Her ada bir ütopyadır. Robenson kenti, aşıklar yurtluğu, doğanın sesi ve şu eşsiz gezegenin müzesi... Yürüyüş güzergahları vardır, yüzme noktaları ve buluşma yerleri...
Her yer yürüyüşe uygundur, ama terk edilmiş yetimhane, Eskibağ ve Aya Yorgi'nin sağlı sollu çevre yolları, yürüyüş güzergahı bakımından gizemli, antik duygular veren, heplik ve hiçliğin dünyalarına sürükleyebilen görüntülerle doludur. Her zaman gizemli bir patika, bir sırt ve yol üstü bulunur, çünkü çalılıklar, adalarda olan, olmayan yanılsamalar, gönülden kopan o biricik ağaçlarda olsa, ladin, sedir, kızılçamlar, akasya ve pırnallar, meşe palamudu, ıhlamur ve manolyalar, ormanın içi, yamaçlar ve uçurumlar, sonsuz ayrıntılar ve seçeneklerle doludur.
Ayaklarının bastığı her ölümlü taban şu dünyada, hiç bir zaman aynı yerde duramaz, evren bir yinelemedir belki ama an; sürekli değişen ve bir daha yinelenemeyecek olan bir nendir, sendir, bizdir ve geçip giden bir iz, bir gizdir... Her basışta başka ve keşfedilememiş bir dünyaya basmanın özgürlüğüyle sarhoştur o... Ada bir düştür ve ağaçlar, kuşlar ve prensler ve camdan pabuçlu prenseslerle doludur. Adı da kısaca bu yüzdendir, Prens Adaları...
Tarihi, ilk kez falanj birliklerini kurarak, yüz yıllar sonra İspanya iç savaşında sözü geçen, büyük İskender'in babası Filip'e dayanır ve onun sikkeleri hala toprağın altından, yalıncak, başı bozuk ve doğa sarhoşu gezginlerin ayaklarına takılır.
Güneşin doğuşu ve uzaklardaki Proti'nin üzerinden batışı eşsizdir, tüm yaz boyunca gün batımını izlemeye gelen çılgınlar ve adalı gönüllüler vardır. Güneş kızıla bürünür, büyür, turuncu, alev alev yanan ve kükreyen bir alev topuna dönüşerek, bir masal gibi, sanki başka dünyalara doğru, denizlerin içindeki büyülü bir mağaraya doğru gömülür. Gün batımı naif, coşkulu ve ürpertici duygular verir. Bir üzünç ve yaşamın soylu direnişi, zamanın bir soyutlama oluşu ve gelip geçiciliği gibi duygularla donanır insan ve gariptir tuhaf bir neşeye bürünür ölümlü bedeni... Çünkü orada ölüm ve zamanın geçiciliği bir kutsamaya dönüşür ve insan bunu bir utku olarak algılar, yaşıyorum ve dünyanın eşsiz güzelliğine tanığım...
Tanrım, ne büyük bir bahtiyarlık...
Ada'da günbatımının diğerlerinden farkı, bir gezegende yaşıyor olmayı duyumsama noktasında çok güçlü bir izlenim vermesi ve sizi artık yaban, sıcak, gizemli ve elem dolu duyguların içinde harmanlayarak bir düş aleminin içinde tutsak etmesidir.
Gün batımının size armağan ettiği tek şey, kaçınılmaz bir mutluluk, büyü ve yaşama duyulan hayranlıktır.
Ada hiçbir ilaç, müsekkin ve iyiletimin ulaşamayacağı, bilimin erişemeyeceği bir seviyede, ruhları dinlendirir ve sakinleştirerek insanı hayata bağlar ve hangi yaşta olursanız olun, gün batımına tanık olmak için büyük bir mutlanla koşar bulursunuz kendinizi...
Dünyada yalnız adada güneşle birlikte yağmurun yağışına tanık olabilirsiniz, tanrının bir armağanıdır bu, gökte çakıntılar ve yalımlar yeri göğü inletirken, güneş gülümseyerek katılır bu eğlenceye ve sonunda dersiniz ki; Tanrım beni bırakma ve bu güzelliklerden, bu güzelim yaşamdan ayırma... Büyüleyici bir dua, mutluluk veren bir ürperti ve denizin dalga sesleri ve güneşin heyecan verici fısıltıları arasında, bir düş dünyasının içinde yiter, yok olup gidersiniz.
Hayat güzeldir ve yaşamak bir ayrıcalıktır.
Öyle ki, Ada'da şöyle şiirler; (ne anılmak isterler, ne de yazılmak!..).
''Münihli Hans Müller / Hitler hücum kıtası altıncı tabur / birinci bölük / dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi. / Münihli Hans Müller / üç şey severdi: / 1-Altın köpüklü arpa suyu / 2-Şarkı Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. / 3-Kırmızı lahana. / Münihli Hans Müller için / vazife üçtü: / 1-Çakan bir şimşek gibi / mafevke selam vermek. / 2-Yemin etmek tabancanın üzerine. / 3-Günde asgari üç çıfıt çevirip / sövmek sinsilelerine. / Münihli Hans Müller'in / kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı: / 1-Der Führer. / 2-Der Führer. / 3-Der Führer. ''
Ama şu da var, zaman görelidir yargısını, Einstein’a kadar kimse düşünmemişti derler, hiç bir bulgu ya da belirge tek kişinin düşünebildiği bir şey değildir bu dünyada, bilim insanı herkesin bildiğini ya da açıklayamadığı bir şeyi formüle eder, bir metoda dönüştürür, bir bulgu, Tarkovski'nin filmlerine benzer, hepimiz onu düşleyebiliriz ama Tarkovski onu gözümüzün önüne serer, buyurun der, onun için gerçek bir bilim insanı abartıdan hoşlanmaz, çünkü o gerçekliği hepimizden iyi bilir!.. Buhar gücünü iki bin yıl önce keşfetti insanlık ama köle kullanmak daha ucuz ve ehven bir iş gücüydü!..
Göğün altında yeni bir şey yoktur, bu tür söylemler düşündürücü, kompleksif ifadelerdir, insanlık, bilimi hiyerarşi yaratmak için değil, tüm insanlığın ortak yararı ve eşitliği için kullanmak ister. Einstein'ı hurafe gibi yüceltmek, tam aksine onu aşağılamaktır. Einstein kravat pek takmazmış, gerekçesi, tanınmadığı yerde, nasıl olsa burada beni kimse tanımıyor, tanındığı yerdeyse, nasıl olsa burada beni herkes tanıyor dermiş. Pek hoş olmayan bir örnek vereyim, eğer batı uygarlığı bugün tüm bulumların kaynağıdır diyorsanız, iki dünya savaşının da kaynağıdır, unutmayın ki Hiroşima ve Nagazaki bir kıyamet provasıydı ve 'Hiroşima Sevgilim' bir kitap adıdır!.. Bir şey var ki aslolan 'Nihil humanum mihi alienum est', deyişidir, Türkçesi 'Yüz bin kere tövbe etsen gene gel!'.
Diyesim insanlık, bir Pavlov tazısı gibi, Notopya peşinde koşabilir, Frenk diyarlarında, genelevlerin yoz dalaverelerinden bir özkıyım şiiri çıkarabilir, yollarda yalpalar bir kaşalot gibi süzülerek 'aşka kitakse' yazabilir...
Kendimi izliyorum. Bunu daha önce yapmıyordum. Yeni edindiğim özelliğim bendeki yalnızlık duygusunu artırıyor. Gezmeye başladım. Ada'nın her yerini geziyorum, faytonlara binip çıkıyorum. Buralarda kahredici hiç bir şey yok ve her yerde insanlar var. Zaman daha başka akıyor. Güneş uykuya gidiyor ve geceyi bize armağan ediyor. Çocukluğum düşler kuruyor. Burası çok uzaklarda, yerimi kimse bilmiyor. Karanlıkta bir kirpi bulmuştum, içimdeki hayvanın ürkek bir örnekçesi. Tümüyle olgunlaşmış siyah zambaklar var burada. Bunları daha önce görmemiştim ama, düşlerin zaman zaman içinde, acımasızca yakıldığını, isterinin düşmanlıklarıyla yapayalnız bırakıldığını gördüm. Paralarını ırmağa bırakanlar, dehşeti benliklerinde yaşayanlar, hepsini gördüm. Işığın ne kadar uzağa gidebileceğini, neyi seçtiğimi, neyi gereksineceğimi, hepsini gördüm. Bu yeterli, başka bir şey isteyemem. Her şeyi gördüm, görebileceğim bir şey kalmadı...
İnsan gözü olağanüstü bir evrim süreci geçirmiştir. Ancak gözümüzle görebildiklerimiz, o varlığa ait dış çeperin biçimidir yalnızca, detaylar ise baktığımız nesnelerin içerisinde ne olduğunda saklı. Örneğin kırılmış bir femur kemiğini görmek için, gözümüzün çok ötesinde bir görüş yeteneği ile özel ışınları kullanarak metal bir levha üzerinde derinin içerisindeki kırığı belirleyebilmeliyiz ama yüreğin dalgalanışını henüz görebilecek yetide bir gözümüz yoktur ne yazık ki...
Ariane, kıyılarında azgın dalgaların vurduğu, Naksos adasında yaşıyordu... Aşktan nasibini alamamış kederli kız Ariane, sevgilisi Theseus tarafından terkedilmişti.
Bazen kıyıda kumlar üzerine uzanıyor, kumları gözyaşları ile ıslatıyordu. Bazen de denizi gözleyen yüksek bir kayaya çıkıyor ve Theseus'u götüren mavi geminin uzaklarda yitimini düşleyerek, ayrılık gününü içi yanarak anıyor ve gözyaşları döküyordu ve diyordu ki; Yaşamımın ilkbaharında, bu kayalık, ıssız adada terk edilmiş olarak ölecek miyim... Bir gün, gönlünde sayısız kederlerin dolup taştığı güzel saçlı bakire, bitkin bir halde kıyıya uzanmış ve kendinden geçmişti. İşte tam bu sırada rüzgarda uçuşan sarı saçları ile gizemli bir delikanlı, Naksos adasına çıktı. Karaya ayağını basar basmaz, bu ıssız adanın güzel kızı genç Ariane'i uyurken gördü. Gizençli delikanlı, sonsuzluğun ve yalnızlığın kralı idi.
Toprağın ve denizin uzayıp giden boş sessizliğine hükmediyordu. Bütün bunlara karşın yaşamdan mutluydu, sevmeyi biliyordu. Genç kralın gönüllerden kederi kovan, karamsarlara neşe ve hoşluk dağıtan bir doğası vardı. Güzel Ariane'e baktığında yüreği heyecanla çarptı, iricil gözlerinde onun uyuyuşunu, bu büyülü manzarayı doya doya seyretti... Zavallı Ariane bir kayanın oyuğuna uzanmıştı. Uzun saçlı başını sol kolunun üstüne koymuş, sağ kolu da ilahi çehresinin parlak ve tatlı güzelliğini çevreliyordu. Uyandığında genç kral ona yaklaştı: Güzel peri kızı, dedi. Sen şanlı bir kralın ceylanı olmayı hak etmeden evvel Theseus'un ümitsiz aşığı idin. İlkbaharın neşesiyle canlanmadan önce kış soğuğu ile uzun zaman uyumuştun.
Böyle söylerken Kral, elindeki tacı, hoşuna giden bu güzel kızın dalgalanan saçları üzerine koydu, ama bu parlak taç, Ariane'in alnına dokunur dokunmaz; uzadı, göklere kadar yükseldi, üzerinde bulunan göz alıcı taşların, cevherlerin her biri, gökyüzünde birer yıldız oldu. Kralın kraliçesini bulmasının ve birleşmelerinin anısını sonsuza dek saklamak için bu yıldızlar, gökyüzünde öylece kaldılar. Artık Genç Kral için sonsuzluklar ve uzayın karanlığı yıldızlarla aydınlanmıştı. Ariane'in kederli yüreği, üzünç dolu günleri ve yalnızlığı günün birinde ona sonsuz mutluluğu getirmişti. Bunun içindir ki yıldızlar, binlerce yıldır bakışları gökyüzünde gezen o mutçul, umutçul insanlara göz kırparlar...
Antiart'ın gerçekliği kurtaracak bizi, dört öğrenci sözde arabanın lastiği söndüğü için sınava geç kalmış, ertelemede, eğitmen şöyle bir soru yöneltmiş, arabanın hangi lastiği işe yaramaz hale gelmişti. İşte bu kesinlemelerin her zaman bir durumun ya da olması gerekirliğin yanında olamayacağının göstergesiymiş, bu tehlikeyi sezen öğrenciler, belli bir lastik yerine, 'daha önce patlayan lastikmiş' benzerinde, belirsizliği öngören karşılık üretmeliydiler!..
Aynı konu, belirsizlik noktasında değilse de, görecelilik noktasında bir sorunsala yol açar, saat 3.15 olduğunda akrep ve yelkovan arasındaki açı kaç derecedir, genelde bilemezmiş denekler, çok küçük olması düşünülüyor değil mi, hayır en az iki yanıtı var sorunun, iç açı mı, dış açı mı, soru yeni bir soru üretiyor öncelikle, belki daha ilginç bir sanrıya yol açan bir durumu da vardır diyorlar, sürekli hareket eden bir şeyin arasındaki açının hiç bir zaman tam olarak belirlenemeyeceği; bir cismin hareket halinde durduğu yer bilinemez, durduğundaysa hızı ölçülemez, Heisenberg alfabesi gibi, gerçekte agnostiktir her şey, mantık oyunlarıdır evren, ama buda saçmalığı getirir, ne ki mantığın öbür ucu her zaman bu noktayla birleşir, en iyisi aramak ve bulduğunu 'Evrenjanus'da geride bırakmaktır, çünkü ona sarılmak skolastik bir şeydir. Tanrı bir kaçamaktır çünkü!..
Biz bu tarz sohbetleri Süryani Vartan'ın kahvesinde yaparız, ama Volkan diyor çevresindekiler ona, dedim ki kahvesinde, Zehra, Maria ve Selin Bagatur geldiğinde, gece sohbetleri ettiğimiz Ada'nın alçakgönüllü entelektüeli Vartan'a;
Bizim sorunlarımızdan biri, yinelediğim gibi batıyı bilinçsizce ve boyun eğer gibi taklit etmemizdir, tarihi yapının içine, ilk iş jakuziyi getiren ve köpeklerin sahibinden daha bakımlı olduğu topraklar burası. Taklidin boyutları bu işte... Vartan bu konularda ortak düşünür ve görüşlerime katılır, bizim ressamlarımız tuhaftır, örneğin Gaudi Kapadokya'dan esinlenir ama Hierapolis'i modern biçimde tuvale taşıyan bir ressamımız yoktur, oysa Odysseus'un versiyonlarından birinde vardı o ören yeri, batı bu konuda gerçekten kompleksten uzak, biz kendi değerlerimize uzak kalmışız, batı sendromu tutsak almış sanki bizi, bundan dolayı, Sümela'yı resmeden, Selimiye'yi gösteren veya Nemrut'u betimleyen, nasıl öngörürse ama, modernize, gerçeküstü, absürt veya naif, kolajen veya uzaysıl bir peyzajımız yok bizim, batıya bağlılık kendimize güvenimizi yok etmiş gibi, inan ki derdim bu benim dedim. Vartan ne dese iyi, çocuklardan biri Londra'da okuyor, şimdi pişmanım ama herkes gibi bende bu çarpıntıya ayak uydurdum, dedim ki, söylemesi kolay, haklısın bence, olanak bulduğunda bu rüzgara kapılmayan yok ki!..
Ne resim resimdir, ne mimari, ne de şiir şiirdir şu dünyada, bir düşünce barındırmayan sanat, sanat değildir. Sanat bir kuşkudur, bir düşüncedir...
O da bir şey anlattı, IV. Murat dedi, esrarı, şarabı, tütünü yasaklamış, ama kendisi de onların tiryakisi, tutkunuymuş, batının tarih kitaplarında bu tür reformlara IV. Murat reformu derlermiş biliyor musun, yani diyelim ki doğruları, bütün bir topluma söyler, empoze eder, uygulanmasını isteriz ama onlar yalnızca söyleyeni kapsamaz!..
Terzi söküğünü dikemez derler, bir klişe, Çernobil'de, United States'in robotu beş dakika çalışmış, Japon robotu dokuz dakika ama Ruslar'ın ki iki saat çalışmış, ama telsizden duyulan emir de şu, İvanov aşağı in artık, bir tütün molası verebilirsin, anlıyorsunuz ya...
Kontamine hayvanları besleyip, gerçekte tutsak yaratıklara karşı sağda solda, hayvansever geçinmek gibi dedim, duymazlıktan geldi Vartan bu sözümü... Belarusyalı eşi bir sürü kedi besliyor çünkü... Sonra da onları sokağa salan, bir zombi türü bunlar demedim artık!..
Kalem sincabı İtalo Calvino'nun nasıl yazmaya başladığına ilişkin bir yazısını okudum, klişe şeyler tabi, eksantriğinde klişeleri vardır, bu konu ilginç ama ben metin ya da sözcük toplarım, onları bir konunun içine boca ederim, kolay ya da zordur demeyeyim, gerçek şu, böyle bağlaşıklar oluşturmaksa amacın, bu tür yazıyı benimsemek istiyorsan, insan bunu eni sonu başarabilir, çok okumak kaydıyla tabi...
Kitabın kalabalıkta okunmasına şaşıyorum ben, kitap içgüdüyle okunmaz ki, yemek gibi giderebildiğimiz bir gereksinim olsun. Okumak edimi, insanın içgüdülerinden sıyrılma çağlarının bir eylemidir, anlamının ve bilince yansımasının kuvvetle belirgin olması gerekir, oysa hafif bir tını, belki bir müzik gibi, okumayı engellemez ama doğada dikkatin bir sayfaya verilmesi zaten acımasızcadır, çünkü doğa tek başına kitaptır, şehir, insanlar, mimari, ben doğada, diyesim dışarda kitap okumayı, sonsuzlukta bir insanın kendisini, bir hücreye kapatması gibi algılıyorum, her görüşün aksayan ve bize saçma sapan gelen bir yanı vardır, herkes bildiğini ve kendisine yararlı olacak sistemi uygulasın, ama doğaya kayıtsız kalıp, önüne nasıl bakabilir onunla baş başayken. Kitap karanlığın düşmanıdır, yine de kendimizle baş başayken okunan iyilerin iyisi bir şeydir o...
Araya giren prenses ex olur yani... Kitap!..
Vartan bir resital sergiledi bu ara...
Kitleler genellikle, toplumsal bellekte oluşturulan karmaşanın yarattığı bir bilgi kaybı ve manipülasyona kapılır. Günümüzde, bilginin güncellenme hızı kolay ulaşılabilir olmasını sağlarken, diğer taraftan değerinin yittiğinde tüketilmesi ve nesnelleştirilerek bir tüketim objesine dönüştürülmesi, edinilen bilginin belleklerimizden çok kısa bir zaman içinde yok olmasına ya da yenisi ile değiştirilerek oluşturulan tabanın ortadan kaldırılmasına neden oluyor. Bilgi kaynaklarının sayısının ve biçiminin artması, açık toplumun yitmesine ve çoğu zaman yetersiz ve gerçek dışı bilgilere dönüşen belleğimizin anlamlı bir bütün oluşturmasına engel oluyor. Bu süreç içinde belleğimizin karşı karşıya kaldığı yükleme, bilgilerin birbiri arasında ilişkilendirilmesi konusunda çatlaklar yaratıyor ve bilgiyi daha yüzeysel, anlık ve dağınık algılamamıza neden oluyor. Bilinçteki tüm bu tabansız veriler gün geçtikçe siliniyor ve geçmiş kısa zamanda bulanıklaşıyor. Bu durum yalnızca güncel olanla ilişki içinde olmamıza neden olurken, olayları makro açıdan değerlendirme yetimizi kaybediyor ve toplumda bir ‘Bellek ve İşlem kaybına’ dönüşüyor. Bir topluluğu yönlendirmenin ve biçimlendirmenin en basit yollarından biri belleğin manipüle edilerek yok edilmesidir. Kitlesel olarak insanların gözünde sanrısal bir bellek yaratarak, bu çarpıtılmış bilgi akışı içinde ‘yeni bir bellek’ oluşturup geçmişi, insanı ve beyin gücünü yok sayan yaklaşımlar, tarihin her döneminde; özellikle de toplumların kriz dönemlerinde karşımıza çıkıyor. Toplumun belleğini değiştirmek, dönüştürmek ve unutturmak amacıyla yönlendirici birim ve güçleri etkisi altına almış organizmalar içinde bilgi ve bellek yeniden üretilip aşamalarla toplumla paylaşılıyor ve bu süreç içinde sürekli değişkenlik gösteren bilgiye olan güven sorgulanmayı gerektiren bir duruma dönüşüyor.
Hep şöyle düşünürüm, bize aşkın derecede yapay gelebilecek bir dille sorunlarımızı aktarırken, sorunu çözmeyi değil, sorunsaldan giderek uzaklaşmayı mı amaçlıyoruz acaba ya da o mu empoze ediliyor artık negatif motivasyonla, bana öyle geliyor ki, değil insanlar, toplum ya da erkil kesim, tanrı bile kurnaz bir yaratıkmış gibi geliyor bana...
Dedim ki Vartan'a, tiyatronun anavatanı Anadolu'dur ama bu batı komplikesi ve boyundurukçu bakış, onun Globe'den başladığını ileri sürecek kadar acımasızdır, bunun bir yöntemi de vardır, modern, bugün bildiğimiz tiyatronun başlangıcı diye bir tümce sıkıştırılır bu tip yazıların arasına, oysa tiyatro her yerde olan bir şey, modern sözcüğü burada bir yanılsama amaçlı... Cats müzikalinin şaşaası mı günümüz çağdaşlığının ya da modernitenin başlangıcı, sonraki yüzyıllar için.
'Söylemesi güç, olanaksız, neden böyle hem kabulleniyor, hem ağlıyorum!..'
Borges'in teatral bağlara ilişkin, olağanüstü bir öyküsü ve öyküde doğuyu hicveden eğretilemeleri vardır, batı egemendir edebi dünyaya (bakın bu yazıyı çoğaltmaya kalksak, 'ebedi dünyaya' diye bir manipülasyona yol açmak için düzeltmeye kalkışacak insanlar bile var aramızda, ah sen sanrılar içindesin ya, bitmedi, bugün kendini savunabilecek donanıma sahip, herhangi bir yerlem için batı kovboy uygarlığıdır, 'sığır çobanlığı', doğuda 'ketenpereci bir gayya kuyusu', tanrının yaratabildiği izci kampı işte bu!..), öyle görünüyor ve yazarlarda onları kutsamaktan pek vazgeçmiyor, görüntü doğunun gerilerde kaldığı, bu bilinçli ya da bir öngörü olarak, edebiyat şövalyelerinin teslimiyetçi düşüncelerine neden oluyor, içgüdüselde olabilir bu, iyi niyetle bakın, o öyküdeki yaklaşımlara...
''Averroes, kalemi bıraktı, kendi kendine aradığımızın çoğu kere yanı başımızda olduğunu söyledi, 'Tahafut' yazmasını kapadı, kör İbni Sina'nın, İranlı hattatların elinden çıkma Mohkam ciltlerinin dizili durduğu rafa yürüdü. Onlara daha önce başvurmadığını düşünmek, düpedüz kendini aldatmak demekti ya, yine de sayfaları tembel tembel karıştırma keyfini engelleyemedi. Bu yorucu oyalanmadan, kulağına çalınan bir ezgiyle silkindi. Balkondaki kafesin arasından baktı; aşağıda, daracık, toprak avluda, yarı çıplak çocuklar oynuyorlardı. Biri, ötekinin omuzlarına çıkmış, besbelli müezzine öykünüyordu, gözleri sımsıkı yumulu, ' Tanrı'dan başka yoktur tapacak,' diye haykırıyordu. Onu hiç kımıldamadan taşıyan çocuksa, minareydi; bir başka çocuk, toprakta secdeye varmış cemaati canlandırıyordu. Oyun uzun sürmedi, herkes müezzin olmak istiyor, kimse cemaat ya da minare olmaya yanaşmıyordu. Averroes onların kaba lehçeyle, yani yarımadanın Müslüman halkının konuştuğu ham İspanyolcayla tartıştıklarını duydu.
Borges bu öykünün bütününde Endülüs çocuklarını yoksul gösteriyor ve satırlarında gizlenmiş bir derbederlik, vuzuha ermiş bir viranelik geziniyor, haklı, haklı çünkü bir yazar, tarihi gerçeklerle ilgilenmez, o kafasındaki doğu imgesiyle özdeşleştiriyor olanları, Endülüs'ün çağının en güçlülerinden, bir İslam medeniyeti olduğunu göz ardı edebilir bir yazar ya da ayrımında olmadan yapar bunu, çünkü onun şaşaasına yönelseydi bu öyküde, amaçsal anlatının imajı silinebilir ya da zayıflayabilirdi; o gizlice, doğu imgesinin bugünkü hali pür melaliyle hareket etti demek ki, bu yazarın özgür seçeneğidir, tüm yazın erleri bunu yapabilir ve yazarlar -sorumluluk taşımadan- yanılabilirler de, çünkü onlar masalcı ve yalancıdır zaten, amaçları 'insan bu meçhul'ün imgelemine katkıda bulunmaktır ya da bulunabilirler ve kozmosu düşünsel bir metaformuş gibi algılamaya yatkınlık gösterir gerçekte amaçları... Öyledir zaten ama gerçekler çok uzaklardaki nenlerdir ne yazık ki insan benliğinde, onun için masallarla yaşayan varlıklara, masallarla gerçeği anlatmaya çalışır sanatçılar, bazen masalın rüzgarına onlarda kapılırlar, onlarda insandırlar.
Tiyatro Diyonizos oyunlarıyla başlıyor, saray eğlenceleri var Mısır'da, Osmanlı'da, Roma'da, Çin de bunun tarihi yazılı, her şeyi batıdan başlatan öngörüde bir sömürü ve manipülasyon ağı var. Her şeye Troçkizan bir açıdan bakılırsa gerçeği yakalarız dedi Vartan ve ekledi, 'O da, bir yerde olan -her yerde vardır- ve olmalıdır!..'
Alkışladık şakayla karışık!..
Beni ciddiye almalısın diye takıldım ona, Denizli tel örgüsüz tek stadyuma sahip kentidir bu ülkenin, barışçı ve kendini eleştirebilen bir beldenin varlıklarıyız biz, bekarızdır ama tövbekar değilizdir. Bulmaca bilmece de alzaymırı tetikler, çünkü hep aynı sorular çıkar dedim. Bilgi değişmeli, düşünce değişkenlikle bilinç evimizde yer etmelidir.
Sardunya adasında ki adını sardunyadan alırmış, bir söz varmış, 'Denizden korsan gelir', Nuraghi derlermiş, Sardunya'nın korsanları gözetleyen taş kulelerine. Şeyh Bedreddin içinde 'Güneş onun ardından gelirmiş' derler, ne imge işte!.. Bunu üreten toplum tiyatrodan habersizdi demek cinayet bile değildir, ne yazık ki...
'Beni bende demen bende değilim. / Bir ben vardır bende benden içeri.'
Felsefe doğa yasalarından hareketle us ve doğa arasında sürüp giden çeşitlemelermiş, bir kestirme bence bu, felsefe varoluş ve yaratılış arasındaki sınırsız çatışıklıktaki duygu ve düşüncelerden, sonsuza dek üretilebilecek varyantlardır. Düşüncenin düşüncesidir felsefe...
Gece yarısını bulmuştuk Vartan'la, her seferinde gece yarısını buluyoruz onunla konuşurken ve Mayıs'tan sonraki ayda gelecek dostlarımızla...
Ayrılırken, Vartan'a dedim ki, ben bunları demetleyip birer öykü yaratmaya çalışıyorum, bunları savrukta olsa alt alta dizdiğimde öykü olur mu diye sordum, bir karamsarlıkla...
Hiç bir zaman unutmak istemediğim bir şey söyledi; Bir öyküdür tüm evren, tüm varlıklar, dünya ve biz. Tanrılar, aşklar ve sorulmamış sorularımız...
Yaz dedi.
Bir öyküden başka bir şey değil geçmiş ve gelecek, bir öyküdür kösnül ve köhneyerek geçen, şu diriltici zaman.
Küllerinden doğan...
Bir öyküdür yeryüzündeki tüm edimlerimiz, üzünç ve neşeyle süslenmiş bir prelüttür yaşam...
Geçebilir zaman dedim, ama bu Öykü'de sen sonsuza dek kalacaksın!..
Sevgili Vartan...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder