Ada halkına kimlerden kaldı bu maceracı ruh bilemem ama, Rumların Atina'da, Musevilerin Haifa'da sık sık yakınlarını ziyaret etme alışkanlığından sirayet etmiştir belki, hep seyahat aşkıyla dolu insanlardır, aşkın kanatlarıyla Brezilya'ya gidenler, Kanada'da çınar yaprağının altında gezenler, Danimarka'da Hamlet'in meyhanesinde içenler, Viyana'da atalarının izini bulanlar, Tenerife'den bir sayfiye alanlar...
Var olabilmemiz için, düşünebiliyor olmamız gerekir, düşünebiliyor olabilmemiz için, var olmamız gerekir. 'İçiçelik' (Nidifizm) diye açınlıyorlar bunu, eğer kişi yazmaya kalkıyorsa der bazıları, el değmemiş konulara el atmalı, derin düşünceler barındırmalıdır, ola ki bunu başardıklarındaysa, yazılanın boyunu aştığını ve artık okuyamayacağını söylerler. Kant'ın kanıtla, Annales'in analitikle bir ilişkisi varmış gibi!..
Düşünüyorum da ne serüvenci insanlar gelip geçmiş şu dünyadan, ne sergüzeşt meraklıları, Hemingway, Jack London, Mata Hari, Evliya Çelebi, Marco Polo, Seydi Ali Reis (Hindistan'dan Dersaadet'e yürüyerek gelmiştir), Amundsen, Kserkses (Hellespont'ta sandalları birbirine bağlayarak bir köprü yapmış, ordu zayi olunca da 'Acı su, bunu hak ettin' diyerek denizi kırbaçlamıştır), Korkunç İvan ve Magellan...
Anti Arktika'ya gitmek isteyenler, Ümit Burnu'ndan geçenler, Hindistan'ı Amerika zannedenler, Loch Ness uğruna İngiliz adacığına girenler... Bu maceraperestlerden başka, bir Pers hükümdarı olan Kirus, bir söylenceye göre kuruşu icat etmiş, altın kral Krezüs'ü yenmiş, Sirius yıldızına da adını verip, bir savaş sırasında, tutsak edilen kraliçenin etini yediği için bulaşıcı bir sayrılık yüzünden ölmüştür.
Seydi Ali Reis denizcilik üzerine asarı mevcut, nadir denizcilerdendir, Yunus'a dindar deyip, Ali'yi Hindistan'dan yaya geldi diye küçümseyenler, Magellan ve Oates gibi (kutup kaşifi, ben biraz hava alacağım, az sonra dönerim diye çadırından çıkmış ve kar fırtınasında sonsuzluğun rüzgarına kapılmıştır) nicelerinin o yollarda yok olup gittiğini bilmez mi, bizim kanatsız kuşlarımız, kendi soyunu aşağılamayı adet edinmiş, bir heimatlos klanı ve atalarını tırpanlayan soykırımcı ruh, bu tuhaf kuşaklar silsilesi ve bu ruh göçüren puhu kafilesi böylesine nasıl üremiştir bir türlü anlayamam... Bilip bilmeden savuruyor diyenler de onun katlarıdır!..
Kanser kendi kendine çoğalan bir virüsün sapkınlığıysa eğer, içimizde -başkaları- var demektir!..
Bu cihan gezginleri tek başlarına, Bechaunaland ve Nysaland ülkesini ele geçirmiş, Boerler'i yenmiş, Pireneler'de gizli tarikat kurmuş, kimisi de Moliere'in on yedi oyununu birden çevirmiş, yirmi yedi kardeşini boğdurmuş, densiz isyancıları küle çevirmiş ve cariyelerin entrikasından bıkarak onanizmin batağına sığınmıştır. Bu tilmizler öyledir ki, bir keresinde aya turist götüreceğim diye bir kaç gönüllü bulan Giritli bir ütobistin zeplini, Peri Bacaları'na inince, içlerinden biri olayın düzmece olduğunu anlamış ve çılgın İkaros'un foyası meydana çıkmıştır.
Maceranın tanımı Larousse'da boş yere hayal tacirliği değildir.
Bu 'canavar meraklılar' öyledir ki, ebeveyninden daha yaşlı çocuk gördüklerini söylerler, Çin'i 'cin' diyarı diye nitelerler, Eskimoların eşlerini konuklara sunduğunu ileri sürerler ve Borneo'nun ormanlarında 'Şeytanlar Ülkesi'nin varlığından dem vurup, hatta bir işportacının sattığı ıvır zıvırlardan, sonunda eksiksiz bir 'Uzay Devleti' kurduğundan ve kıyameti koparacağından bile söz ederler.
Ne var ki bu başıbozukların, her sözünde, ne yazık ki bir gerçeklik payı vardır, kurşunlarla delik deşik olan bir gecede, alevlerin içine kaçarak kurtulan bir sergüzeşt ehlinin, ateşin içinde arkadaşlarıyla birlikte aniden görünmez olduğundan söz edilir ve iskemlesine binerek uçan bir sihirbazı anlatır Jules Verne, bir başka gerçek-yalandaysa uzak doğunun uçlarına dek giden bir maceraperestin, kayıp kız kardeşiyle nasıl evlendiği anlatılır, yine başka bir söylencede, Alaska'da bir tepeye çıkarak Everest'in karlı doruklarını gören, şahin gözlü kızıl derililerden söz edilir.
Bazı bilim adamları, beş duyumuz olmasaydı, dünyayı tüm çıplaklığı ve gerçekliğiyle algılayabileceğimiz, sanı ve sanrılarımızdan uzaklaşacağımız, güneş gemileri gibi sözel düşlere dalmayacağımız ve sapkın ruhlarımızdan kurtulacağımız için, 'sonsuz barış'a kavuşabileceğimizi söyler beş duyumuz bizi bir yanılgı, algı bozukluğuyla yadsımaya ve illüzyonlarla dolu bir dünyanın cehennemine sürüklüyor demişlerdir.
Bu maceracı ruhlar hakkında söylenecek son sözse şunlardır, mizantrop bir Kastilyalı'nın Guggenheim müzesinde bir heykelin içine girdiği ve orada kendi ütopyasında ömür geçirdiği, günün birinde müzeden ağır kokular yayılınca, adamın yaşamının sonuna erip öldüğü söylenmiştir, ama adamın heykele 1693 de ki bir iç savaşta heykele korkudan girdiği belirlenmiştir, başka bir olaydaysa, Saksonya ormanlarında bir kulübede yaşayan iki aşığın birbirine sarılı bulunan cesedinden söz edilmesidir, ilginçtir, aşıklar sığındıkları kulübeden bir kez bile dışarı çıkmamışlardır ve nasıl yaşayabildikleri hala gizemini korumaktadır, gene başka bir olayda Sahalin adalarında, bombalardan kaçarak bir ağaç kovuğuna saklanan Japon subayının, zamanla kuyruğunun uzadığı, kendi dilini unutarak, guguk kuşu gibi sesler çıkardığı ve ağaç kabuğuyla beslendiğinin anlaşılmasıydı, bir Nepal prensesininse ölümden korktuğu için sığınak yaptırdığı ve yerini bilen olmasın diye mimar ve çalışanların öncelikle son iç çekiş köyüne gönderildiği, buna karşın prensesin günümüzde bile yaşadığı söylentisidir, diğer bir olayda Mont Blanc'ın doruklarında kar kulübesinde yaşayan bir çobanın bulunduğu ve efsanelerde hala kutuplarda yaşayan bir Prusya kralının olduğu ve Avustralya'da bir istiridye kabuğunun içinde, kendini Tasmanya kralı olarak tanıtan bir Maori yerlisinin varlığından söz edilir.
Bu çılgınlar ve çeyrekbuçuk delilerin çoğu hala yaşıyordur, diğerleriyse ya ölmüşler ya da zaten ölüydüler. Maceraperestler gerçekte hayatın ve ölümün amansız baskılarından, dünyanın kan dökücü yorgunluğundan kurtulmak isteyenlerdir. Onların gerçek amaçlarının gizlenerek, gelmiş geçmiş, en vahşi ve olağan dışı varlığın, insanın, bu cehennete nasıl dayanabildiğini görmek için, ince ruhlu ama içimizde yaşar, insan görünümlü ama başkaca yaratıklar olduğu ileri sürülmüştür.
Freud felsefeyi önemsememiştir. Çünkü salt gerçekliğe yaslanan biriymiş, bilim dünyasının çoğu, yalnızca kendi alanlarına ilgi duyan, bilgisi sınırlı ve diğer kolları zerre kadar önemsemeyen moronsu varlıklardır, dünyamızın ilk gününden beri böyle bir sorunu vardır, gerçekdışılığa sürüklenmesi ve olmayacak şeylerin peşinden koşması, hurafelere kapılması bu yüzdendir, pek çok alanın boş bırakılmasından ve metafizik yanılsamalara inandırıcı bir açıklama yapılamamasından ve yaşamın neden ve nasıl başladığına ilişkin belirsizliklerin hükümran olmasındandır.
Ne diyelim, aşk ve arayış uğruna ölüp öldüren, canına kıyan, sonsuzluğa koşarak, ütopyalarına sığınan maceracı ruhların tanrılarına selam olsun!..
Artık adamıza dönelim, namı diğer Prinkipo'ya, evvel zaman içinde bir haham Yoel varmış, Sultan Bayezit'in maiyetine bağışladığı bir yelkenliyle, dünyanın öbür ucuna, ta And dağlarına varmayı hayal eder ve beni de götürmesini söylerdim, elest aleminde görüştüğümüz çok olurdu onunla, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük maceraperesti olduğunu söylerdi, onu tanıyıp bilenler. Bağışlanan yelkenliyle bir gün Foça'da, fok balıklarının arasından yelkenlere fora diyerek denize açıldık, geride bıraktığı anacığı onu tam yirmi yedi yıl beklemişti, döndüğünde köpeği hala yaşıyordu ve onu görünce kısık sesle bir kaç kere havlamış ve sonra ölüvermişti, hatunu olacak kadıncağızın talipleri, onu görünce kaçmış, ne var ki Yoel'de evine kavuşunca Süleyman Peygamber gibi dayandığı bastonuyla, ayakta ölüp kalmıştır. Anası onun elini tuttuğunda, bütün bedeninin bir kül gibi dağıldığı söylenir.
Ben gezide başımızdan geçenleri anlatacağım.
İlk durağımız Rodos adasıydı, Rodos şövalyeleri vardı ve halk onların saldığı vergiyle inim inim inliyor, onlardan her koşulda kurtulmak istiyordu, bir gece yalçın kayalıkların tepesinde yükselen şatolarına, bir urganla dip demirini fırlattık ve çengelle surlara takılan kocaman çapadan sarkan ipe tutunarak bütün şövalyeleri surlardan aşağıya fırlattık, her yeri Grejuva ateşiyle yaktık ve ada halkını vergi salan haramilerden, kanlı cellatlardan, işgüzar şövalyelerden kurtardık.
Malta açıklarındaki siren kayalıklarında, gemicileri çiğ çiğ yiyen bir kiklop vardı, bir dev. Onun mağarasına gemiyle yaklaştık ve o kadar büyüktü ki dev, yelkenlimiz bir el mendili gibi küçücük kalıyordu ayakları altında, gözüne ayna tutup, güneş ışığından bizi bir türlü görememesini sağladık, gözleri kamaşmış bizi aranıyordu sürekli dev, kılıcımızı defalarca sapladık ona, sonunda denizin içine bir dağ gibi devrilip, çökmüş ve yavaş yavaş dalarak, gözden yitip gitmişti. Haykırışları öyle büyük dalgalara yol açıyordu ki, batıp çıkıyorduk ve o gün nasıl kurtulduğumuzu bir türlü anlayamamıştık. Yoel bana dönerek, bizi kurtaran tanrıdır demişti, bir gün öldürende o olacak demiştim. Bu ikinci işimizdi dünyamızın iyiliği için. Herakles'in on iki işinden ikisi bitmiş ve Arşimet bize yol göstermişti. Yoel on iki hayırlı iş yapmak isteyen biriydi sıratı geçmeden önce...
Yelkenlimiz Kastilya krallığına vardığındaysa, iç savaş vardı orada, kralcılar ve işçi arılar egemenlik savaşı veriyor, işsiz güçsüz garibanlar, birer birer ölüyordu -her yerde öyledir ya-, kral sarayına konuk etti bizi, ona deniz marulu, mercan, tavşan kulağı, anemon ve envaı çeşit deniz ürünleri ikram ettik, ama içlerinden biri zehirliydi, onun yemesine dikkat ettik, o gecenin sabahı, kral uykusundan dünyaya bir daha dönemedi, balkona doluşan işçi arılar, krallığın sona erdiğini haykırdılar, ilk kez proletarya kazanmıştı iç savaşı, bu üçüncü işimizdi.
Afrika'ya doğru kıvrılmıştık yelkenliyle, susuzluktan kıvranan insanlar vardı, Zambezi ırmağının içine dalıp, çöle doğru bir yatak kazdık, ırmağın bir kolunun yönünü değiştirince susuzluğu unuttu kabileler ve bize bol sayıda fil dişinden mücevherler verdiler.
Ümit burnuna varmadan aslanların yurduna geldik, tek hakim aslanlardı bu otlaklarda, in cin top oynuyordu. Kastilya'da bize bağışlanan bir kovan bal arısını üzerlerine saldık aslanların, pek çoğu telef oldu ve bir denge kuruldu, aslanların hükümranlığı sona ermişti, ayrılırken her türden canlıya el salladığımızda, içerisinde bir adet Adem ve Havva bile vardı.
Güney Amerika'ya geçtik bir zaman süren yolculuktan sonra, Patagonya'da gauchoların yerel halka olmadık zulümler yaptığını, kadınlarını elinden aldığını ve topraklarını sömürdüğünü haber almıştık, gaucholardan izinsiz kuşun bile uçmadığı bir savandı burası, halk kabadayıların ve namı diğer, bu beygir çobanlarının zulmü altında inliyordu, çevre kasabalardan o güne dek dünyada bile görülmemiş güzellikte bir kız bulduk ve gauchoların içine saldık, herkes kıza aşık olmuştu, kısa zamanda birbirine girdiler ve artık savaşlarda, 'gaucholarla gaucholar' arasındaydı, sonunda öyle azalmıştı ki güçleri, halkın başımıza bir gaucho gerek artık dediğini gözlerimle duymuştum.
Bir 'Altıncı'dan sonraki işimiz, Orta Amerika kıyılarında bir denizci kafilesinin arasında geçti, karşı kıyıya, Pasifik'e geçmek için yukarıdan ta Oregon'u dolaşmak zorunda kaldıklarından, Alaska'da mola verdiklerinde beyaz ayılara ve kurtlara yem olduklarından yakınıyorlardı, iki denizin birbirine en yakın olduğu noktayı bulup bir dehliz kazmalarını söyledik, sonrada suyu bırakmalarını, su boşalınca, yukarıdaki yufka toprak yıkıldı ve doğallıkla bir kanal oluştu, sorunları bitmişti, binyıl sonra o kanalın revize edildiğini duymuştuk, adına da neden Yoel kanalı demediklerini sormuştum candaşıma, Panam babamın adıdır demişti bana...
Sonra oradan Hindiçini'ne varmıştık, bataklıklar içinde yaşıyordu insanlar ve sıtma, balçık ve sivrisinekle dolu yaşamlarında miskin ve bezgin bir yaşam sürdürüyorlardı, çocukların dudaklarına sinekler konuyor, çocuklar ellerini kaldıracak güç bile bulamıyorlardı, içimiz sızladı, yetiştirdikleri tütünün suyunu çıkardık, baldıran otundan bir müsekkin yaparak havaya sıktık, sivrisinekler tel tel dökülmüştü bir günde, balçıklı tarlalarda artık tarımlarını huzur içinde yapıyor ve bulaşıcı hastalıklardan korkmuyor, huzur içinde uyuyorlardı, ilk kez doğudan gelen tanrılar muamelesi görmüştük Yoel'le, reisleri iki büklüm eğiliyor, ayaklarımıza kapanıyordu neredeyse, dertlerine çare olduk diye, Yoel bir gün gülerek, sivrisineklerin tanrısı olacak kadar küçülemeyiz dedi, biz insanız!.. Bana dönerek ayrıca, mermer sunaklarda kelle kurban edip, altınları sürahilere dolduracak kadar bir Eldorado düşkünü de değiliz.
Avustralya'ya uzanmıştık bir gecede, Zelandia diye denizin altında bir kıtanın olduğunu söyledik perişan yerlilere, orada dedik, ne madenler, ne mineraller, ne bitkiler ne cevherler, ne bereketler var dedik, dalmayı öğrettik onlara ve pullu balıktan yararlanmalarını önerdik, hatta Yunus efendimizin sırtında ufuklara doğru açılmayı da öğrettik onlara, dünyanın en mutlu insanları şimdi onlardır, bütün zenginliklerden bolca yararlanmakta ve bilinmeyen bir cennette şarkılar içinde yaşamaktadırlar.
Son geldiğimiz yer Mısırdı, piramitlerin önünde ölesiye bitkin insanlar ve sineklenen hayvanlar vardı, Nil yılan gibi akıyor ve insanlar yalnızca bakıyordu, antik hazineleri gün ışığına çıkarmalarını ve bir darphane oluşturmalarını söyledik onlara, bu enteresan bulguları dünyaya duyurup , herkesin burada toplaşmalarını sağlamalarını önerdik, şimdi iyiler ve çocukları uykularında pek tatlı düşler görüyormuş.
Anadolu'ya geldik, adaya dönecektik artık, birbirine benzer yüzlerce kasabadan, uykulu şehirlerden geçtik, sanki mezarlık gibiydi ortalık, ağzında dişi bile olmayan kadınlar bir şeyler geveliyor, yaşlı adamlar gölgede oturmuşlar konuşur gibi yapıyorlardı, çok kötü ve yoksulluk içinde bir yaşam sürüyordu, dertlerini bir türlü anlatamıyorlardı da, günlerce dinledik ve sorunun ne olabileceğini dahi öğrenemedik, bir çare gösterememenin acısıyla, payitahta, adaya doğru dönmeyi düşünürken, Yoel ben bunların istiaresine yatacağım ve tanrıya soracağım dertleri nedir diye dedi.
O gecenin sabahında son derece üzgün ve kederler içinde kalktı ve dedi ki, bunların derdi daima tanrıya yakarmalarıymış, çareyi sürekli tanrıda aramak gibi bir huyları varmış ve bundandır bir beyhudelik içinde sürünüyorlarmış. Ne yapılsa bir çözüm bulamayız, çünkü iyiliği hep göklerden bekliyorlarmış. Umut yok dedi.
Bitkinlik ve yılgınlık öyle hat safhadaydı ki insanlarda, bir tansıma içinde ellerini açıyor ve gözlerini gökyüzüne çeviriyorlardı, sonsuz maviliklere doğru dileniyorlardı sanki sürekli, bazen buluttan bir damla düşüyor ve bu büyü karşısında çılgınca dualar ediyor, elleriyle gökleri işaret ederek kendinden geçiyorlardı. Önlerinden gelip geçenler bir dilekte bulunacak olsa ve bir yarım ekmeğin yarısını paylaşacak olsa, ne yapacaklarını bilemiyor ve sanki ayaklarına kapanır gibi eğilip bükülüyorlardı. Oysa tanrının ne nimetleri vardı ama, aramıyor, görmüyor, bulmak istemiyorlardı. Bir çaba, bir emek sarf etmek, bir şey düşlemek şöyle dursun, bir yol yordam göstermek isteyeni itip kakıyor, şirk koşuyor ya da yaratana karşı çıkıyor gibi destursuz, paldır küldür saldırıyorlardı...
Ruhları ve bedenleri son derece hırpani ve paspal, paçavralara sarınıp, bir kaplumbağa gibi büzülerek akşamı bekliyorlardı kapı önlerinde...
Her şeyi hazır istiyorlardı kısacası, hem de ebediyete dek, hatta içlerinde öyleleri vardı ki, bitkinlik ve yılgınlıktan yarı ölüydü sanki ve sorduğumuzda, tanrı bize elini uzatmayacak, yardım etmeyecek, derman olmayacak, işimize gücümüze çare bulmayacak, karnımızı doyurmayacaksa neden yarattı dercesine, son derece haklı görünebilecek, filozofik sözleri bile vardı.
Güldü Yoel...
Bu tür acılara çare bulunamıyor yeryüzünde, bir de mutluluklara gerekçe bulunamaz biliyorsun dedi!..
Maceraperestler gittikleri yerin haritalarında kendilerine özel adacıklar çizermiş, bu onların adasıymış ve gerçekte yokmuş. İşte Yoel ve benim son iki işimiz, bize özel ne yazık ki, biri onun kutsiyeti, diğeri benim sihrimdir. Sizlerle paylaşamayız. O ikisi bizimdir.
Ne var ki merdümgiriz değilim ben, bir ip ucu verebilirim yine de, belki de bugünlere gelmemizde bir yararı olmuştur son işlerimizin, onlar göktaşı, başka dünyalar ve çok uzaklardan gelen tanrılar dersem belki içinizden sezenler olabilir.
...
Bu sabah gürültülerle uyandım, yolculuğumuzun sonuna gelmiştik anlaşılan, kamarada bavullarını toplayan ve dönüş çığlıklarıyla, yeni ve başka özlemlerle dolan yüzlerce insan vardı, transatlantiğimiz Foça açıklarından tornistan yaparak, Çeşme limanına demir atmış, kıyıda el sallayanlar ve öpücükler atanlar birbirine karışmıştı.
Yoel bu öyküyü bana, Akdeniz'in pek çok kentine uğradığımız, bu transatlantik gezisinde, boş saatlerimizde kamarada uyuklarken anlatmıştı...
Gönlünü almasını bilen için, tanrı her şeye kadirdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder