27 Mayıs 2017 Cumartesi

ADANOPE


Geziniyorduk tasasızca, birden Adanope adında bir gezegen varmış burada  dedi. Biliyor musun!..

Hayır,  nerede dedim, Aya Yorgi'nin arkasında dedi, söylediği şey olabilirmiş gibi es geçip, bıktım bu Aya Yorgi'den dedim, adanın haç merkezi olmuş, şu nerede Aya Yorgi'nin soluna düşer, ya öbürü, o sağında, ya şu, kuzeye doğru giderken solda, başka bir şey bilmiyoruz sanki, varsa yoksa Aya Yorgi dedim...

Hiç ara vermeden, senin azizlerle bir sorunun var herhalde dedi!..  Çıkışı olmayan bir klişe!

Konuşan adanın derbeder kızlarından biri Dilek!.. Romantik ve iyiniyetli ama her romantik gibi başı beladan kurtulmayan biri ve hercai, ne yiyeceğini, giyeceğini bilmeyen, nereye gitmesi gerektiğini kestiremeyen, ne yapması gerektiğine, bin bir ikircik içinde karar veremeyen...

Bir keresinde onu trafiğin ortasında düşünürken gördüm...

Böyle dolaştığımızda olur, sonra birbirimizi hiç tanımıyor muşuz gibi aylar geçer, sonra bir gün Beşiktaş'a giderken karşılaşırız, nereye gidiyorsun derim, Kadıköy'e der, sonra hadi bende geleyim Beşiktaş'a der, değiştirir kararını, inince de cayar ve hemen Ada vapurunun dönüş saatini sorar, ne yapıyorsun derim, çantamı unutmuşum kafede, evde olsa neyse ama kafeye güven olmaz... Haklı olmasa da bir gerekçe yaratır zaten, ayağım uyuştu ben gelemeyeceğim dese çok mu iyi...

Arkadaşlıklar, dostluklar zamanla  birlikte biçim değiştirdi, eskiden evlere gidilirdi, şimdi teknolojinin olağanüstü ayrıcalıkları ve tutsaklığın ya da özgürlüğün bin bir çeşit halleri var artık.

Deyim yerindeyse, bir gecelik aşklar ve yaşam boyu süren, teğet geçmekten öte, hiç bir işlevi olmayan bağlaşıklıklar var şimdi, iyi ya da kötü denemez buna,  insanın konsantrasyon gücüne ve çağa ayak uydurma yeteneğine hayranım, ama ben kör ve topalım, yalnızca o olsa iyi de, Dilek'in bu tutumları gerçekte bir anomalidir desek de, benim sayrılığım ondan daha  kötü, o uygarlığa şaşkınlıkla ve uyumsuzlukla bakarken gene de tuhaf bir uyum içinde sanırım ama ben için için yas tutuyorum halime, görkünç bir uyum içindeymişim gibi görünebilirim ama  içim kan ağlıyor ve kimselerde bilmiyor...

Hangisi iyi ki...

İşte böyle Dilek'e benzer, yaşamını baygın balık gibi geçiren insanlar vardır, yaşama karşı uyuşturan sendromların, gizlenmiş, ortak ve bir umarı olmayan içe kapanmalarımız, derinleşmiş, bizimle bütünleşen ve artık bir parçası olduğumuz, bir kimliğe dönüşmüş arazlarımız, kompleks dolu alışkanlıklarımız beni onlara bağlıyor, seviyorum onları, aynı semptomların pençesinde sağlıklı birer bireymiş gibi dolaşıp da, hiç tepki vermemek, hep katlanmak, hep kıyısında kalmak olan bitenin, elleri değil sürekli ruhu titreyen, kalbi örselenmiş ama dirim dolu, atletik bir yapısı varmış gibi koşturmaca ve maskeli bir balodaymış gibi hiç belirtisiz, her şeye tüm sıradanlığıyla, zararsızlığıyla ve herkeslerden hiç aşağı yanı olamazmış gibi yaşama katlanmak, olağanüstü bir yatkınlıkla, başkalarını hiç üzmeden, hiç tepki vermeden, sonsuz bir olgunlukla sürekli kuyruklarda sırasını kaptırmak, kalabalıklarda en arkadan çıkmak, bileti geçersiz olduğu ileri sürüldüğünde hemen yeni bir bilet almak, hep özveride bulunan taraf olmak, hep anlayışlı olan bir cennetlik adem pozisyonunda, her kese yol vermek, herkesin gönlüne hoş geleni söyleyebilmek, sürgit haklısınız beyefendi, evet hanımefendi, aynen katılıyorum demek, nasıl bir şey acaba ve insan ruhunda nasıl yaralar açıyor ve her şeyden önemlisi bu tür insanlar, hiç bir işaret vermeksizin ve herkes gibi ömürlerini ama uzun ama kısa ama bir kazaya kurban giderek ya da gitmeyerek, yaşamlarını nasıl tamamlıyorlar...

Çağın en garip sorusu bu bence...

Psikanalizlere göre, bu tür insanlar ellerine düştüklerinde, ya yetim filandırlar, ya travma geçirmişlerdir küçük yaşta ya da otist  gibi sevimli ya da anevrizma gibi ağır birer darbe yemişlerdir, orta sınıf ya da varoşlarda bir klişesi de vardır bunun, geçmişten biliyorum, menenjit geçirmiş çocukken diye kestirip atarlar bu tür yerlerde ve bayağı sevgi gösterirler bu tür insanlara, en ufak bir dışa vurumda başına toplanırlar, doktor kalabalığın arasından on beş dakika da geçebilir tabi, ciddi bir şey varsa talihsiz, ilk kez talihli bir şey yaşar ömründe...

Ölür.

Bir kaza geçirmişse yaralı gene aynı kalabalık kıyamet senaryosu eşliğinde bağırır, çığlıkçılar, bir senfoni orkestrasının insanı huzursuz eden düzeninden, doğanın hepimize hayranlık veren ilahi düzenine geçerler, birbirlerini çiğnerler, bir ikinci  vaka ki, ilki artık gölgede kalır, gözler o yana çevrilir, kaç kere tanık oluyoruz, ölüyü kurtarmaya gelirken ölen kalabalıklara!..

Sonu gelmez bir kıyamet toplantısı ve bir Araf kalabalığıdır dünya ve Dilek'in ne yapacağına bir türlü karar verememesi beni kendine hayran bırakır. Onu anlıyorum ben, dünyamızın ideal yurttaşı kim, uzaya bu dünyadan bir kişi gönderecek olsanız kimi seçersiniz deselerdi bana, hemen Dilek'i derdim, çünkü onda bütün dertlerimizin, travmalarımızın, gülümsemelerimizin toplamına yetecek kadar bir birikim var ve bunu birbirine girmiş, herkesin ne yaptığını bilmediği ya da tekme tokat, geoitler çizdiği bir kalabalıkta düşünceye dalabilecek kadar bir olağanüstülükte, incelikte, görkem dolu bir seremonide sürekli yineleyebilen biyonik bir yaratık. Bütünüyle uzaya, evrene ya da kozmosa mı derler ya da tanrının sevgili kulu filan mı demeliyiz, kanımca Dilek dünyamızda yaşayan tüm insanların bir bileşkesi, tanrısal bir türevi...

Dilek bir gün yemek yediği lokantada iki yüz lira bahşiş bıraktı, hesap yüz kırk liraydı ama, bir tuhaflık rekortmeni. Sen nehrine elini sokup Mari Antuvanet'le aynı suda yıkanmış olmak ya da bütün iktidarlar kötüdür mottosuna bel bağlamak kadar  ilginç bir davranış,  her zamanki gibi ne yapıyorsun dedim, bu garson yeni evlendi, yazık adamcağıza dedi, para onun parası bir şey diyemiyorsun ki...

Bir keresinde yolda bulduğu bir çocuğu sahiplendi, bereket anası babası çıktı ortaya da benim şaşkınlıklarımın da bir sınırı olabileceğini, iradi bir dahli olmadan kanıtladı, yine bir keresinde bir köpeğe on dört yılını verdi, aynı odada yaşadı, köpeğin yaşam limiti bu zaten, 'Ayışığı' (köpeğinin adı) yatağında ölü bulunduğunda, ağlamadı bile, bu tavrına fazlasıyla hayranım tabi, farklı ama bizim gibi bu, bizim gibi ama farklı bu, demek istediğim yani...

Onun için bu varsayımlar, beni bakar kör yapıyor inanın, içmeden kendinden geçmiş gibiyim ya da sürekli uyuşturucu almış bir deneğim belki de, yaşamım bu minval geçiyor ve en korkuncu da kendimle son derece barışığım, ben benim, kederliyim, küskünüm, özlemler içindeyim ama yakınıyor filan da değilim.

Sonuçta yaşamını bu minval geçiren insanlar vardır, sayıca azdırlar ama, aramızda dolaşır dururlar, bu yüzden insanların suratına bakmadan geçemem ben, insanlar olağanüstü derecede ilginç varlıklar, çevirin birini, tutun kolundan, konuş deyin, vallahi adamı daha önce tanımadığınıza bin kere pişman olursunuz...

Bir keresinde durakta beklerken araba gelmeyince, ahlayıp oflamakla lafa tutuştuğumuz biri vardı, Kore'de yapmış askerliğini, oralarda bir yerde, odadan bir odaya geçerken ışığı söndürürlermiş, bu yüzden metrolar bedavadır, artan elektrikle çalışır metrolar dedi. Gözlerim fal taşı gibi açılmadı tabi, bir yöntem bu, belki bizde daha iyisi vardır, epey karışık konular  dedim. Kendimden bekleneni her zaman veririm. Orada bir kadınla aşk yaşamış, çocuğu da olmuş, otuz yıl sonra kızı onu Ayvansaray'daki tek gözlü gecekondusunda bulmuş filan.

O günden beri değil belki ama gerçekte tüm insanlara hayranım ben ve alelade bir yapım olduğu için bu kargaşada, aşağılık kompleksinden de yıkılırım. Lokantaya girsem garson siparişimi yarım saat getirmez, söylerim tamam der, bir yarım saat daha geçer, yahu pısırığım derim, askerlik maceram yok anlatılacak, ehliyetim var, cesaretim yok kullanacak, dahası avukatım ama bir Mevlanın kuluna avukatım demişliğim yok, soru sorarlar diye korkuyorum, hukuk deniz gibidir, ne doğrusu vardır ne eğrisi, bu yüzden kimseyi mutlu edemezsiniz, bütün yaz denize girmişliğim filanda yoktur, yüzmeyi tam bilmiyorum, utanıyorum ahaliden, herifler üç adımlık yere takla atıp giriyorlar, ben bacaklarımı suya alıştırmak için şanzımanı kaymış, radyatörü kaynamış bir motor gibi, sahilde beklerim...

Dilek'i bu yüzden çok severim, benim bir eşim, ama ona belli etmem kendimi, konuşurken sesimin tonuna dikkat  ederim, garson siparişi getirmezse, üşenmez bir kaç kez gelir giderim, ağız tiryakisiyim ama tütünü o varken içime çekerim, alkol konusunda söylevler veririm, dibinde durduğu gibi durmaz bu diye, yaşamımız oymak söylencesiyle, soykök mitolojisidir derim, olmadık deneyimlerim varmış gibi soluk alır veririm. Oysa alkol kullanmışlığım da yoktur, içer gibi yaparım, bana yakışır!..

Dilek durumumu bugüne kadar çakmadı, o kendi kararsızlığıyla cebelleşiyor ve sözde ben ona yardımcı olan, afra tafra sahibi, kılı kilosu, eti budu yerinde biriyim. Oysa ruhu göçmüş, kendine sürgün, yersiz yurtsuz biriyim.

Ama o da  beni çok sever, çünkü onun her dediğine evet derim, bilmez ki benim, dünya hayır demeye değmeyecek kadar zamazingo bir yerdir diye düşündüğümü, şu kayaya çıkalım mı der, evet derim, çıkmadan geçip gittiğimiz olur, kayaya çıkılır mı yahu, ikimizde duymazlıktan geliriz yaşam cahilliğinden devraldığımız  saçmalıkları, bir keresinde tenha bir saatte -deli demesinler diye- yürüyen merdivene tersten bindik ve on dakikada inebildik avm'nin ortasına, bir keresinde asansörün düğmesine her bastıklarında, biz yukarıya bastık, yarım saat aşağıya inmedi asansör, sonra ara katların birinde inip, ime time karıştık.

Hayattaki başarısızlığımızın öcünü almak için gizençli oyunlar üretebiliyoruz onunla, bir keresinde çikletlerden çıkan elli lirayı, karanlıkta minibüs şoförüne verdik, geçerli kırk beş liramız oldu böylece, bir keresinde de meşhur bir restoranda sırayla tuvalete girip çıktık ve yarattığımız anaforu kavrayamayan herkesin gözü önünde, diğerini  aramaya çıkmış beriki gibi ve aniden  vicdan sızlatacak bir işi çıkmış er kişi gibi, mayına basmış bir serseri gibi gözden kaybolduk.

En büyük volimizse bir banka şubesinde oldu, ikimizde kredi alıp birbirimize kefil olduk, paralar buhar oldu tabi, bunu nasıl başardığımızı asla söyleyemem, çünkü halen kullanmak zorunda kalabileceğimiz bir şey, hiç bir usta bu dünya da tüm sırlarını aktarmaz gönül efradına... Pısırığız dediysek kendi ütopyalarımız var sizin anlayacağınız.

Yıllardır mutlulukla arkadaşlığımız sürüyor, birbirimizden ne istediğimizi çok iyi biliyoruz, ezilmişliğimizin öcünü almak için dünyada bulunabilecek en iyi ikili, en uyumlu partneriz biz.

Peki neden anlattım bunları, okul sıralarında tanışıp Ada'da kader birliğini sürdürdüğümüz bu tuhaf arkadaşım, inanın burada başka bir gezegen var deyince, birden güvenim sarsıldı ona karşı, acaba dedim artık bıktı ya da sinir uçlarının nöronik bağları koptu da, beni mi kurban seçti katakullilerine, dolandırmasın işin son durağında beni, onun için huylandım epeyce...

Yıllar geçip de kuşkunun sarıp sarmalamadığı hiç bir dostluk, arkadaşlık, eşlik, meşlik yoktur inanın... Gezegen demesine de bozuldum, yıldız filan dese anlarım, hatta karadelik veya tanrının kazayla elinden düşürdüğü, cennetlik bir göze varmış burada gibi daha anlaşılır ve rokoko şeyler söylemeliydi...

Ben gene de Dilek'e güvenmek istediğim için, nerede dedim bu gezegen... İşte o kısa konuşmamızdan sonra aşağıya inmeye başladık; bir türlü peşimizi bırakmayan Aya Yorgi efsanesinden, aşağılara doğru, gün batımının bittiği yere... Bayağı sarp bir yer, bugüne kadar sağ salim geldiğimiz, şimdiye dek soluk alıp vermeyi başardığımız için yaşamda, sıkıntıya girmeksizin, bir telaşa kapılmadan, neşeyle inmeye başladık...
Epeyce aşağıda kıro-magnon görünümlü biri önümüzü kesti, içeri girmek istiyorsanız bilet almalısınız dedi.

Ant olsun ki Dilek, sanki çocukluğundaki yazlık sinemalara girer gibi, hiç bozuntuya vermeden, nereden alacağız dedi. Adam bizden daha profesyonel, insanlar bakar bakmaz defterlerimizin içinin neyle dolu olduğunu anlarlar, bunun gibi, ben verebilirim dedi adamcağız, adamcağız diyorum, bu kıro-magnonlar çok içli insanlardır aslında, ama o an adamın bizi dolandırabileceğini düşündüm yine de -bu başka bir cin olayıdır- ve Dilek'e bilet almayalım diyecek oldum, ama o hemen paraları uzattı iki bilet aldı -pısırıklığım bir kez daha işe yaradı!-, adam aşağıya inin, çalılıklar bitip de, düzlüğe gelince sola dönün, sonra bana telefon edin dedi.

Epeyce huylandım artık, çünkü birden sola dönünce, adamı neden arayalım ki -ne ki saçmalığında bir felsefesi, olmazlığında bir oluru  vardır bu dünyada, bu yüzden cennet ve cehenneme, bir inanç sahibinden daha fazla kanmışımdır ben-, aranılanın nerede olduğunu söylese anlarım ya neyse, indik aşağıya, bir yılan çıktı karşımıza, yolumuzu değiştirip, daha da aşağılara inmeye başladık, kocaman bir sedir ağacı çıktı sonra, Dilek, Lübnan Sediri bu dedi, atma dedim, Lübnan sediriyse Lübnan'da olur. Güldü, inanmak zorunda değilsin dedi, az sonra düzlük göründü ve sola saptık, telefonla aramaya başladık adamı ama telefon çekmezmiş buralarda, nereden bilelim, biletlere kaç lira verdin Dilek,  bu kez biz dolandırıldık dedim, hayır bak şurada bir kayık var ona binmemiz gerekiyor bence dedi, bindik -güvence veren bir deliyiz biz-, bir küreği o çekmeye başladı diğerini ben, senkronize biçimde kıyıyı izleyerek gidiyoruz, aniden bir su kaplumbağası başını çıkardı ve gelin buraya, sırtıma binin onursuzlar dedi, -muhtacız diye sesimizi çıkaramadık tabi- bindik, sanki vites değiştirir gibi hızlandı hayvan, sonrada dalıp gitti denize, nasıl soluk alıp verdiğimize hala şaşarım, bir mercan ormanını geçtik ve kubbemsi, asortisizm sözlüğünde küremsi, yumurtamsı  sayılan bir yere geldik, kapı kendiliğinden açıldı, içeri girdik...

Sonra bizi hemen başka bir kapıya götürüp, dışarı çıkardılar, birde ne görelim evimizin önündeyiz!..

Kulağımıza biri, uzaylı biziz şeytan diye bağırdı!..

Dilek'e dedim ki, gördün mü başka gezegen filan fasarya, bileti boşuna aldık, canımızı bile tutsak almış, kahredici uyuşukluğumuzdan ne bekliyorsun ki, kendimizi bile tanımıyoruz daha!..
....
Sonra, ertesi akşam Dilek'e yazdıklarımı okuttum, benim adımı değiştir, yanlış anlayan olabilir dedi, gözüme de porsuk gibi bakarak, olur dedim, kadınlar hep böyledir. Bu çok saçma ayrıca, dişe dokunur bir şeyler karala, bir şiir filan ekle dedi, ikisini de yaptım o anda...

Beni bu işlerde asıl şaşırtan sayfalarca yazdığım zannıdır. Bitince okuduğumda, bir bakıyorum bir kaç satır ya da olmadı bir buçuk sayfa filan, beyin yorulup, afazi geçiriyor sanırım, düşünce güçlüğü diyorum ben buna, düşünce insanın kendi kendisiyle konuşması değil midir...

Bu yüzden yazarken zamanın uzadığını biliyorum, okurken kısalıyor ve bu göreceli tuzak, okurunu avlıyor diyebiliriz  artık.

Einstein ve onunla aynı zamanda bu kuramı ileri sürdüğü halde, elektriğin suyun olmadığı bir mezrada, ölüp giden Topal Halit haklı bence, zaman kesinlikle göreceli ve ışık hızını kolaylıkla aşabiliriz biz, zamanda salt geriye gitmek değil, bakın bunu da Topal Halit söylemişti...

İleri de gidebiliriz!..

Dilek annesinin neredesin yavrucuğum melodisine, geliyorum anneciğim diye eşlik ettikten sonra, okunakları karıştırırken ilginç iki konuyla karşılaştım, neme gerek,  okuyanın bedduasını almak istemem, bu ikisi  bayağı ciddi konular, aktarmak isterim ki, ben aradan çıkayım ve günaha girmeyeyim.

Dedim size, yaşamım boyunca  aradan çıkmayı bir düstur gibi bellemiş bir  insanım!..

'Rus kadınların güzel olma sebebi komünizmdir, çünkü para bir değer oluşturmadığı için kimse kimseyle bir nedene  yaslanarak iletişim kurmaz ve böylesi  beraberlikler olmaz. Bu yüzden tüm çocuklar aşk çocuğudur!.'

Çocuklar böyle düşünmüyordur ama, başka açıdan yaklaşalım olaya, bir uzaylı bize kesin surette çirkin gelecektir, çünkü alıştığımız insani ölçülerin dışında bir başkalaşım olduğu için. Eğer güzel geliyorsa kaçınılmazlıkla bizim güzellik anlayışımızla bağdaşan yanları var demektir. Gök kuşağı renkleri, ışığa boğulmuş yüz veya simetri harikası geometrik bir yapının varlığı gibi...

İnsanın güzellik kavramı çağlara göre değişir, güzellik elbet bir estete yol açar ve gerekli bir duygudur ama bunun ekonomik ve temel gereksinimlere alet edilmesi insani bir gelişmişliğe ters düşer, güzellik sanatsal sınırların içinde gizlenmelidir. Aksi halde çirkin olan, şunu hak etmiyor gibi bir noktaya geliriz ki, gerçekte güzel ve çirkin diye bir şey yoktur, kavramsal bir şeydir bu. Soyutlama...

Bir soyutlamayla bir yoksunluğa veya bir varsıllığa layık görülen canlı talihsizdir yalnızca ve bu bir ahlaksızlıktır. Somutlanabilen bir ahlaksızlık!..

Yorucu satırlar bunlar, bir de şu var, başlığı kul affedebilir ama tanrı affetmez gibi bir şey, köşe yazısına benzer bir haber bu...

Bütün Avrupa şatolarla dolu, hayran olmamak elde değil, gerçi nasıl yapıldığı kadar, neden yapıldığı da ilginçtir ama... Osmanlı'dan bu yana hep merak ederim, bugüne kalan üç beş şey var, dördü İstanbul'da üstelik, sultanım bu imparatorluk görünmezlik maskesi takarak mı yaşadı!.. Ama bu  yetmez, Selçuklu eserleri nerede, tarih kitaplarındaki Divriği'deki yivli minare ve Konya'da ki kümbet fotoğraflarıyla yetinirdik!.. Bunun nedeni ne olabilir... Ayrıca tarihi kilise sayısı eski camiden daha çok bu ülke de, garip!..

Öyleyse bir, göçebe toplum olmak sonuçta bir köksüzlük yaratıyor,  iki, İslamiyet eğer -sanmıyorum ya- bu kadar öbür dünyayı önceliyor ve bir önem atfediyorsa, bu da bir etken olabilir, üç, temel sorun bence bu işte, nasıl Osmanlı'ya bütün bir toplum sırt çevirmişse, anlıyorum ki, toplumdaki  bu anlayış bugüne özgü değil.

Uygur, Göktürk'ü, Selçuklu Uygur'u, Osmanlı Selçuklu'yu, tarihin en cücemsi, minyatüre ve prematüre bebeği bugünün coğrafyası da, Osmanlı'yı aşağılayıp, yok saymış. Kısacası candaşlarım, bu ahir zamandan kalma bir alışkanlık!..

Öyleyse, bu işte bir iş var, doğu toplumu dedikleri bu sinamekilerde, bir boş vermişlik olduğu su götürmez!.. Tek avuntum şu; Batı doğunun her şeyini yine de yağmalıyor. Korumacı bir mantığın ürünü olduğu halde, diğeri koruyamadığı veya naturasında böyle bir  diyalekt olmadığı için çalıp çırpıyorsa eğer, onda da bir Calut, bir Arsen Lüpen'lik var demektir. Çünkü hırsızlık ve cinailiğin olduğu  bir sistemde, malını, canını çaldıran da, elbet olacaktır!..

Gerçek değinilerimizde şu olmalıdır; İnsanoğlu kuyruğundan kurtulmuş olabilir ama, bencil (Mavi kanatlarınla yalnız benim olsaydın!) ve yağmacı (Komşunun civcivi işin ehline  kaz gibi  görünür) alışkanlığıyla, müsrif, tüketici sınıflar (Vandal, yıkıcı, boş vermişçi, bu Şarkikaraağaç alışkanlığı ne yazık ki, sözcük batı kaynaklı olsa bile) ve yaşamak gibi bir 'olasılıksız' gökselini küçümseme ve aşağılamalara karşın (Öbür dünya gerçek yaşam, dünya malı Afşin'de kalır gibi!) ve tanrı her iki dünyayı -biri görünür ve gerçekliğinin su götürmezliği kesin olmasına karşın!- armağan etmiş olsa da, şaşırtıcı biçimde gerçek ve kesin olanı yok sayıp, varsayımların ağırlığını taşıyan olma tehlikesini yaşayan, bir temerküzü ciddiye almakla, bir tür Treblinka sendromunun pençesinde, biricik kurtuluşun yakında olduğunu sanılamak ve düşlemekle  tanrıya karşı gelmiş olmak -çünkü her ikisi de tanrının bir vaadi ve müjdesidir gerçeklikte- ve tanrıyı bizzat hiçe sayma günahının bataklığına saplanmış olmakla, olmaklığıyla...

Dediğim gibi, insan kuyruğundan kurtulmuş olabilir ama, tanrıya layık bir yaratık, bir tasarım olma fırsatını resmen harcamış ve o bir tarafa, tanrıya hayasızca ve boşunalıkla diklenmiş veya açıkça karşı çıktığını, determine olmayan bir yüzsüzlükle de şirk koştuğunu düşünebiliriz artık. Hiç bir kıymeti harbiyesi olmayan bir zındıklıktır bu!..

Ve en büyük günah.

Yaratıcısına  karşı gelen bir mahlukat, eğer bu davranışıyla tanrıyı hiçliyor ve barbarlığıyla, iğrenç, tiksinç, nalet, melanet ve kargış dolu tutumuyla kendini ve evreni yadsımış olmanın çukurunda, bir başka büyük günah olan ve bir budalaya yakışır bir ruh sefaletinin içine düşerek -kendini açıkça ve imansızca aşağılıyorsa-, bu dünya ahvalinde, daha kat edeceği ve öğreneceği, uçsuz bucaksız  nice yollar var demektir ne yazık ki!..

Hamursuz aylarınız, çöl evi  alışkanlıklarınız ve yoksulluk içinde ki seyranlarınız, bayramlarınız  kutlu olsun kardeşlerim ama ne yaparsanız yapın, dünyada bir asar bırakmadan gider ve hele de yapılanlar ve yaptıklarınızı, işlenti ve yapıtlarınızı rüzgar gülüne bırakarak ya da bir öğün değirmenine  yol verip, yakıp yıkma ve bir oldu bittiyle terk edip giderseniz bu dünyadan, siz öbür dünyanın armağanlarına veya cezalarından sonraki, ruhsari ve hûmalarna değil, safi, 'Hernani Cenneti'ni boylamakla karşı karşıya kalacağınıza emin olabilirsiniz.

Çünkü; yiyip içmek ve bu minval sefa sürmek, tüm canlılara özgü bir şeydir, ayrıcalık değil yaptığınız, bir kategorinin sıradanlığı içinde, coşkuyla geviş getirmek değil, insanı diğerlerinden ayıran tek şey; Tanrının asarına asarla karşılık vermek, katkılarda bulunmak ve dünyayı cennet kılmaya, gönül gözü koymaya, bir muştuyla koyulmaktır...

Songün'e dek secdeye de varsanız, emin olun ki asarınız olmamış ya da tam tersi, asarı tarumar etmeye bir ferasetiniz olmuşsa, tanrının karşısında tir tir titreyeceksinizdir,  bundan emin olabilirsiniz...

Tanrı size insan olmayı bahşetti, kendisine en yakın ayrıcalığı ihsan etti, ama siz onun evreninde, yakıp yıkmak ve kayıtsız kalmak gibi bir günaha bulanmış olmakla, öbür tarafa mı gidiyorsunuz, eğer buysa mefharetiniz, cezaların en büyüğü sizi bekliyor.

İki dünyadan birini boşlamak, her ikisini de lanetleyip, hiçlemekle aynı şey. Bir kapıdan giriyorsanız, diğer kapıdan çıkmanız için, kapıların içinde neler olup bittiğini görmeniz, el vermeniz, gönül koymanız, usa vurmanız gerekir ve bu doğaldır ayrıcalıkla,  yaşamanız, göz nuru dökmeniz, emeğin ve hakkın gönlünü hoşnut etmek zorundasınız. Birini hak etmeyen, diğerini asla hak edemez.

O geldiği kapıdan yazık ki geri dönecek, son iç çekiş günü, Cebrail defterinden silecek, Mikail fırtınasını üzerine salacak, Azrail insan olmayı başaramadı ki Araf'a yollayayım diyecektir ve bunun adına ne yaşamak denebilir  artık ne de ölmektir.

Hepimizi bekleyen Songün'de aydınlanacağız.

Işık, karanlıklar için vardır.

...

Dilek bir şiir eklemelisin demişti, ama şiir öyledir ki tüm yazıyı boşa çıkarıyor olabilir, çünkü şiir sanatların en büyüğüdür, deveye sormuşlar sırtın neden eğri diye, gözün doğruyu görebilsin diye demiş... Bunun gibi bir dizeyle her şey sona erebilir.

Sessizliğin Övüncü belki de bunu doğruluyordur kim bilir...

''Karanlığa ışığın saldırısıdır yazılar, daha olağanüstü göktaşlarından. / Bilinmezlikle dolu kentlerden taşranın hoyratlıkları devraldı onu. / Benim yaşamım ve ölümün güvenceleridir onlar, / Ben hırsla gözlemlemek ve onları kavramak istiyorum. / Onların günüdür havada bir kement gibi açgözlü olduklarında. / Onların gecelerinde ani ablukalar adına, çelikten gelen bir öfke vardır. / Onlar insanlığı konuşuyorlar. /  Benim insanlığımın duygularıdırlar  / biz aynı seslerin aynı yoksulluklarıyızdır. / Onlar toprakları konuşuyorlar. / Benim toprağım, bir gitarın acıları, bir kaç portre, paslı bir kılıç, / akşam söğütlerin gölgesinde gezinen aydınlık bir duadır. / Zamanım beni yaşıyordur. / Sessizdir benim gölgem, geçip giderim, kibirli, açgözlü kalabalıklar arasından. / Onlar kaçınılmazdır, eşsizdir, yarınlar için korunması gereken bir değerdir. / Benim adım hiç kimse ve herkestir. / Yürüyüşüm yavaştır benim, uzaklardakinin gelişini bekleyenler gibi değildir / yaklaşanlar gibidir.''

Onun  dediklerini yaptım ama kriptodaki adını değiştirmedim, çünkü bu dünyada her insanın bir 'dileği' vardır zaten, buda onlardan biridir ne yazık ki...

Öykü Yazmak!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder