17 Mayıs 2017 Çarşamba
SARA (Bir Yetimin Öyküsü)
Kızıl renkli böcek rengini giyinmiş, öteki böceğin peşinden, engebeli toprakta koşup duruyor. Yukarıda bulutlar çakıyor, gök kuşağı yedi rengiyle göğü bir baştan öbür başa kaplıyor. Kulübemsi bir yerde, bir laborant üşenmeden labirentine girmiş ara sıra başını çıkarıyor. Nimfalar suyun içinde yıkanırken birbirlerine naz yapıyor. Ağaçlar rüzgarda salınıyor, yapraklar ağlıyor, çünkü rüzgarda bir kavuşup, bir ayrılıyorlar!..
Ada'da ada çayı içen bir ejder varmış, ormanlıkta görenler var, geceleri çayhanelere uğrayıp su ısıtıyor ve keyif yapıyormuş.
'Gelir bir dalgın cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede. Bir korsan gemisi! Girmiş körfeze.'
Ejder'in dinlediği şarkıymış bu...
Çok uzaklarda, gün batımında bir yerde, denizi izliyor biri, dalgın ve gözlerinden yaşlar süzülüyor, bir kayanın üzerine sessizce oturmuş, mırıldanıyor...
'Saltık karanlıktan ayrılacak olan / eşsiz bir ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum, ve benimle, / Yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek. / Piramitler, madalyonlar silinecek, / anayurtlar gölgeleri örtünüp, / yaşayan tüm çehreler ölecektir. / Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım, / tin ve tüne karışacak tarihin. / Şimdi son güneşin batımını izliyor. / Son kuşun ötüşüyle avunuyorum. / Arzunun karanlık nesnesinden / Hiçliğin kollarına savruluyorum.'
Orada, deniz kıyısına yakın kayalıklarda, uzaklardan süzülen ahşap yelkenliden, Odysseus el sallıyor ona, sirenlerden korkmuş, çarmıha gerilmiş gibi bağlı, oda ağlıyor.
Başka bir gemi öyle kalabalık ki, gelinlik giymiş bir kız el sallıyor ona, öyle neşeli kahkahalar geliyor ki kulağa, şaşkınlıkla izliyor eğlenenleri, çılgın bir martı sürüsü geçiyor bulutlar gibi, bir karabatak izliyor onu, denizi içer gibi ve bir bölük yunus dalıp çıkarak yitip gidiyor mavi sonsuzlukta...
Çok uzaklarda, gün batımında bir yerde, denizi izliyor biri, dalgın ve gözlerinden yaşlar süzülüyor, bir kayanın üzerine sessizce oturmuş, mırıldanıyor ve yitip gidiyor, batmakta olan akşam güneşinin içinde... Gölgelerde ağlıyor şimdi...
Az önce güneş, yukarda altın ışıklarıyla daireler çiziyordu, metal gümbürtüsüyle gemiler geçiyordu, şimdi neredeler...
Ve denizin içine bakıyor gözleri, düşte gibi, garip siklamenler, anemonlar, mercanlar yüzüyor orada, bir şey dalıp çıkıyor arada bir, şeyin ne olabileceğini düşünüyor, sanki onu gözetleyen biri var denizin içinde... Ama bir türlü yüzeye çıkamıyor, çıkmaya çalışıyor, sonra dalıp gidiyor nedense, geldiği yere...
Karanlıkta kulağına biri, Hiroşima der gibi, bir şey fısıldıyor kulağına, o gene ağlıyor, unutma, bizim kıyamet provasını diyor. Uzaklara çeviriyor yüzünü gene, uzakları izliyor. Deniz hafifçe dalgalanıyor, bir balık çırpınıyor ve göz göze geliyorlar. İlk ve son, bir daha karşılaşmayacaklar.
Sanat düşüncenin parçalanımıdır diyor biri, arkasında, tam sırtına yakın duruyor gölge, deformasyona uğramayan hiç bir edimimiz sanat değildir bizim.
Yedi temel duygudan biri olan aşk ve hangarlar, dalavereci ve kasaplar, bu sözü duyduğunda, bir mitinge karar veriyorlar.
Bir büyücü çıkıyor ortaya o an; Adaaaaa! diyor senden başka esin veren mutluluk var mı...
Hızla hareket eden şeylere bakmak eğilimindeyiz biz, çünkü aslandan kaçtık, kurttan korktuk, yılandan ürktük, vahşi çağlardan, fil fırtınalarından geride kalan canlıların türeviyiz biz.
Ölüm sonsuzluktur çarşısından geçtik, tanrı durağından su içtik, ışık hızında gitmeyi bildik...
Işık hızında giderseniz, zamanda geriye doğru yolculuk yapmış olur, ışığı sırtınızda görürsünüz!..
Toplumsal bellekte oluşturulan karmaşanın yarattığı bilgi yitiminde, odaklandığımız manipülasyon önümüzde sırıtır, bilginin güncellenme hızı ışık hızıdır, bilginin tüketilmesi, hızlı bir tüketim objesine dönüşmesi, onun belleklerden yok olmasına ve yenisiyle değişerek oluşan tabanın ortadan kalkmasına neden olur.
Bilgi kaynağının sayı ve biçiminin artması, açık toplumun yitmesine, yetersiz ve temelsiz bilgilerle donanmış belleğimizde, anlamlı bağlaşıklar konusunda çatlakların üremesine ve bilginin yüzeyselleşerek, anlık ve dağınık algılarla, bir elektronik çöp istasyonuna dönüşmemize neden oluyor.
Anlaktaki bütün bu tabansız veriler gün geçtikçe siliniyor ve geçmiş kısa zamanda bulanıklaşıyor. Bu durum yalnızca güncel olanla ilişki içinde olmamıza neden oluyor. Olayları total açıdan değerlendirme yetimiz kayboluyor ve toplumda bir bellek ve işlem kaybına dönüşüyor.
Bir topluluğu yönlendirmenin ve biçimlendirmenin en basit yollarından biri belleğinin manipüle edilerek yok edilmesidir. Kitlesel olarak insanların gözünde sanrısal bellek yaratılarak, bu çarpıtılmış bilgi akışı içinde, yeni bir bellek oluşturup, zamanı, insanı ve beyin gücünü yok sayan yaklaşımlar tarihin her döneminde, özellikle de toplumların kriz dönemlerinde karşımıza çıkıyor.
Toplumun belleğini değiştirmek, dönüştürmek ve unutturmak amacıyla, yönlendirici birim ve güçleri etkisi altına almış organizmalar içinde bilgi ve bellek yeniden üretilip, aşamalar halinde toplumla paylaşılıyor ve bu süreç içinde sürekli değişkenlik gösteren bilgiye olan güven, sorgulanmayı gerektiren bir hal alıyor.
Bakın insanlık Platon'un mağarasından bir adım bile dışarı çıkamamıştır, bunun deneyi, yani sağlaması da yapılmıştır. Ölüm Sonsuzluktur Çarşısı'nı dönünce girdiğimiz sokakta bir laboratuvar var, orada, bir bilim insanı, bir müzisyen, bir tüccar ve bir annenin yer aldığı bir deney gerçekleştirildi.
Katılımcılara hızla geçen bir slayt gösterisi sunuldu, bir kitap, bir yılan, bir flüt ve bir akrebin olduğu temalar hızla geçip gittiler ve deneklere az önce gördükleri nesnelerin ne olduğu soruldu. Tümü yılan ve akrebi gördüklerini söylediler, flüt ve kitabı neredeyse anımsayamadılar, aşırı düşük profilde kaldı onlar. Denekler yılan ve akrebin varlığını anımsamış ve kesinlemekte hiç bir kararsızlık göstermemiştir.
Çünkü bizler pagan çağların türevi ve geçmişte canavarlarla komşu, can evi saldırganlıkla bezenmiş ve gen bozunumuna uğramış birer anomaliyiz.
Çoban sürüsünü kaybetmiş ve ağlamaya başlamış. Köylüler sesine gelmiş ve demiş ki sürü çoktan köye döndü. Yolunu kaybeden biri varsa o da sensin. Çoban dinlememiş ve demiş ki onlara; Siz beni yolunu kaybeden yalnızca sürülerdir diye büyütmediniz mi!..
Her soru yeni bir yanıt, her yanıt yeni bir sorudur.
Başka biri de garip şeyler anlattı...
Evrenin, big bang öncesinde de var olduğunu savunamayacak mıyız. Bu çok doğru bir varsayım, evrenin big bangla başladığı bir kuram. Bilimin bir tanımlaması yapılacaksa eğer o da şudur, mantıksal yapının, sahip olduğumuz uygarlıkla paralel bir işleve büründüğü ve olabildiğince deneyden yararlanmaya çalışan (ki deneyde bir parçalı gerçekliktir, bir kesinleme değil) rezonanslar -salınımlar- bütününe bilim denir.
Bilim kesinlik taşısaydı bilim olamazdı, dünya düzdür örneğin, -ırmaklar yokuş çıkamayacağına göre!- bu göreceli olarak ileri sürülebilir, dahası engebelidir, yuvarlaktır, noktasaldır, amorftur. Bu gün yuvarlak diyoruz, çünkü lineer cebirin-bilimsel mantığına göre hareket ediyoruz. Dünya yuvarlak demek bilisizliktir oysa, çünkü 'donkey donkey' demeye benziyor.
Bilimin o kadar düzgün doğrusal noktasındayız ki, ancak yuvarlak diyerek, bir konsensüse ulaşabiliyoruz. Işık hızında gittiğimizi düşünelim ya da atomlar arasında yolculuk yapabildiğimizi, dünya yuvarlak diyen, alt kültürü bırakın, görünür dünyanın alfabetik bilgileriyle oyalanan bir 'zombi' muamelesi görecektir.
Bugün big bang teorisine karşı çıkan bilisiz addediliyor, çünkü ortak bilimsel yargılarımızın ve teorik varsayımlarımızın en sağlıklı noktası bu, çağdaş paralellik, ötesi henüz hurafe. Bu nedenle big bang öncesini düşlemek de istemiyoruz, anlaksal kurgulanımda bir çözüm var önümüzde, bugünün gözetiminde...
Hawking ve söz konusu otuz üç bilim adamı (alaysamayı bırakmalısınız, bu İsa'nın, 'Baba'sına kavuştuğu yaş, manipülasyon ve imalarla, gizlenmiş ironiler, doğal çağrışım, sezilmeyen abartı ve doğrumcu gönderilerle süren bir hegemonya çağındayız, bu metni yayınlayanlar hedonist bir mantıkla da hareket edebiliyorlar, kabala ya da Hurufilik bizim uydurmamız değil ki!..), bilimin resmi tarihinin bugünkü sözcüleridir ve statükocu ve gerici bir anlaksal yapıya, durağan bir konuma sahiptirler. Söylemeleri gereken şudur, belleğimizin ve anlaksal yapımızın olağan akış ve deneysel varsayımlarla ulaştığı nokta bugün bigbang kuramsalına elveriyor, ötekiler -varsayımlar bütününde- daha çok bilinmeyenle dolu, ama hiç birimiz tam gerçeğe ulaşamayız, hiç bir zaman...
Ne ki salt doğru olan big bang teroremasıymış gibi hareket etmek, Hawkinggilleri resmi tarihin bilimsel dalkavukları yapıyor. Sonuç şudur; düşünmekten başka hiç bir dayanağım yok ama, süreklilik tezi uyarınca, her sonucun, yeni bir neden, her nedenin, yeni bir sonucu doğurması, yeni bir varyanta yol açmasıyla, başlangıç ve sonun aynı şey olduğunu düşlüyorum, big bang lokal bir patlamadır, başlangıçsa öncesi vardır, bir sonsa atalarımız nerede!.. Evrensel varsayımların ondan çok daha öncesine dayandığına inanıyorum ve her çağda olduğu gibi, zamanın usa, usun zamana yatkınlığı gerekçesiyle, varsayımları var saymanın despotluğu olmamalı diye düşünüyorum... Konu çok geniş bir alanı kapsıyor olabilir ama durduğumuz yerin en güvenli yer olduğundan kuşkuluyum, savunmalarımızın katılığı, uygarlığımızın şiddet parametreleri, varsayımlarımızın ve yaşam biçimlerimizin örselenmesine ve acımasızlığımızın güçlenmesine yarıyor, düşünce şiddet doğuruyor.
Big bang teorisi -tanrının varlığını- destekleyen bir teoridir (Ol dedi. Ve oldu... Adem'in -ceninin- birden patlaması / canlanması. Bu anlamda big bang, çamurdan doğan Adem'in, birden üflenerek canlanmasına, 'big crunch'da kıyamet gününe karşılık olarak tasımlanmıştır ve uyum içindedirler, yani bilimsel sandığınız teori aslında dinsel mottoların uzantısıdır, meraklıysanız Hawkinggillere mürteci bilim adamları diyebilirsiniz artık ve onlar dikkat edin tanrısız adım dahi atmak istemezler ve çünkü sömürüden yakınıyorsanız eğer, bu anlamda bir tanrı, ne yazık ki böyle bir sistemin koruyucusu yani efendisidir ve onlar da böyle bir kurulumun aktif parçasıdırlar ve tasımları da, akışa uygun olmak zorunluğundadır, bundan ötürü gerçekte, tanrı adına konuşan her türden elçi statükocu ve düzen yanlısı, değişmezci varlıklardır, arada bir parlayan yıldızlar, sormak gerekir, Adem'den bu yana değişen eksen nedir, -değişmeyen- üstelik Adem'i yaratan da onlarken, doğanın ilkel versiyonlarının, sürgit iki ayaklılara uyarlanmış bir türevidir uygarlığımız, bugün ruhanileşmekten söz eden, tin ve tözü dilinden düşürmeyen ve giderek homohome çağlara doğru yürümekte olan ve birebir eşeylerimiz olan 'human', kuşun ötesiyle, bizon obezitesi arasında sıkışmış bir varlıktır...) ve bugünün tanrıcıl-tapıncalı ve bilimsellikle süslü yarı uygar toplumunda en yararlı bileşkedir ama gerçellikte; -yeryüzü düzleminden bakıldığında- tanrının bile yadsıyıp doğrulayamayacağı bir varsayıma bel bağlamak, Hawkinggilleri pratikte tanrının üstünde bir yere oturtuyor, oysa sağlık noktasında düşünsel ve fiziksel anlamda eksik sayılabilecek yanları var olabilir de ne yazık ki...
Bu durumda ortak yargılar, sonuçta asıl anomalilerdir kuralı uyarınca, olan bitenler inanılır gibi değildir. Hurafeler çağındayız çünkü, dünya yuvarlak diye kesinlememiz bile gülünçtür, o en az yuvarlak olduğunu ileri sürebileceğimiz kadar düz bir nesnedir!..
Benim yaşadığım ilkel dünya -bugünün dünyası- için o yuvarlak demek, en az düz demek kadar gülünç.
Çünkü başladığımız noktaya geri dönmek için, bir nesnenin yuvarlak olması gerekmiyor ki, bir labirent ya da deltoidal şey, sonsuz köşelere ve dolantılara sahip olsa da, başladığımız noktaya dönebileceğizdir; bunun gibi, yuvarlak sayılması için bu tür kanıtlara gerek yok!..
Uzayda bir cisim en az yeri kaplamak ister kuralınca, kürevi sayılmak bir gerçekliktir ama, görünürde, hatta insansı göz yapısında bir -durum- bu; o şeyin yuvarlak sayılması için bir kanıt değil. Çünkü uygarlık sistemimizde moleküler boyuta veya aksi yönde, devasa boyutlarda bir bakış açısına geçtiğimizi düşündüğümüzde, terk edileceği bilinen bir görüşe, -bugünün dünyasında- sözüyle başlamadan, bir sav ileri sürülemez.
Şu ki doğada hiç bir şey yuvarlak değildir kısacası, zamanın ve uzamın bulunduğumuz noktasında algımız neyse, gerçekliğimizde odur.
Bir de arının evrimleşerek insanı geride bıraktığını düşünelim, petek gözlü bir yapı için yuvarlak nedir ve bu kavram hangi aralıktan böyle algılanabilir, dünya, total algı çağında yuvarlaktır, ilk çağda düzdü, çünkü görüngünün işlevi bunu gerektiriyordu, bu algı yöntemi gereksizleştiği gün, uzaklık ve boyut kavramının gereksinirliği, bizim için biçim değiştirdiğinde, örneğin içinden geçip gidebildiğimizde dünyanın, yufka bir madalyon gibi algılanabilecektir, yuvarlak değil muska gibi ince bir levha görünümünde algılamak veya mikronikleşmiş bilimsel gelecekte, minicik, ferromanyetik bir parça gibi görebileceğizdir onu, bir asteroide bu tip yakıştırmalar yapıyoruz zaten, çünkü o yararsız ve hırçın bir nesne...
Dünyanın çevresini bir an içinde dönebilen bir varlık için, dünya belki de bir tozan -colloid- sayılacaktır, onu yuvarlak gören biz değil göz çünkü...
Biz dünyayı henüz fethedebilmiş değiliz, dünya yalnız bir insanın karşısında ki bir kaplan gibi henüz, düşünelim ki elektronal çağa tam olarak geçtiğimizde ve hız sınırlarını yerle bir ettiğimizde, dünya eğri büğrü, gözü yaşlı bir damlacık sayılabilir artık. O efsanevi yuvarlak, bir pulcuk veya haşere dolu bir kılcık, kamçı ya da kılıç artığı gibi değersiz bir görünüm, bir nesne sayılabilecektir. Yuvarlak diye ağır bir bilimsel yargıya dönüştürdüğümüz bu kavram, uygarlığımızın, dünyanın doğal gücü karşısındaki yalıncak eksikliği ve yarı yarıya abartı dolu bilimsel periferimizin karşısında, yerlerde sürünen acizliğimizin bir tanımıdır.
Bugün dünya yuvarlak ve bing bang başlangıcımızdır noktasında diretmek, geleceğin mitolojisidir ve Hawkinggillerin tümü de 'geçmiş çağların' tepegözüdür!..
Bu anlamda tanrı anlayışımızın değişeceği de aşikardır, tanrı zaten varlığın yokluk kıyısındaki adıdır ve kavramsal olarak değişmeye de çok yatkındır. Onu ayakta tutan zaman ya da zamanımızdır.
Gerçek şu ki, örneğin tanrı sosyal bir kavram olamaz ve dünya yuvarlak diye geçiştirilecek kadar düzgün doğrusal bir tanımlama değildir!..
Bütün bunlar bizim yetersizliğimiz ve halihazırda başladığımız noktanın çevresinde dönmekten kurtulamayışımızın belirtisidir. Primitif canlılarız biz.
Peki gerçek nedir, hiç bir varlık, tanrı bile kendi algı dünyasının dışına çıkamaz, anlaksal yapımızın elverdiğince düşünebiliyoruz, arıyı geçiyoruz, ayıyı geçtiğimizi düşünüyoruz, bu durumda, karşıt kutuplar yasası uyarınca, bizi geçen birilerinin de var olması gerekir, tanrı belki de odur, onlardır.
Ne ki iç içe varlığını sürdüren evrenlerde yaşadığımızı ileri sürebileceksek eğer, bilinmeyen dünyalar ve kavramlar her zaman olacaktır, bilimin şövalyelerini ve bilinmeyeni kutsayan dinsel-tinsel sözcüleri de yüceltmemizin bir nedeni de budur.
Tanrı yanı başımıza gelseydi eğer, anında yeni tanrımızı yaratma zorunluğu doğacaktır, tanrı bilinmeyenin nişanesi ve arayışımızın sevgilisidir, gerçekliğin dehşetine düşerken bize cesaret veren melodidir tanrı ve insanlığın bu yolda dönüp durması da kaçınılmazdır, dönüp durmak...
İşte dünyayı, hatta evreni yuvarlak saymamızın biricik nedeni de budur, kıyamet evrensel yorgunluğumuza verdiğimiz ad, bilim somutlayabildiğimiz bilinmeyenler, din ya da salt düşünceye dayalı temelsiz kurgu ve öngörülerimizde, algı sınırlarımızı zorlayan soyutlamalar ve bağdaşıksız düşlemlerimizdir ve ne yazık ki iki paralel doğru sonsuzda birleşir.
Bu yüzden bir soyutlama olan tanrı ve bir somutlama diyebileceğimiz insan, evrenin ve anlağımızın içinde yer alan, kabul gören bir şeydir, oysa soyutlamayı, örneğin tanrıyı saçma diye niteleyenler olur, bu bir yanılgıdır, çünkü tüm bunların dışında ne var peki diyebildiğimizde saçmalamış oluruz, usumuzun, yetilerimizin dışına o zaman çıkarız ve tekrar başa dönmek zorunluğu duyar ve düşünsel çatımızın el verdiğince düşünmeye devam ederiz!..
Çünkü bizler saltıklıkla kendimizin tanrısıyız, evreniyiz ve Adem'iyiz!.. Bu yüzden ateizmde 'karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir' kuralı uyarınca, anlaksal bir üretim olarak, sınırları tanrısal töze dayalı, sıradan bir düşüncedir ve tanrısal algılanım ve varsayımların varyasyonlarından biridir. Çünkü biz henüz, bir yandan varlığı hakkında düşünce üretmeye çalışırken, diğer yandan barbar ve yok edici bir tutum takınmaktan kurtulamayan, yarı yaşar yaratıklar / insansıların öncüllerinden biriyiz ve henüz postumuzdan kurtulabildiğimiz dahi söylenemez.
***
Kayalıklarda otururken düş gördüğünü anlayan ve ağlayan gölge ayağa kalktı ve Ada'daki evine doğru yola çıktı.
Çok canınız sıkıldı ama bunları sözü Sara'ya getirmek için türetmiştim, işim gücüm yok benim, sayrı olmamak için, yalnızlığımı paylaşmak için okuyup yazıyorum ben, geçerli diplomam bile var!..
Geçmiş zamanda Sara diye aşık olduğum bir kız vardı, bir keresinde karanlık, ıssız bir mahzende sevişmiştik, birinde mezarlıkta, diğerinde tahta kurularıyla dolu, ucuz bir halk odasında, birinde de Beyoğlu'nda eski bir apartmanın sahanlığında, bizi gözetleyen Marika adında ki yaşlı kadın, kapıyı açmış kimi aradınız demişti... Gülümseyerek, kendimi arıyorum ben, dediğim için, sinirlerine hakim olduğunu sanıyorum.
Sara yıllar sonra adaya geldi ziyarete, yaşlanmış biraz, çenesinin altında hafifçe tüyler vardı, göz kıyılarında kaz ayağı oluşmuş, burnu neredeyse kemerli bir üst geçit gibi uzamış, yanakları demir yolu kavşağı gibiydi, incecik kıvrımlar, ama insanların iç dünyasına bakmayı öğrendim ben ve anladım ki, Sara hala hayat doluydu.
Dikenli yollarda dolaştığını söyledi yıllarca, şimdi çalışmıyormuş, kendisine yetecek kadar bir ücret bağlamışlar ve hala o meşhur gazeteyi okuyormuş. Deniz kıyısında oturduk onunla, ılık bir alize vardı sanki ve ruhları tutuşturmaya yetecek kadar bir ısı yayıyordu. Faytonların izlediği yoldan, yukarı doğru çıktık, otların, böceklerin, çiçekle, kelebeklerin arasında yürüdük epeyce, villalar, yalılar ve bahçeli viranelere bakarak, gözümüzü bu saray yavrularını andıran köşklerden ayırmayarak, tozlu yetimhane yoluna girdik ve dünyanın en büyük ahşap saraylarından olduğu söylenen ve bu yıllardır restore edilmeyerek ölüme terk edilen.
Vicdanları sızlatan o simsiyah, Edgar Allan Poe'nun öykülerini aratmayan, Usherler'in Köşkü gibi görkemli bu karatahta yığınlarıyla, bir tarih öncesi canavarı andıran ahşap gökdeleni yakından görmek için, kulübesinde pinekleyen bekçinin kör noktasında bulunan bir yarıktan, içerde avarece dolaşan kümes hayvanlarını ürkütmeden, sessizce içeri girdik...
Sara ve ben niyetliydik, bu harabede sevişecektik, ölümlü dünyalarımızın ve barbarlık dolu yaşamlarımızın, tek kurtuluş yolunun sevişmek olduğu konusunda, öteden beri hemfikirdik onunla...
Karanlık binanın, loş merdivenlerinde durduk ve göğe baktık, sanki tanrı bizi izliyor ve bir dehşete kapılırız sanısıyla görünmüyordu...
Sara, bak işte o, gülümsüyor, görüyor musun dedi...
Gönül gözü harikalar yaratıyor bu varlığın!..
Ama işte, hay aksi şeytan, sevişmemize engel olacak biri, sanki bir kapının ardına gizlenerek dibimize kadar sokulup, gizlenmişti.
Burada hala yaşayanlar var mı ki acaba dedim Sara'ya...
Sara gözlerimin içine baktı, olsa bile, herkesin gözü önünde sevişeceğiz burada dedi. Sözümüzü tutmak zorundayız ve birden Carmen gibi, sanki ilahi bir müzik eşliğinde dönmeye başladı.
Tepeden tırnağa ürperdim. Hava kararıyordu ve geceleyin aynı kovuktan çıkmamız olanaksız olacağı için, Sara'ya dik dik baktım, elimizi çabuk tutalım anlamında değildi bakışım, zor durumda kalırsak ne yapacağımızı sormuştum, bir yırtıcı gibi ışıyan gözlerimle...
O ise dönüyordu durmadan, bir ara geldi ve belime sarıldı, ıslak dudağı, vahşi bir yaratığın dili gibi boynumda gezindi ve gene uzaklaşarak çok daha hızlı dönmeye başladı.
Nerden bilebilirim ki, arkamda bir sürü maskeli yetimhane çalışanı etrafımızı çevirmişler ve Sara'nın ayinine eşlik etmek için dönerek yaklaşıyorlar.
Kara adamlar ve simsiyah giysileri içinde rahibeler, alacakaranlıkta Sara'yla birlikte dönmeye başladılar.
Bir çılgınlığın içine sürükleneceğimizi anlamıştım.
İçlerinden biri dedi ki bana, sizi anlıyorum, bütün yeryüzü 'savaşma seviş' diyor ama yalnızca çapul peşinde ve bir sırtlan gibi uluyarak, kin kusuyor, kan içiyorlar. Öyle ki dostum, sevişmek hala günah, savaşmak hala şehadet...
Gülümsedim, bunun için mi işlevini yitirdi, bu kara yıkıntı!..
Sara dönüyordu ve ahşap gökdelenin, üst katlarına doğru yükseliyorduk, döne dolaşa, oynaya güle...
En üst kata ulaştığımızda hava iyice kararmıştı, ama bizi bir sofranın beklediğini bilmiyorduk.
Gece yarılarına kadar şiir okuduk, ağladık, güldük ve dünyaya dualar ettik, bitsin bu barbarlık, bitsin bu şiddet, bitsin bu kapı kulluğu, bitsin bu cehalet diye...
Sonra, bir elişi tanrısının öğleden sonrasına, nazire yapar gibi, iyiliğin tanrısına dualar ettik, hep birlikte onun bizlere yardımcı olmasını diledik ve inanılır gibi değil, o an tanrı sanki üzerimize doğru gürledi ve asıl siz bana yardımcı olmalısınız dedi...
Sanki dünyanın bir başından öbür başına, bir şimşek çakmış, yeryüzünün tüm kovuklarına dek yıldırım akmış gibi aydınlanmıştı ortalık...
Güzelliğin ve barışın ayini, gecenin geç saatlerine kadar sürdü, delicesine eğlenmiştik ama dünyanın o günden sonra düzeleceği ve bunun için tanrıya yardımcı olacağımıza dair ant içmiştik.
Hepimizin ruhları yıkanmış, karanlıkta korkusuzca konuşuyor, dileklerin tutulacağına söz veriyor ve tan atımında, yeni bir dünyaya doğacağımıza dair sarsılmaz inancımızı yineliyorduk birbirimize!..
Bin yıl düşünsem yaşanmayacak kadar büyülü bir gece geçirmiştik.
Sonra odalarımıza çekildik ve o yeminimiz, varlığımızın andı, biricik bağıtımız yerine gelsin diye, Sara'yla canhıraş çığlıklar içinde seviştik.
Sabah, bu bir düş değildir sanırım dedi, Sara...
Eğer düşse dedim, tanrının da bir düş olduğunu anlamış olmaz mıyız!..
Çünkü, herkes düşlerdeki gibi yaşamak ister ama kimse bir düşün parçası olmak istemez.
Tanrı da!..
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder