleküler biyoloji bilimini yarattılar ve sonunda insan özelliklerini dilenen biçimde değiştirmeyi amaçlıyorlar. Hitler’in öjenikçi bilim adamları Dünya Savaşı’ndan sonra sessiz sedasız çeşitli yaşam formlarının genetik olarak tasarlanması konusunda ilk adımı atmışlardı.
Amaç ‘negatif öjenik’tir. ‘Negatif Öjenik’ istenmeyen soyların sistemli bir biçimde yok edilmesidir. ''Negro -zenci- nüfusu ortadan kaldırmak isteniyor”
Örnekler üzerinden gidelim. Küçük bir biyoteknoloji şirketi, yendiği takdirde erkeği kısırlaştıran bir mısırı genetik mühendisliği aracılığıyla geliştirdiklerini açıklamıştı.
Bir başka örnek; Dünya Sağlık Örgütü Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de milyonlarca kadının tetanosa karşı aşılanması için bir kampanya başlatmış ama erkekler de tetanos olabileceği halde aşı erkeklere yapılmamıştı. Bu kuşku uyandırıcı durumdan ötürü Katolikan bir kilise organizasyonu olan Meksika Yaşam Komitesi aşıları test ettirdi. Test sonuçları gösterdi ki kısırlığın yaygınlaşmasıydı bütün amaç, hibrit tohumlarla tekel tuzağı, gelişmekte olan ülkelerde yürütülmüş olan ve hala devam eden Yeşil Devrim çalışmalarına da bu açıdan bakınca korkunç görünüyordu…
Sonuç... Büyük bir tekelleşme ve yok olma tehdidiyle karşı karşıyayız.
1984 geçeli yıllar oldu, Orwell veda etti ama Big Brother, yani 'Tanrının Eli' daima aramızda ve gezegenimiz belki de korku ve dehşetle dolu, bir hortlaklar dünyasına dönüşecek.
***
Hıristiyan Faruk, hıristiyan diyorum, çünkü onun lakabı bu, öyküye saygılı olmak zorundayım, softa Mefkure demek gibi bir şey bu, bir tanımlama...
Dedi ki, bu ada nasıl bugünlere gelmiş biliyor musun, başlangıçta neler olmuş, iki kadırga ve üç kalyon, biri hilalin mücahitleri, diğeri haçın şövalyeleri adanın önlerinde karşı karşıya gelmişler, amaç yeryüzü toprakları yetmemiş, engin denizler gönüllerini doyurmamış olacak ki, ilk bayrağı dikmek için yarışmışlar ve karaya çıkarak, kadırgalar Sedef adasından, kalyonlar Halki kıstağından sokularak uygun yere bayrakları dikmişler, ama birbirlerini görüyorlarmış, tanrının ve tüm dünyanın vazgeçilmez bir düsturu vardır biliyorsun; Yaşamak için öldüreceksin!..
İnsanın dilinin varması bile tüylerini ürpertiyor.
Japonya'yı fethetmek için değil, Japonya'yı fethetti desinler diye savaşırlar denirmiş, evet söylemiştin ama bu öyle değil, gerçekten -sahip olmak adına- savaşa tutuşmuşlar ne yazık ki...
Bugün plaj olan yerin derinliklerinden kemik çıkardıklarını biliyorum ben, bir keresin de balıkçı Barba (Barbaros) bir madalyon gösterdi bana, kafatası üzerinde çatılı, iki kaval kemiği vardı üzerinde...
Korsanlar!..
Tepede bir sürü lahit kalıntısı vardır, kum gibi dağılmışlar ama üzerindeki işaretler onların kimi latin, kimi grek harflerle süslü mezar taşlarının birer halkası olduklarını gösteriyor, her türden kavim uğramış buralara, Aya Yorgi'nin orda, artık toza dumana karışmış bir türbenin izleri vardır, sarık biçiminde taş kırıntıları ve üzerleri garip renkte paslı yeşillerle kaplı objeler...
Bin yıllardır, yazık değil mi bu insanlara, bu insanlığa dedim...
Dinle dedi, büyük babam, tepede bir keşişle bir müezzin tartışmaya tutuşmuş bir gün derdi, öğretilerinin yek diğerinden daha üstün daha insani oldukları noktasında... İkisini de kuvvetli bir rüzgar almış götürmüş sonunda diye gülerdi hep...
Tartışmanın özünü anımsıyor musun dedim...
Baştan sona hem de, anlatabilirim dedi!..
Begonviller açmış, ılık bir rüzgar yüzümüze vuruyordu, dar bir yola saptık, benim can yoldaşım, ömrümün gül bahçesi Nebihe'm, manolya kokusunu çok sever, elim varmıyor ama şuradan birini koparsam mı acaba...
Nebihe, kitapsız peygamberlerin şanlı bir kızı sanırım, kopar nasılsa günah sayılmaz dedim. Gülümsedi ama kolu yetişmedi, örene çıkması için destek verdim ama koparırken, çiçek inci tacı gibi düşüverdi elinden, havada yakaladım ve ilk kez kokladım o çiçeği, ne görkünç bir koku yarabbim, mayhoş, bulut gibi, buhur gibi, buhurdan gibi, tütsü gibi, cennet bağından bir gül, bir sümbül, bir zambak gibi, yeryüzüne serinlik yayan soğuk bir ıtır gibi, ne derseniz deyin, çiçek o denli esrik, ruhları sakinleştiren, derin ve tuhaf bir rayiha yayıyordu ki havaya anlatamam, büyük beyaz bir ece, bir tanrıça gülü gibiydi düpedüz, bir tomurcuk, içinde sarımtırak koku yayar eşey organlar...
Yarabbim bu anlatılamaz, yaşam bu yüzden bir tansık işte, bu yüzden tapıyoruz ona ve bu yüzden kadırga ve kalyonlar paylaşamıyor onu ve bu yüzden ölümle cezalandırılıyoruz şu yaşamda...
Nebihe'nin payını sunarken yoldaşıma, dedi ki, pembesi de vardır bunun, savaşlarında bir karşıtını yaratabilseydik...
Gözyaşlarımız karşıtı ne yazık ki, dedim...
İki adam, keşiş ve müezzinin hazin öyküsünü dinle o zaman, belki neden çözüm bulamıyoruz anlayabiliriz, hiç belli olmaz dedi...
Müezzin kıbleye dönüp tapıncını bitirmiş ve sağına soluna selam verdikten sonra, orada bir deniz fenerinin görkemli uğultusuna, istavroz çıkarıp, selam duran keşişe demiş ki...
'Nesneleri ve dünyevi gelenekleri, alet ve edevatlarla, hayatın gereklerinin kutsanıp, selamlanması tanrıya şirk koşmaktır, okunup bilinmesi ve ruh mürekkebiyle alnımıza nakşedilecek olan, yalnızca tanrının vahiyleri ve mucizeleridir. Eşyanın tutsağı olmayın ve putlara tapmayın buyuruyor o!..'
'Biz tanrının evlatlarıyız ve mucizesiyiz, biz her bir yaratılmışı öpmeliyiz, her kimsenin derdini dinlemeliyiz, o ki tanrının bağışlarıdır, sevilmelidir, gözetilmelidir, okşanmalı ve selam verilmelidir, biz herkesiz ve hiç kimseyiz.'
'Tanrının çocukları onun yarattığı seyrü aleme, nasıl barbarca bir tutum sergileyebiliyor, başka bir cana yönelebiliyor, kuşkunun rengi beni teskin etmediği sürece, uykulardan uzağım ben, kabuslar süslüyor gecelerimi ve onlar, Habil ve Kabil'e ayrılabiliyorlar, biz tanrının göz nuruyuz, incisiyiz, ama layık olabilmeliyiz, biz onun evlatları mıyız, nasıl ona layık olamıyoruz, onun buyrultularına harfiyen uymalıyız, onun dediklerine gözlerimizle bağlanmalıyız, yüreğimizi açmalıyız hayata ve onun hesap gününe hazırlanmalıyız, uygarlık el değiştiriyor sürekli ama biz ıslah olmayanlarız.'
'Sizler birbirinin aynı sonsuz dünyaların varlığına inanıyorsunuz, bir yineleme ve versiyonlar cenneti dünyaların, suç ve cezanın, cennet ve cehennemin, sonun ve başlangıcın, tanrının yeni bir şey yaratamayacağını ileri sürmekten başka, ne gibi bir özelliği var bunların, sizin günahlarınızda, sevaplarınızda birdir. Kalıptan çıkmış gibisiniz. Gerçekte sizler, hayata sırtını dönmüş batıl birer münkirsiniz.'
'Nicel dünyalarınızda, sonsuz ayrışıklarla baş edilmezleşen dengesizlikleriniz, hiç bir zaman birbirinin aynı olamaz, günah ve sevap birbirine taban tabana zıttır ve alemde birbirine benzeyen, tıpatıp aynı olan, iki ayrı şey, sonsuza dek, bir arada olamaz, iki kelebek bile birbirine benzeyemez, tümüyle ayrı varlıklar, karşıtların, günah ve sevapların dünyasıdır bu, öyle olmak zorundadır, her canlı bir evrendir ve her biri başkaca bir evrendir, günahlarımız hepimiz için ayrı ayrı sayılmakla, cezalarımızda her seferinde apayrı görülmelidir, şu cihan da birbirinin aynı olan hiç bir şey yoktur, tanrıdan başka her şey değişip akmada, o değişmeyen ki, biz tanrının son buyruğuna inananlardanız.'
'Biz aşkınlığın sevisiyle yanıp tutuşmaktayız, bilinir ki son diye bir şey yoktur evrende, yeter ki o buyrultular kendi içinde bir sona ulaşmasınlar, bir dogmaya dönüşmesinler, siz çileciliği öğütleyenlerdensiniz, kadercisiniz ve alınyazısının bir gül gibi açtığını söyleyen, keder bahçelerinin, şehadet timsali münadilerisiniz, değişmezlikten yana yanıp kavrulan medyunları, biçare müminlerisiniz.'
'Bizler vicdanımızla hareket ederiz, bir ceylanı bir aslanın yemesine gönlümüz el vermiyor, siz bunun adına doğal dengeler, olması gerekenler diye öğüt verenlersiniz, semirenlerin ağzıyla konuşan aslanlı bahçeler, kan rengi lalelerin süslediği sütunlarda inleyen lavtalar sizin olsun, ölmeyene ant olsun ki hayatın değişmesinden yana olan biziz, kaderin değişmesinden yana olan biziz, biz bülbülün diken üzerinde ötmesini istemeyiz, biz bebeğin içtiği sütün kesilmesine yas tutanlarız, biz şehadeti bu yollarda arayanlarız.'
'Siz tanrının kullarını sınava tabi tuttuğunu söylüyorsunuz, olanakların sınırlı sayıda olduğu bir evrende, günah kaçınılmazdır, olanaklar yenilenemeyeceğine göre, bu büyük bir ikiyüzlülüktür, bilesiniz ki günah diye bir şey yoktur ve yalnızca hayat vardır, tanrının bağışladığı hayat.'
'Öldürmeyeceksin diyenlerin bir gün yokluğu savunacağını biliyor mümin kullar, inanmışlar, tanrıya karşı gelmenin bir cezası olamayacağını söylediğimizde, kalem tutan ellerimizin yanacağını, şakıyan dillerin tutuşacağını söylemekte ebediyete dek haklılar, yokluğun tanımını bir bilen var mı, mükafatsız ve cezasız bir alemin ne anlamı olabilir ki.'
'Tanrının dünyayı duyumsamak, bizleri deneyip sınamak için evreni yarattığını ileri sürebilmemiz için, 'Karıncalar Hanlığı'nı da gözlerinizle görmüş olmanız gerekir, tanrının amacı değil aracı olduğumuza inanıyoruz biz, onun evlatlarıyız ve yitirdiğimiz babamızı arıyoruz evrende.''
***
İkisi kavga ede, tartışa dura bir kayanın dibine vardıklarında, bir uçurumun başında durduklarının ayrımına varmamışlar ne yazık ki ve bir adım daha atıp karışacakken yokluklara, şiddetli bir rüzgar, onları bir bulut gibi sarıp sarmalamış ve Araf'ın Yurdu'na doğru yola çıkarak, tanrı katına, o sorgu makamına ulaşmışlar...
Yazgısı, tanrının iki dudağı arasında olanların tartışması, bir alaysama ve yaratıcılık peşinde koşmaları, telafisiz bir yadsımaya kapılmanın gafletidir belki de...
Kötü olmamanın, şeytanca bir kibir olduğunu yazan bir kitap vardır. Belki de olup bitenler büyük bir armağandır onlara, belki ayrımında bile değillerdir...
Güçlükle duyulur bir sesle, alevlerin ve ışıkların dili, lanetlilerin bedeninde ışıldar her gece diye mırıldandı ve sözlerine son verdi hıristiyan Faruk...
Müezzin ve keşiş, hesap gününe, o sorgu makamına vardıklarında, gene durmamışlar, hayasızca, hoyratça, kendini bilmezlikle, edepsizlikle ve körlemesine tartışmayı sürdürmüşler, sınırı ve sonu olmayanın gözü önünde kavgaya tutuşmuşlar, gemi azıya alan, bu dizginsiz ve kendini bilmez yaratıkları gören tanrı, onları güç bela ayırdığında, şaşkınlıklar içinde boğularak, birbirlerine bakakalmışlar, kan revan içinde, soluk soluğa...
Çünkü, görmüşler ki birbirine bakanlar, karşısındakinin tıpatıp aynısı!.. Üçü de birbirinin birebir benzeriymiş!..
Evrenin gizi meğer bu üçlüdeymiş.
Üçü de birbirinin kardeşi... Üçü de, bir üçüz olduklarının ve bir kardeş olduklarının, sonunda ayrımına varmışlar...
Bazıları der ki, yalnızca tanrı ilk doğandır aralarında, evrenin bir dölütü olarak, rahimden ilk fırlayan...
Ve o buyuruyor ki, böylece bir gizin muradına erdiler işte ve o günden beri utanç içinde yaşadılar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder