30 Mayıs 2017 Salı

GERÇEK DÜŞTÜR

 Derede, ikindi güneşi eşliğinde, at üstünde bir adam gidiyor. Öyle yavaş gidiyor ki, güneşin servilerde oynayışı, yaprakların arasından süzülüşü, çırpınışı, süzmelerin yer değiştirişi, atlıya; Başı önüne düşmüş bir Zapata ya da Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin gibi, yenilmişlerden bir ölü havası veriyor. Gölgelerin arasından süzülüşü, insanı keder dolu bir yalnızlık duygusuna sürüklüyor...
 Atlı, belki kederli ya da umutsuz bile değildir, ama onu izlerken tuhaf duygulanımlarla, engin bir yalnızlığın içinde; ışık parçalanımları gibi bir halenin içinde geziniyor ve görüntü birden düşlere dönüşerek, bir saplantı gibi, neden bilmem, artık hep onu düşünüyorum. Lortop'da sanki anlamış gibi, bana bakıyor sürekli, bir şeyler var diyor içinden, bir şeyler var!..
 Arka ayakları üzerine oturmuş, kuyruğunu hiç oynatmadan, o yana bakıyor şimdi...
 Atlı, derenin içinden, kutsal bir sessizlikte, biraz sonra, sonsuz bir oyuntuda, bir dolambaçta kaybolacakmış gibi üzünçlü, solgun, yitip giderken, ilerde, birden ortaya çıkarak, yamaçtaki keçi yoluna sapıyor ve hınçla düzlüğe çıkıyor.
 Şimdi güneş ışığı ve tüm gözler üzerinde, altın yaldızlı bir şövalye gibi ilerliyor ve uzaklarda, tümüyle gölgelerin içinde kalmış, bir koruluğa, bir yarı tanrı gibi giriyor.
 Uyuşturan renkler ve cansız lekelerle dolu, tuhaf bir hiçliğin içinde yavaş yavaş solup, eriyip gidiyor...
 Sanki böyle bir şey, hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi...


*


Kısa Bir Öykü / Lortop / 86. Bölüm / Düzeltilmiş asıl metin.

Derede, ikindi güneşi eşliğinde, at üstünde bir adam beliriyor.  Öyle yavaş gidiyor ki, güneşin servilerde oynayışı, yaprakların arasından süzülüşü, çırpınışı, süzmelerin yer değiştirişi, atlıya; başı önüne düşmüş bir Zapata ya da Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin gibi, yenilmişlerden bir ölü havası veriyor. Gölgelerin arasından süzülüşü, insanı keder dolu bir yalnızlık duygusuna sürüklüyor...

 
Atlı, belki kederli ya da umutsuz bile değildir, ama onu izlerken tuhaf bir duygulanımla, engin bir yalnızlıkta; ışık parçalanımları gibi bir halenin içinde geziniyor ve görüntü birden düşlere dönüşerek, bir saplantı gibi, neden bilmem, artık hep onu düşünüyor oluyorum. 
 Lortop'da sanki anlamış gibi, bana bakıyor sürekli, bir şeyler var diyor içinden, bir şeyler var!..
 Arka ayakları üzerine oturmuş, kuyruğunu hiç oynatmadan, atlıya bakıyor şimdi...
 Atlı, derenin içinden, kutsal bir sessizlikte ve sonsuz bir oyuntuda, bir dolambaçta kaybolacakmış gibi üzünçlü, solgun, yitip giderken, ilerde, ansızın ortaya çıkarak, yamaçtaki keçi yoluna sapıyor ve az sonra,  hınçla düzlüğe çıkıyor.
 Şimdi güneş ışığı ve tüm gözler üzerinde, altın yaldızlı bir şövalye gibi ilerliyor ve uzaklarda, tümüyle gölgelerin içinde kalmış, bir korulukta, bir yarı tanrıymışçasına yitiyor.
 Uyuşturan renkler ve cansız lekelerle dolu, tuhaf bir hiçliğin içinde yavaş yavaş solup, eriyip gidiyor...
 Sanki böyle bir şey, hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi...







27 Mayıs 2017 Cumartesi

ADANOPE


Geziniyorduk tasasızca, birden Adanope adında bir gezegen varmış burada  dedi. Biliyor musun!..

Hayır,  nerede dedim, Aya Yorgi'nin arkasında dedi, söylediği şey olabilirmiş gibi es geçip, bıktım bu Aya Yorgi'den dedim, adanın haç merkezi olmuş, şu nerede Aya Yorgi'nin soluna düşer, ya öbürü, o sağında, ya şu, kuzeye doğru giderken solda, başka bir şey bilmiyoruz sanki, varsa yoksa Aya Yorgi dedim...

Hiç ara vermeden, senin azizlerle bir sorunun var herhalde dedi!..  Çıkışı olmayan bir klişe!

Konuşan adanın derbeder kızlarından biri Dilek!.. Romantik ve iyiniyetli ama her romantik gibi başı beladan kurtulmayan biri ve hercai, ne yiyeceğini, giyeceğini bilmeyen, nereye gitmesi gerektiğini kestiremeyen, ne yapması gerektiğine, bin bir ikircik içinde karar veremeyen...

Bir keresinde onu trafiğin ortasında düşünürken gördüm...

Böyle dolaştığımızda olur, sonra birbirimizi hiç tanımıyor muşuz gibi aylar geçer, sonra bir gün Beşiktaş'a giderken karşılaşırız, nereye gidiyorsun derim, Kadıköy'e der, sonra hadi bende geleyim Beşiktaş'a der, değiştirir kararını, inince de cayar ve hemen Ada vapurunun dönüş saatini sorar, ne yapıyorsun derim, çantamı unutmuşum kafede, evde olsa neyse ama kafeye güven olmaz... Haklı olmasa da bir gerekçe yaratır zaten, ayağım uyuştu ben gelemeyeceğim dese çok mu iyi...

Arkadaşlıklar, dostluklar zamanla  birlikte biçim değiştirdi, eskiden evlere gidilirdi, şimdi teknolojinin olağanüstü ayrıcalıkları ve tutsaklığın ya da özgürlüğün bin bir çeşit halleri var artık.

Deyim yerindeyse, bir gecelik aşklar ve yaşam boyu süren, teğet geçmekten öte, hiç bir işlevi olmayan bağlaşıklıklar var şimdi, iyi ya da kötü denemez buna,  insanın konsantrasyon gücüne ve çağa ayak uydurma yeteneğine hayranım, ama ben kör ve topalım, yalnızca o olsa iyi de, Dilek'in bu tutumları gerçekte bir anomalidir desek de, benim sayrılığım ondan daha  kötü, o uygarlığa şaşkınlıkla ve uyumsuzlukla bakarken gene de tuhaf bir uyum içinde sanırım ama ben için için yas tutuyorum halime, görkünç bir uyum içindeymişim gibi görünebilirim ama  içim kan ağlıyor ve kimselerde bilmiyor...

Hangisi iyi ki...

İşte böyle Dilek'e benzer, yaşamını baygın balık gibi geçiren insanlar vardır, yaşama karşı uyuşturan sendromların, gizlenmiş, ortak ve bir umarı olmayan içe kapanmalarımız, derinleşmiş, bizimle bütünleşen ve artık bir parçası olduğumuz, bir kimliğe dönüşmüş arazlarımız, kompleks dolu alışkanlıklarımız beni onlara bağlıyor, seviyorum onları, aynı semptomların pençesinde sağlıklı birer bireymiş gibi dolaşıp da, hiç tepki vermemek, hep katlanmak, hep kıyısında kalmak olan bitenin, elleri değil sürekli ruhu titreyen, kalbi örselenmiş ama dirim dolu, atletik bir yapısı varmış gibi koşturmaca ve maskeli bir balodaymış gibi hiç belirtisiz, her şeye tüm sıradanlığıyla, zararsızlığıyla ve herkeslerden hiç aşağı yanı olamazmış gibi yaşama katlanmak, olağanüstü bir yatkınlıkla, başkalarını hiç üzmeden, hiç tepki vermeden, sonsuz bir olgunlukla sürekli kuyruklarda sırasını kaptırmak, kalabalıklarda en arkadan çıkmak, bileti geçersiz olduğu ileri sürüldüğünde hemen yeni bir bilet almak, hep özveride bulunan taraf olmak, hep anlayışlı olan bir cennetlik adem pozisyonunda, her kese yol vermek, herkesin gönlüne hoş geleni söyleyebilmek, sürgit haklısınız beyefendi, evet hanımefendi, aynen katılıyorum demek, nasıl bir şey acaba ve insan ruhunda nasıl yaralar açıyor ve her şeyden önemlisi bu tür insanlar, hiç bir işaret vermeksizin ve herkes gibi ömürlerini ama uzun ama kısa ama bir kazaya kurban giderek ya da gitmeyerek, yaşamlarını nasıl tamamlıyorlar...

Çağın en garip sorusu bu bence...

Psikanalizlere göre, bu tür insanlar ellerine düştüklerinde, ya yetim filandırlar, ya travma geçirmişlerdir küçük yaşta ya da otist  gibi sevimli ya da anevrizma gibi ağır birer darbe yemişlerdir, orta sınıf ya da varoşlarda bir klişesi de vardır bunun, geçmişten biliyorum, menenjit geçirmiş çocukken diye kestirip atarlar bu tür yerlerde ve bayağı sevgi gösterirler bu tür insanlara, en ufak bir dışa vurumda başına toplanırlar, doktor kalabalığın arasından on beş dakika da geçebilir tabi, ciddi bir şey varsa talihsiz, ilk kez talihli bir şey yaşar ömründe...

Ölür.

Bir kaza geçirmişse yaralı gene aynı kalabalık kıyamet senaryosu eşliğinde bağırır, çığlıkçılar, bir senfoni orkestrasının insanı huzursuz eden düzeninden, doğanın hepimize hayranlık veren ilahi düzenine geçerler, birbirlerini çiğnerler, bir ikinci  vaka ki, ilki artık gölgede kalır, gözler o yana çevrilir, kaç kere tanık oluyoruz, ölüyü kurtarmaya gelirken ölen kalabalıklara!..

Sonu gelmez bir kıyamet toplantısı ve bir Araf kalabalığıdır dünya ve Dilek'in ne yapacağına bir türlü karar verememesi beni kendine hayran bırakır. Onu anlıyorum ben, dünyamızın ideal yurttaşı kim, uzaya bu dünyadan bir kişi gönderecek olsanız kimi seçersiniz deselerdi bana, hemen Dilek'i derdim, çünkü onda bütün dertlerimizin, travmalarımızın, gülümsemelerimizin toplamına yetecek kadar bir birikim var ve bunu birbirine girmiş, herkesin ne yaptığını bilmediği ya da tekme tokat, geoitler çizdiği bir kalabalıkta düşünceye dalabilecek kadar bir olağanüstülükte, incelikte, görkem dolu bir seremonide sürekli yineleyebilen biyonik bir yaratık. Bütünüyle uzaya, evrene ya da kozmosa mı derler ya da tanrının sevgili kulu filan mı demeliyiz, kanımca Dilek dünyamızda yaşayan tüm insanların bir bileşkesi, tanrısal bir türevi...

Dilek bir gün yemek yediği lokantada iki yüz lira bahşiş bıraktı, hesap yüz kırk liraydı ama, bir tuhaflık rekortmeni. Sen nehrine elini sokup Mari Antuvanet'le aynı suda yıkanmış olmak ya da bütün iktidarlar kötüdür mottosuna bel bağlamak kadar  ilginç bir davranış,  her zamanki gibi ne yapıyorsun dedim, bu garson yeni evlendi, yazık adamcağıza dedi, para onun parası bir şey diyemiyorsun ki...

Bir keresinde yolda bulduğu bir çocuğu sahiplendi, bereket anası babası çıktı ortaya da benim şaşkınlıklarımın da bir sınırı olabileceğini, iradi bir dahli olmadan kanıtladı, yine bir keresinde bir köpeğe on dört yılını verdi, aynı odada yaşadı, köpeğin yaşam limiti bu zaten, 'Ayışığı' (köpeğinin adı) yatağında ölü bulunduğunda, ağlamadı bile, bu tavrına fazlasıyla hayranım tabi, farklı ama bizim gibi bu, bizim gibi ama farklı bu, demek istediğim yani...

Onun için bu varsayımlar, beni bakar kör yapıyor inanın, içmeden kendinden geçmiş gibiyim ya da sürekli uyuşturucu almış bir deneğim belki de, yaşamım bu minval geçiyor ve en korkuncu da kendimle son derece barışığım, ben benim, kederliyim, küskünüm, özlemler içindeyim ama yakınıyor filan da değilim.

Sonuçta yaşamını bu minval geçiren insanlar vardır, sayıca azdırlar ama, aramızda dolaşır dururlar, bu yüzden insanların suratına bakmadan geçemem ben, insanlar olağanüstü derecede ilginç varlıklar, çevirin birini, tutun kolundan, konuş deyin, vallahi adamı daha önce tanımadığınıza bin kere pişman olursunuz...

Bir keresinde durakta beklerken araba gelmeyince, ahlayıp oflamakla lafa tutuştuğumuz biri vardı, Kore'de yapmış askerliğini, oralarda bir yerde, odadan bir odaya geçerken ışığı söndürürlermiş, bu yüzden metrolar bedavadır, artan elektrikle çalışır metrolar dedi. Gözlerim fal taşı gibi açılmadı tabi, bir yöntem bu, belki bizde daha iyisi vardır, epey karışık konular  dedim. Kendimden bekleneni her zaman veririm. Orada bir kadınla aşk yaşamış, çocuğu da olmuş, otuz yıl sonra kızı onu Ayvansaray'daki tek gözlü gecekondusunda bulmuş filan.

O günden beri değil belki ama gerçekte tüm insanlara hayranım ben ve alelade bir yapım olduğu için bu kargaşada, aşağılık kompleksinden de yıkılırım. Lokantaya girsem garson siparişimi yarım saat getirmez, söylerim tamam der, bir yarım saat daha geçer, yahu pısırığım derim, askerlik maceram yok anlatılacak, ehliyetim var, cesaretim yok kullanacak, dahası avukatım ama bir Mevlanın kuluna avukatım demişliğim yok, soru sorarlar diye korkuyorum, hukuk deniz gibidir, ne doğrusu vardır ne eğrisi, bu yüzden kimseyi mutlu edemezsiniz, bütün yaz denize girmişliğim filanda yoktur, yüzmeyi tam bilmiyorum, utanıyorum ahaliden, herifler üç adımlık yere takla atıp giriyorlar, ben bacaklarımı suya alıştırmak için şanzımanı kaymış, radyatörü kaynamış bir motor gibi, sahilde beklerim...

Dilek'i bu yüzden çok severim, benim bir eşim, ama ona belli etmem kendimi, konuşurken sesimin tonuna dikkat  ederim, garson siparişi getirmezse, üşenmez bir kaç kez gelir giderim, ağız tiryakisiyim ama tütünü o varken içime çekerim, alkol konusunda söylevler veririm, dibinde durduğu gibi durmaz bu diye, yaşamımız oymak söylencesiyle, soykök mitolojisidir derim, olmadık deneyimlerim varmış gibi soluk alır veririm. Oysa alkol kullanmışlığım da yoktur, içer gibi yaparım, bana yakışır!..

Dilek durumumu bugüne kadar çakmadı, o kendi kararsızlığıyla cebelleşiyor ve sözde ben ona yardımcı olan, afra tafra sahibi, kılı kilosu, eti budu yerinde biriyim. Oysa ruhu göçmüş, kendine sürgün, yersiz yurtsuz biriyim.

Ama o da  beni çok sever, çünkü onun her dediğine evet derim, bilmez ki benim, dünya hayır demeye değmeyecek kadar zamazingo bir yerdir diye düşündüğümü, şu kayaya çıkalım mı der, evet derim, çıkmadan geçip gittiğimiz olur, kayaya çıkılır mı yahu, ikimizde duymazlıktan geliriz yaşam cahilliğinden devraldığımız  saçmalıkları, bir keresinde tenha bir saatte -deli demesinler diye- yürüyen merdivene tersten bindik ve on dakikada inebildik avm'nin ortasına, bir keresinde asansörün düğmesine her bastıklarında, biz yukarıya bastık, yarım saat aşağıya inmedi asansör, sonra ara katların birinde inip, ime time karıştık.

Hayattaki başarısızlığımızın öcünü almak için gizençli oyunlar üretebiliyoruz onunla, bir keresinde çikletlerden çıkan elli lirayı, karanlıkta minibüs şoförüne verdik, geçerli kırk beş liramız oldu böylece, bir keresinde de meşhur bir restoranda sırayla tuvalete girip çıktık ve yarattığımız anaforu kavrayamayan herkesin gözü önünde, diğerini  aramaya çıkmış beriki gibi ve aniden  vicdan sızlatacak bir işi çıkmış er kişi gibi, mayına basmış bir serseri gibi gözden kaybolduk.

En büyük volimizse bir banka şubesinde oldu, ikimizde kredi alıp birbirimize kefil olduk, paralar buhar oldu tabi, bunu nasıl başardığımızı asla söyleyemem, çünkü halen kullanmak zorunda kalabileceğimiz bir şey, hiç bir usta bu dünya da tüm sırlarını aktarmaz gönül efradına... Pısırığız dediysek kendi ütopyalarımız var sizin anlayacağınız.

Yıllardır mutlulukla arkadaşlığımız sürüyor, birbirimizden ne istediğimizi çok iyi biliyoruz, ezilmişliğimizin öcünü almak için dünyada bulunabilecek en iyi ikili, en uyumlu partneriz biz.

Peki neden anlattım bunları, okul sıralarında tanışıp Ada'da kader birliğini sürdürdüğümüz bu tuhaf arkadaşım, inanın burada başka bir gezegen var deyince, birden güvenim sarsıldı ona karşı, acaba dedim artık bıktı ya da sinir uçlarının nöronik bağları koptu da, beni mi kurban seçti katakullilerine, dolandırmasın işin son durağında beni, onun için huylandım epeyce...

Yıllar geçip de kuşkunun sarıp sarmalamadığı hiç bir dostluk, arkadaşlık, eşlik, meşlik yoktur inanın... Gezegen demesine de bozuldum, yıldız filan dese anlarım, hatta karadelik veya tanrının kazayla elinden düşürdüğü, cennetlik bir göze varmış burada gibi daha anlaşılır ve rokoko şeyler söylemeliydi...

Ben gene de Dilek'e güvenmek istediğim için, nerede dedim bu gezegen... İşte o kısa konuşmamızdan sonra aşağıya inmeye başladık; bir türlü peşimizi bırakmayan Aya Yorgi efsanesinden, aşağılara doğru, gün batımının bittiği yere... Bayağı sarp bir yer, bugüne kadar sağ salim geldiğimiz, şimdiye dek soluk alıp vermeyi başardığımız için yaşamda, sıkıntıya girmeksizin, bir telaşa kapılmadan, neşeyle inmeye başladık...
Epeyce aşağıda kıro-magnon görünümlü biri önümüzü kesti, içeri girmek istiyorsanız bilet almalısınız dedi.

Ant olsun ki Dilek, sanki çocukluğundaki yazlık sinemalara girer gibi, hiç bozuntuya vermeden, nereden alacağız dedi. Adam bizden daha profesyonel, insanlar bakar bakmaz defterlerimizin içinin neyle dolu olduğunu anlarlar, bunun gibi, ben verebilirim dedi adamcağız, adamcağız diyorum, bu kıro-magnonlar çok içli insanlardır aslında, ama o an adamın bizi dolandırabileceğini düşündüm yine de -bu başka bir cin olayıdır- ve Dilek'e bilet almayalım diyecek oldum, ama o hemen paraları uzattı iki bilet aldı -pısırıklığım bir kez daha işe yaradı!-, adam aşağıya inin, çalılıklar bitip de, düzlüğe gelince sola dönün, sonra bana telefon edin dedi.

Epeyce huylandım artık, çünkü birden sola dönünce, adamı neden arayalım ki -ne ki saçmalığında bir felsefesi, olmazlığında bir oluru  vardır bu dünyada, bu yüzden cennet ve cehenneme, bir inanç sahibinden daha fazla kanmışımdır ben-, aranılanın nerede olduğunu söylese anlarım ya neyse, indik aşağıya, bir yılan çıktı karşımıza, yolumuzu değiştirip, daha da aşağılara inmeye başladık, kocaman bir sedir ağacı çıktı sonra, Dilek, Lübnan Sediri bu dedi, atma dedim, Lübnan sediriyse Lübnan'da olur. Güldü, inanmak zorunda değilsin dedi, az sonra düzlük göründü ve sola saptık, telefonla aramaya başladık adamı ama telefon çekmezmiş buralarda, nereden bilelim, biletlere kaç lira verdin Dilek,  bu kez biz dolandırıldık dedim, hayır bak şurada bir kayık var ona binmemiz gerekiyor bence dedi, bindik -güvence veren bir deliyiz biz-, bir küreği o çekmeye başladı diğerini ben, senkronize biçimde kıyıyı izleyerek gidiyoruz, aniden bir su kaplumbağası başını çıkardı ve gelin buraya, sırtıma binin onursuzlar dedi, -muhtacız diye sesimizi çıkaramadık tabi- bindik, sanki vites değiştirir gibi hızlandı hayvan, sonrada dalıp gitti denize, nasıl soluk alıp verdiğimize hala şaşarım, bir mercan ormanını geçtik ve kubbemsi, asortisizm sözlüğünde küremsi, yumurtamsı  sayılan bir yere geldik, kapı kendiliğinden açıldı, içeri girdik...

Sonra bizi hemen başka bir kapıya götürüp, dışarı çıkardılar, birde ne görelim evimizin önündeyiz!..

Kulağımıza biri, uzaylı biziz şeytan diye bağırdı!..

Dilek'e dedim ki, gördün mü başka gezegen filan fasarya, bileti boşuna aldık, canımızı bile tutsak almış, kahredici uyuşukluğumuzdan ne bekliyorsun ki, kendimizi bile tanımıyoruz daha!..
....
Sonra, ertesi akşam Dilek'e yazdıklarımı okuttum, benim adımı değiştir, yanlış anlayan olabilir dedi, gözüme de porsuk gibi bakarak, olur dedim, kadınlar hep böyledir. Bu çok saçma ayrıca, dişe dokunur bir şeyler karala, bir şiir filan ekle dedi, ikisini de yaptım o anda...

Beni bu işlerde asıl şaşırtan sayfalarca yazdığım zannıdır. Bitince okuduğumda, bir bakıyorum bir kaç satır ya da olmadı bir buçuk sayfa filan, beyin yorulup, afazi geçiriyor sanırım, düşünce güçlüğü diyorum ben buna, düşünce insanın kendi kendisiyle konuşması değil midir...

Bu yüzden yazarken zamanın uzadığını biliyorum, okurken kısalıyor ve bu göreceli tuzak, okurunu avlıyor diyebiliriz  artık.

Einstein ve onunla aynı zamanda bu kuramı ileri sürdüğü halde, elektriğin suyun olmadığı bir mezrada, ölüp giden Topal Halit haklı bence, zaman kesinlikle göreceli ve ışık hızını kolaylıkla aşabiliriz biz, zamanda salt geriye gitmek değil, bakın bunu da Topal Halit söylemişti...

İleri de gidebiliriz!..

Dilek annesinin neredesin yavrucuğum melodisine, geliyorum anneciğim diye eşlik ettikten sonra, okunakları karıştırırken ilginç iki konuyla karşılaştım, neme gerek,  okuyanın bedduasını almak istemem, bu ikisi  bayağı ciddi konular, aktarmak isterim ki, ben aradan çıkayım ve günaha girmeyeyim.

Dedim size, yaşamım boyunca  aradan çıkmayı bir düstur gibi bellemiş bir  insanım!..

'Rus kadınların güzel olma sebebi komünizmdir, çünkü para bir değer oluşturmadığı için kimse kimseyle bir nedene  yaslanarak iletişim kurmaz ve böylesi  beraberlikler olmaz. Bu yüzden tüm çocuklar aşk çocuğudur!.'

Çocuklar böyle düşünmüyordur ama, başka açıdan yaklaşalım olaya, bir uzaylı bize kesin surette çirkin gelecektir, çünkü alıştığımız insani ölçülerin dışında bir başkalaşım olduğu için. Eğer güzel geliyorsa kaçınılmazlıkla bizim güzellik anlayışımızla bağdaşan yanları var demektir. Gök kuşağı renkleri, ışığa boğulmuş yüz veya simetri harikası geometrik bir yapının varlığı gibi...

İnsanın güzellik kavramı çağlara göre değişir, güzellik elbet bir estete yol açar ve gerekli bir duygudur ama bunun ekonomik ve temel gereksinimlere alet edilmesi insani bir gelişmişliğe ters düşer, güzellik sanatsal sınırların içinde gizlenmelidir. Aksi halde çirkin olan, şunu hak etmiyor gibi bir noktaya geliriz ki, gerçekte güzel ve çirkin diye bir şey yoktur, kavramsal bir şeydir bu. Soyutlama...

Bir soyutlamayla bir yoksunluğa veya bir varsıllığa layık görülen canlı talihsizdir yalnızca ve bu bir ahlaksızlıktır. Somutlanabilen bir ahlaksızlık!..

Yorucu satırlar bunlar, bir de şu var, başlığı kul affedebilir ama tanrı affetmez gibi bir şey, köşe yazısına benzer bir haber bu...

Bütün Avrupa şatolarla dolu, hayran olmamak elde değil, gerçi nasıl yapıldığı kadar, neden yapıldığı da ilginçtir ama... Osmanlı'dan bu yana hep merak ederim, bugüne kalan üç beş şey var, dördü İstanbul'da üstelik, sultanım bu imparatorluk görünmezlik maskesi takarak mı yaşadı!.. Ama bu  yetmez, Selçuklu eserleri nerede, tarih kitaplarındaki Divriği'deki yivli minare ve Konya'da ki kümbet fotoğraflarıyla yetinirdik!.. Bunun nedeni ne olabilir... Ayrıca tarihi kilise sayısı eski camiden daha çok bu ülke de, garip!..

Öyleyse bir, göçebe toplum olmak sonuçta bir köksüzlük yaratıyor,  iki, İslamiyet eğer -sanmıyorum ya- bu kadar öbür dünyayı önceliyor ve bir önem atfediyorsa, bu da bir etken olabilir, üç, temel sorun bence bu işte, nasıl Osmanlı'ya bütün bir toplum sırt çevirmişse, anlıyorum ki, toplumdaki  bu anlayış bugüne özgü değil.

Uygur, Göktürk'ü, Selçuklu Uygur'u, Osmanlı Selçuklu'yu, tarihin en cücemsi, minyatüre ve prematüre bebeği bugünün coğrafyası da, Osmanlı'yı aşağılayıp, yok saymış. Kısacası candaşlarım, bu ahir zamandan kalma bir alışkanlık!..

Öyleyse, bu işte bir iş var, doğu toplumu dedikleri bu sinamekilerde, bir boş vermişlik olduğu su götürmez!.. Tek avuntum şu; Batı doğunun her şeyini yine de yağmalıyor. Korumacı bir mantığın ürünü olduğu halde, diğeri koruyamadığı veya naturasında böyle bir  diyalekt olmadığı için çalıp çırpıyorsa eğer, onda da bir Calut, bir Arsen Lüpen'lik var demektir. Çünkü hırsızlık ve cinailiğin olduğu  bir sistemde, malını, canını çaldıran da, elbet olacaktır!..

Gerçek değinilerimizde şu olmalıdır; İnsanoğlu kuyruğundan kurtulmuş olabilir ama, bencil (Mavi kanatlarınla yalnız benim olsaydın!) ve yağmacı (Komşunun civcivi işin ehline  kaz gibi  görünür) alışkanlığıyla, müsrif, tüketici sınıflar (Vandal, yıkıcı, boş vermişçi, bu Şarkikaraağaç alışkanlığı ne yazık ki, sözcük batı kaynaklı olsa bile) ve yaşamak gibi bir 'olasılıksız' gökselini küçümseme ve aşağılamalara karşın (Öbür dünya gerçek yaşam, dünya malı Afşin'de kalır gibi!) ve tanrı her iki dünyayı -biri görünür ve gerçekliğinin su götürmezliği kesin olmasına karşın!- armağan etmiş olsa da, şaşırtıcı biçimde gerçek ve kesin olanı yok sayıp, varsayımların ağırlığını taşıyan olma tehlikesini yaşayan, bir temerküzü ciddiye almakla, bir tür Treblinka sendromunun pençesinde, biricik kurtuluşun yakında olduğunu sanılamak ve düşlemekle  tanrıya karşı gelmiş olmak -çünkü her ikisi de tanrının bir vaadi ve müjdesidir gerçeklikte- ve tanrıyı bizzat hiçe sayma günahının bataklığına saplanmış olmakla, olmaklığıyla...

Dediğim gibi, insan kuyruğundan kurtulmuş olabilir ama, tanrıya layık bir yaratık, bir tasarım olma fırsatını resmen harcamış ve o bir tarafa, tanrıya hayasızca ve boşunalıkla diklenmiş veya açıkça karşı çıktığını, determine olmayan bir yüzsüzlükle de şirk koştuğunu düşünebiliriz artık. Hiç bir kıymeti harbiyesi olmayan bir zındıklıktır bu!..

Ve en büyük günah.

Yaratıcısına  karşı gelen bir mahlukat, eğer bu davranışıyla tanrıyı hiçliyor ve barbarlığıyla, iğrenç, tiksinç, nalet, melanet ve kargış dolu tutumuyla kendini ve evreni yadsımış olmanın çukurunda, bir başka büyük günah olan ve bir budalaya yakışır bir ruh sefaletinin içine düşerek -kendini açıkça ve imansızca aşağılıyorsa-, bu dünya ahvalinde, daha kat edeceği ve öğreneceği, uçsuz bucaksız  nice yollar var demektir ne yazık ki!..

Hamursuz aylarınız, çöl evi  alışkanlıklarınız ve yoksulluk içinde ki seyranlarınız, bayramlarınız  kutlu olsun kardeşlerim ama ne yaparsanız yapın, dünyada bir asar bırakmadan gider ve hele de yapılanlar ve yaptıklarınızı, işlenti ve yapıtlarınızı rüzgar gülüne bırakarak ya da bir öğün değirmenine  yol verip, yakıp yıkma ve bir oldu bittiyle terk edip giderseniz bu dünyadan, siz öbür dünyanın armağanlarına veya cezalarından sonraki, ruhsari ve hûmalarna değil, safi, 'Hernani Cenneti'ni boylamakla karşı karşıya kalacağınıza emin olabilirsiniz.

Çünkü; yiyip içmek ve bu minval sefa sürmek, tüm canlılara özgü bir şeydir, ayrıcalık değil yaptığınız, bir kategorinin sıradanlığı içinde, coşkuyla geviş getirmek değil, insanı diğerlerinden ayıran tek şey; Tanrının asarına asarla karşılık vermek, katkılarda bulunmak ve dünyayı cennet kılmaya, gönül gözü koymaya, bir muştuyla koyulmaktır...

Songün'e dek secdeye de varsanız, emin olun ki asarınız olmamış ya da tam tersi, asarı tarumar etmeye bir ferasetiniz olmuşsa, tanrının karşısında tir tir titreyeceksinizdir,  bundan emin olabilirsiniz...

Tanrı size insan olmayı bahşetti, kendisine en yakın ayrıcalığı ihsan etti, ama siz onun evreninde, yakıp yıkmak ve kayıtsız kalmak gibi bir günaha bulanmış olmakla, öbür tarafa mı gidiyorsunuz, eğer buysa mefharetiniz, cezaların en büyüğü sizi bekliyor.

İki dünyadan birini boşlamak, her ikisini de lanetleyip, hiçlemekle aynı şey. Bir kapıdan giriyorsanız, diğer kapıdan çıkmanız için, kapıların içinde neler olup bittiğini görmeniz, el vermeniz, gönül koymanız, usa vurmanız gerekir ve bu doğaldır ayrıcalıkla,  yaşamanız, göz nuru dökmeniz, emeğin ve hakkın gönlünü hoşnut etmek zorundasınız. Birini hak etmeyen, diğerini asla hak edemez.

O geldiği kapıdan yazık ki geri dönecek, son iç çekiş günü, Cebrail defterinden silecek, Mikail fırtınasını üzerine salacak, Azrail insan olmayı başaramadı ki Araf'a yollayayım diyecektir ve bunun adına ne yaşamak denebilir  artık ne de ölmektir.

Hepimizi bekleyen Songün'de aydınlanacağız.

Işık, karanlıklar için vardır.

...

Dilek bir şiir eklemelisin demişti, ama şiir öyledir ki tüm yazıyı boşa çıkarıyor olabilir, çünkü şiir sanatların en büyüğüdür, deveye sormuşlar sırtın neden eğri diye, gözün doğruyu görebilsin diye demiş... Bunun gibi bir dizeyle her şey sona erebilir.

Sessizliğin Övüncü belki de bunu doğruluyordur kim bilir...

''Karanlığa ışığın saldırısıdır yazılar, daha olağanüstü göktaşlarından. / Bilinmezlikle dolu kentlerden taşranın hoyratlıkları devraldı onu. / Benim yaşamım ve ölümün güvenceleridir onlar, / Ben hırsla gözlemlemek ve onları kavramak istiyorum. / Onların günüdür havada bir kement gibi açgözlü olduklarında. / Onların gecelerinde ani ablukalar adına, çelikten gelen bir öfke vardır. / Onlar insanlığı konuşuyorlar. /  Benim insanlığımın duygularıdırlar  / biz aynı seslerin aynı yoksulluklarıyızdır. / Onlar toprakları konuşuyorlar. / Benim toprağım, bir gitarın acıları, bir kaç portre, paslı bir kılıç, / akşam söğütlerin gölgesinde gezinen aydınlık bir duadır. / Zamanım beni yaşıyordur. / Sessizdir benim gölgem, geçip giderim, kibirli, açgözlü kalabalıklar arasından. / Onlar kaçınılmazdır, eşsizdir, yarınlar için korunması gereken bir değerdir. / Benim adım hiç kimse ve herkestir. / Yürüyüşüm yavaştır benim, uzaklardakinin gelişini bekleyenler gibi değildir / yaklaşanlar gibidir.''

Onun  dediklerini yaptım ama kriptodaki adını değiştirmedim, çünkü bu dünyada her insanın bir 'dileği' vardır zaten, buda onlardan biridir ne yazık ki...

Öykü Yazmak!..

26 Mayıs 2017 Cuma

BORGES'DEN 66 ŞİİR ve Üzünç Veren Bir Şarkı


TANKALAR
I
Altın renkli ay ışığı
dorukları ve bahçeleri aydınlatırken
Mücevher ağzını
dudakların kıskacıyla
gölgelere boğuyorum ben.
II
Çınlıyor alacakaranlık
bir kuşun ötüşüyle
ölüp gidiyor sessizlik
sen adımlarken bahçeyi.
Öyle özlüyorum ki bazı şeyleri
III
Fosilleşmiş kâse,
kılıç
bir zamanlar onu tutan
bambaşka eller.
Bulvarlarda solup giden ayışığı-
Söyle bana,
bütün bunlar yetmez miydi?
IV
Ayın altında yüzen
altın kaplan, gölgesi,
çekici, ürkütücü pençe.
Yavaşça tan ağarıyor
nasıl da solup gidiyor
insanlığın değerleri
V
Üzünçlerle dolu yağmur
gözyaşları gibi düşüyor
acıklı dünyanın üzerine
bu elemlerin içinde olmak
insanlığın, düşlerin, sabahların.
VI
Aşağılık savaşta
düşenler benim değil
soyun öbür bireyleriydi
kahreden gecede,
kimdi onlar
heceleyip saymak şimdi,
solgun adları.
*
RUBAİLER
I
Bıraktım artık, Hayyam tartıyor, dizelerin o ağır biçemini
Anımsatıyor ona zaman, o özgün, eşsiz çizgisini
Dile gelmeyen düşler, binbir çeşit arzular mıydı onlar
Ve hangi gizil Tanrı'nın tütsüsü bu ve nasıl paylaşılıyorlar
II
Söylemeliyim ki biz; ölenlerimizin külleriyiz yalnızca
Toz olan soylarımız, ırmaklarda yanyana akmakta
Düşlerin parlaklığı, sen ve ben, gerçekte birer imgeyiz
Ölüşümüz ve unutuluşumuzda; sonsuzca ve hızla olmakta.
III
Diyebilirim ki anıtlar, görkemle yapıldı, o zorlu çabalarla
Ne saltanatlar, ne kafileler geçti, patikalarla, rüzgârlarla
Karşılaştırmak olası mı onları, Helios'un fırlattığı oklarla
Ve yarışan var mı ta başta; şimdi, şu an, gökteki tanrılarla.
IV
İzin ver de, uyandırayım, altın ötüşlü şafak kuşunu
Bir zamanlar şarkılar söylerdi, uzak ve solgun gecede
Mavilerde gezerdi sesler, gülümserdi yapayalnız yıldızlar
Gösterişliydiler, kibirliydiler ve o denli alçakgönüllüydüler.
V
Sessiz ol, kaleminden bir ay düşüyor bak dizelerine
Nasılsa bir gün onlarda inecek, imge bahçelerine
Har vurup harman savurduğun; şu baharın ortasında
Tıpkı bahçenden bakar gibi mi bakacaksın gelmelerine.
VI
Ayın altında gecenin dinginliğini yaşayabilmek
Su birikintilerine yansıyan, boynu bükük günlerin
Aynalardan dökülen ve hep geri dönen kimler orada
Dağılıp gidiyor sonsuzlukta; yitip gidiyor benzerlerin.
VII
Katlanmalıyız Farslı'nın boş lakırtılarına, kararsızlığına
Alacakaranlıkta altın ay; hep doğacak ve batacak
Tüm yüzyıllardır şu gün. Bütün bir dünyasın sen.
Toz olan yüzlerimiz kimdi öyleyse. Bizler geçip giderken.
*
ŞİİR SANATI
Zamanın ve suyun oluşturduğu şu ırmak gibi
Anımsa günlerin de bir ırmak olduğunu belki ikizi,
Bizlerde yanyanayızdır onlarla sanki bir ruh ikizi
Ve işte yüzlerimiz de eriyip gidiyor tıpkı onlar gibi.
*
Uykuya dalmadan onu düşlerden ayırabilseydik keşke
Ve ölümün de başka bir düş olduğunu bilebilseydik
Gene de titreyerek gider miydik ülkesine bir bilebilseydik
Ve hangisi gelecek uykuda hangisi gece görebilseydik keşke.
*
Geçen günlerin yılların bir imge olduğunu sezebilmek
Tüm yaşadıklarımızın saatlerimizin ve gün dönümünün,
Üzünçlü geçit töreninin son iç çekişin yıl dönümünün
Bir melodinin, bir mırıldanmanın da, imge olduğunu sezebilmek,
*
Sarı gülün batımı, ve uykuda bir yüreğin sönümü
Ne altınsı bir kederdir- tıpkı şiir sanatı,
Hangisi ölümsüzlük ve belki de üzücü. Şiir sanatı
Yinelenen şafakla ufukta ki gül tanrının sönümü.
*
Akşam üzeri bir yüz karşılaştığımız zaman içinde
Bakar gibi bir aynanın derinliğinden dışımızdaki bize;
Şiir sanatı da ayna olabilmeli göstermelidir bize
Açığa vurabilmelidir gizimizi taşımalıdır içinde
*
Onlar söyledi ki Odysseus'a boş yere harikalar yaratmakta,
Sonunda gördü gözyaşlarıyla işte biricik aşkı İthaka,
Her dem taze ve alçakgönüllü. Bir şiirdir İthaka
Sonsuzluk arayıştadır acemiliktedir, değil harikalar yaratmakta.
*
O taşkın bir ırmak gibidir bitimsizce çağlar durur
Kimileyin koşar kimileyin kabarır coşumcu bir aynadır
Kararsızdır değişkendir, Heraklit ki o da aynadır
Ve şiir böyledir ırmak gibidir akar kayar çağlar durur.
*
GUNNAR THORGILSSON
(1816 - 1879)
Çağların belleği
Kızıl kılıçlar ve kalyonlarla mı dolu
Ve imparatorluğumuzun tozlarıyla
Ve hekzameter dizelerinin gürüldeyişi
Ve kişneyişleri savaşan soylu atların
Ve onların haykırışıyla, Shakespeare'iyle.
Geri dönsün isterdim ben o öpücükler, barışıklıklar
Orada İzlanda'm da yaşarken ben, onu bağışlasaydın sen.
*
AY
Maria Kodama'ya
Göklerdeki evinde öyle yalnızdır ki şu sarı altın
Gece yarılarının o bilindik tanrıçası değildir artık
İlk atan Adem'in aşk fısıltıları kimeydi. Yüzyıllarca
Özleyip bekledik onu sırf parıldasın diye sarışın yüzü
Kutsal yakarılarla çığlıklarla çıkıp geldi hep. İyi bak
Seviyle taşkın aynandır o. Yansıtır durur sendeki özü.
*
ÖZLEYİŞE AĞIT
Sürgit yinelenen şu ki:
Artık, üzünçler içinde kalacağımdır
sonsuzca senin Buzülke'nde yaşarken
o bıktıran durgunluk ve de görkünç kutup günlerinde
ve paylaşıyor mu oluyoruz şimdi böylece
çıldırtan bir ezgiyi ansıyıp yolda
ya da coşku veren bir turuncun tadını.
Sonsuzca yinelenen şu ki
İzlanda'nda sarmaş dolaş olan kişi
gerçekte hep içinde taşıdı seni.
*
ÖZKIYIM
(İntihar)
Saltık karanlıktan ayrılacak olan
eşsiz bir ışıltı mıydı.
Gece onu kollarıyla saracaktır.
Ölümü özlüyorum, ve benimle,
yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek.
Piramitler, madalyonlar silinecek,
anayurtlar gölgeleri örtünüp,
yaşayan tüm çehreler ölecektir.
Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım,
tin ve tüne karışacak tarihin.
Şimdi son güneşin batımını izliyor.
Son kuşun ötüşüyle avunuyorum.
Arzunun karanlık nesnesinden
Hiçliğin kollarına savruluyorum.
*
SÜRGÜN
İthaka'nın patikalarında hep birinin izlerini ararım
ve onun unutulmuş kralını, yıllar önce Troya'nın
kurnazlıktan ötelenmiş kimsesizini;
umarsızca bastığı toprakları düşünürüm,
sabanlarla gölgelenmiş ve yitip gitmiş evlâtlarını,
yazık ki başlıca övüncemdir bu benim.
Yeryüzü yaşamının elvermeyişine karşın, ben, Odysseus'um,
köklerimin derinliği Hades'in karanlıkları arasında
Tiresius'un Thebes'in gölgelerini gösterir
boğuntuyla dolu sevdanın kıvrımlarını açarak
Hercules'ün silüetini karşıma çıkaran
düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan
ve Olympus'un doruklarında tanrılarla çatışan.
Bugün -Şili, Bolivar- caddelerinde sürtüp duruyorum
belki üzünçler içindeyim, belki mutluyum
Artık 'Hiç kimse' olmak istiyorum.
*
GÜNAHKÂR
(Suç Ortağı)
Çarmıha gerildim. Haçım, çivilerim var.
O kâseden sundular, içmedim. Özümü kilitledim.
Düzen kuruldu. Bir mite çevirdiler.
Canımı acıttılar, yaktılar. Tamuya döndüm.
Ben övülmüşüm ve mutluyum, zaman acılarını verdi.
Olanları, olmuşu sineye çektim, ben seçilmişim.
Evren kutsanmış, tözü, tartımı, belli. Sevinçler aşağılayıcı.
Haklıyım, yaralıyım, yoksulların tansığıyım.
İlâhları, sözcüklerle kargışlarla yıldıranım.
Ben ozanım.
*
JANUS'UN BÜSTÜ KONUŞUYOR
Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan
bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları,
kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar
ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur.
Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar,
sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm,
çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları;
sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden
bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim.
Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların
gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekte ki tartışmalar
geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum.
Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular,
bir anlık bakışlarında yazgılarıyla başbaşa çehreler görüyorum ben.
*
LABİRENT
Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu
taş ağı çözüp bir yol bulamaz. Ben geçmişimi
ve tüm kimliklerimi unuttum; İç sıkıcı
duvarları çınlayan dolambaçları izlemek
yazgımdır benim. Geçen yılların sonunda
hangi gizil bükeyler büküntüler
şiddetin galerileridir ki. Zamanın
tefecileridir bu çatlak köhne duvarlar.
Süprüntüler içindeki solgun işaretlerin
ayrımındayım. Büklümlü gece
bana doğru kükrüyor ve de
ıssız ulumaların yankısını taşıyor.
Ben gölgelerden bilirim ki Öteki hep orada,
nasıl bir alınyazısı sonsuza dek kendisini taşımak
bu dokunmuş ve belki de dokunmamış Hades
bitmez kanım ve cesetimi sömürmek içindir.
Herbirimiz diğerini ararız. Ama katıksız bir
bekleyiştir bu ve o bir hesap günüdür.
*
JAMES JOYCE
İnsanlığın tüm günlerinden bir gündü
yaratma gücü olanın, zamanın
o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken
Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı,
zaman görünmezliklerle geçerken
ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor,
dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar,
öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu.
Tıpkı benim gibi, tan atımından karanlıklara doğru
evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü
gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi,
Kartaca'nın ruh göçü, cennet, cehennem, göksel karmaşalar.
Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik, dirimle cesaret ver
Ulaştığım dorukları salt görebilmek için tam da bu gün.
*
JOHANNES BRAHMS'A
O bağışlayıcı bahçende çağrılmaz bir konuktum
O bitimsiz anıları sen oluşturdun
Zaman geldi, büyük mutluluklarla ondum
Senin kemanların gökleri çalar.
Ama artık hakkını veriyorum. Utku diye sana,
Yoksunluğu paylaşanlar bir boşluğu bağışlar
Salt sanatın adı da yetmez.
Nasılsa bulacaktı onur seni görkemli ve yiğit ol.
Yüreksizin biriyim ben. Üzünçlerin tutsağıyım. Hiçbir şey
Haklı çıkaramaz bu küstahlığımı
Onulmaz mutluluklar derledim seninle
-Ateş ve kristal- sende ki ışıltının ruhudur.
Günaha bulanmış sözcükler sarmış beni,
Bir sesin ve bir düşlemin dölleri ki;
Simge değil, ayna değil, çığlık da değil,
Sonsuzluğa koşan ve yüceldikçe coşan bir ırmaktır seninki.
*
ELHAMRA
Hoşnutluk veren suyun şırıltısı ki
Kimi kumları kararmış bunalmış gibi.
Zarif bir el yol açtı ona
Özenircesine sütunlardaki oyuklara.
Şimdi su dolambaçlarla bir dantel gibi
Geçip gidiyor ıhlamurların arasında.
Onun içli bir şarkı olduğunu
Yalnızca bir sevda bir dua olduğunu
Tanrı’ya sunulduğunu, Tanrı'nın bildiğini
Yaşamın bir yasemen kokusu olduğunu.
Kıyıcı yatağanlar, umarsız mızraklar,
Sürüler, yağmacı kalabalıklar.
En iyi olmak için boşuna uğraşırlar.
Bütün bunların ayrımındadır üzünçlü kral,
Tüm inceliklerin toplamı bir veda etmez,
Geçersizdir anahtarlar,
Haç ötekilerin olur ay tutulurken,
Ve öğle sıcağında konuklar yalnızca tanıktırlar.
*
VERANDA
Akşamleyin
boş gönüller, avluda değişen renkler.
Gece de, belirsizce yükselen mehtap
göğe tutsak titreşiyor.
Veranda, oralarda bir pınar.
Işın demeti gibi akıyor
bu hangi gökyüzü ki evlerin içine ağıyor.
Serene,
sonsuzluk bizi oralarda bekliyor.
Yıldızlarla yaşamak hoş karanlıkla dost ol
sarnıçlar, gölgeler ve bizleri avutacak yol.
*
BARUCH SPİNOZA
Altın bir sis, Batı Avrupa'yı ışıklara boğuyor
pencerede. Şimdi, tüm titizliğiyle el yazmayı bekliyor o,
değerinde, sonsuzca ağır gelen.
Birisi Tanrı'yı doğuruyor karanlık kupasında.
Tanrı'nın nedenselliğidir bir adam. O bir Musevi.
Elem dolu gözleri ve sarı yüzüyle
Zamanın yükünü taşıyor kitabının yapraklarında, sızıyor
damla damla ırmağa, başı sonu olmayan sulara,
sonsuz bir akışla. Yorum yok. Görkemli ölçüp biçmelerle
biçimlendiriyor o Tanrı'sını, büyülerle.
Sağlığı bozulalı, hiçliğe kapılalı beri, Tanrı'sını kuruyor o,
paylar verip sözcüklere. O öyle tanınmış, kabullenilmiş
biri değil, görkemli bir aşık. Umut aşkın varlığıdır
demiyor o, aşkın varlık olduğunu, biliyor o.
*
SPİNOZA
Burada alacakaranlıkta, yarı saydam elleri
parlıyor Musevi’nin kristal bardağında.
Duygusuz bir uzantı, endişeyle renk veriyor, öğle sonralarında.
Bütün günler, ikindileri, bitimsiz ve duyumsuz bir yinelemedir,
birbirinin eşi sanki.
Elleri uzayın gök yakuttan minerali, çakılmış, berkitilmiş sınırlar,
varoşun duvarları gibi.
Güç bela beliriyorlar, sessiz ve sakin adama,
zamanlar kazandırabilmek adına.
Düş kuruyor, tasımlıyorlar, dillerin tutulup,
ışıltıyla izlenebilsin diye labirenti.
Tanınmıyor olmak üzünç ve sıkıntı vermiyor ona
(başka bir aynadaki düşlerin içindeki bir düşün yansımasıdır o),
sevdalı değil, çılgınca ve delice sevmenin ürkek kadınlarına.
Geçti o dönemler, özgürdür artık.
Söylencenin ve sözcüklerin göz bağcılığı adına durup,
ölene değin parlatıyor inatla büyütecini.
Şimdi en büyük haritalar, eni sonu olmayan, ışıltılı,
göz alıcı tüm yıldızlar, onundur artık.
*
DESCARTES
Yeryüzünün yalnızıyım ben, ama belki ne yeryüzündeyim ne de bir insanım.
Belki bir tanrı aldatıyordur beni.
Belki bir tanrı zamanıma hükmediyordur, şu sonsuz yanılsamaya.
Ayı düşlüyorum ben ve düşlerken gözlerimde canlandığını biliyorum.
Düşledim sabahın ve akşamın ilk gününü.
Düşledim Kartaca'yı ve çöle dönmüş lejyonunu.
Düşledim Lukan'ı.
Düşledim Golgotha'nın bayırlarını ve Roma'nın haçını.
Düşledim geometriyi.
Düşledim, çizgiyi, yolları, yüzey ve boşlukları.
Düşledim sarıyı, maviyi, ve kırmızıları.
Düşledim sayrılı çocukluk çağlarımı.
Düşledim haritaları ve krallıkları, ve her gün doğumundaki umarsızlıkları.
Düşledim o durgunluk veren bahtsızlıkları.
Düşledim kılıcımı.
Düşledim Bohemya'nın Elizabeth'ini.
Düşledim kuşku ve kesinlemeleri.
Düşledim geçmişimi.
Belki geçmiş diye bir şey yoktur, belki hiç bir zaman doğmadım.
Düşlerin içindeki bir düş olabilirim.
Kutupçul bir sanrıya, dehşete kapılmış olabilirim.
Tuna Üzerinde ki, şu katıksız gecede.
Descartes'ı düşlemeyi sürdüreceğim ve atalarına ona gönül borcum var benim.
*
GİZEMLER
Kimim ben yollarda şarkılar söylüyorum bugün
Yarınsa gizemlerle yüklü bir ölü olacağım
Kim yaşıyor bu tür bir krallıkta, büyülerle süslü kısır bir karanlıkta,
Önceleri ya da sonra ya da bir zamanın dışında.
Bu yüzden gizemcilere şöyle dönüp bakabilirim. İnandığımı söyleyebilirim
Ben cennet ve cehennemi kendime bağışlıyor değilim,
Öngörülerde bulunmakta istemem. Her insan kendine mit yaratabilir
Proteus'un anlam kaymalarıyla çözünmüş biçimlerine kanabilirim.
Karman çorman bir işin dolambacında, dev bir parıltı kör ediyormuşçasına
O zaman yazgımın görkemi ve utkusu geri dönmüş olacak benim
Tutsak bedenimin ruhu bana sunulduğunda bu macera bitmiş olacak
Ölüme ilişkin her şeyi anlamak isterdim ben her şeyi yaşamak?
İşte o zaman unutuşu içmek isterdim saf-kristalinden,
Hiç bir zaman düşlenemeyecek denli; bir sonsuza giderken ben.
*
AYRILIK
Üç yüz gece sevdim üç yüz gece duvarlar
yükseldi aramızda onunla
ve okyanuslar kara bir sanat artık aramızda.
Hiçbir şey kalmayacak ama anılarımızda.
Ah öğleden sonraları dayanılmaz oluyordu,
gecelerde sıçrıyordum görebilmek için seni,
gözlüyordum kırları yolları, havaları
bir an görüyor ve yitiriyordum...
İşte boğucu son
Ölümcül acılarla geçiyor öğleden sonraları.
*
JOSEPH CONRAD'IN BİR KİTABINI DÜŞLEMEK
Sızdırır yaz topraklara dingin ışıklarını,
günün aydınlıkları söner. Pencere
pervazlarından çeker gün keskin kılıçlarını,
kıyıda göz kamaştıran, ve düzlükte yanan, ışıltılarını.
Ama eski zamanlardan kalan gece gizemlidir, coşkuyla
doldurur çömleğe sularını. Sınırsızlığını serer ortaya,
ve sürüklenip gider kanolar, çevirip yüzünü yıldızlara,
bir adam tütünüyle işaretler yollar, ağır aksak zamanlara.
Uzakta bulanık külrengi lekelerle bir baştan bir başa
takım yıldızlar. Şimdi kulübelerde geçiyor, adlar, ve plan.
Sıcacık gözlemlerle algılanamayan yitmiş umutlar dünyasıyız
Irmaklar birebir ırmak. Adamlar tam tamına adam.
*
MİLTON VE GÜL
Bütün kuşakların üzerinden güller geçti,
Zamanın derinliklerinde parçalandılar,
Unutuşların kurtarıcısı olmak isterdim ben-
Öylesine bir gülden tüm öteki şeylerden önceki
bir zamanda yaşıyor olmayı. Kara yazgım izin ver bana
Ayrıcalığımı tanıma yolunda, sonsuzluğun başlangıcı belki de bu,
Sessiz çiçeğe, yeryüzünde yapayalnız o son güle
Milton'a sunulmuş olanı kurtarmak isterdim öncelikle, ama
O göremeyebilir de. Ah gül, sayılmaların ötesinde ya sarı
Ya da beyaz, yaslı bahçelerden götürülen,
Senin büyülü varlığında gelip geçtiğin yerlerden
Ve korların alevlerin içindeki şiirlerden,
Altın renkli ya da kanla-örtülü, ufkun güneşi gibi ya da gölgeli,
Bir zamanlar Milton'un ellerinde, yitirilen gül gibi.
*
YAĞMUR
Kaç günden beri alacakaranlıkta şimdi de ansızın
dışarda minicik damlalarla yağmur yağıyor.
Yağıyor ya da yağmakta. Yağmur sürükleyicidir
kesinlikle kimlere uğruyor ki geçerken.
Her kim olursa olsun o yağarken canlanabilir anıları
ne zaman yazgısının değiştiğini kaderinin tuhaf cilvesini
kim verebilir artık ona böyle bir çiçeği onun adı ''gül'' idi
belleği sersemleten kırmızının gerçekte kırmızıya benzemediği.
Bu yağmur karşıda hangi pencerelere düşüyor gözyaşı gibi
kenar mahallelerin müjdecisi olduğu da unutulmamalı
kefene sarılı şarap üzerinde siyah salkımlar üzünçlü bir özlemin sesi
veranda da şimdi hayır çok önce. Akşamın serinliği
anımsattı bana o sesi, babamın o yürek burkan sesini,
kim getirebilir ki onu bana kim, ölümün kollarındayken şimdi.
*
DENİZ
İnsansı düşlerimizden (ya da korku) önce dokundu
Mitoloji, kozmogoni, ve sevi,
Önce zaman türedi günlerin içinde onun materyali,
Deniz, sonsuzlayın deniz, varolmuş; oldu.
Kimdir deniz? Kimdir şu gemi azıya almış ele geçmez yaratık,
Dehşetengiz ve pas tutmuş, kimdir temeline acılar salan
Dünyanın? O her biri tek parça ve tümü yekpare okeanostur;
O dipsiz bir uçurum ve görkemdir, rüzgâr ve kaderdir.
Kim bakıyordur ki denize, onda başlangıcı görür,
Sonsuz, bir şaşkınlık damıtılmışlıkla
An be an filiz süren kök salan şeylerden-güzelliklerden
Akşamları, ay, fener alaylarıyla Yeni Gün'ün ateşleri içinden geçerken.
Kimdir deniz, ve ben kimim? Son
İç çekiş köyünden uzaklaşırken söyleyeceğim.
*
ODYSSEİA, KİTAP YİRMİ-ÜÇ
İşlenmiş demirin canhıraş yankılar veren kılıcına sahiptir şimdi
Hak tanırlığın işleri, ve cana susamışlıkla kıvamındadır öç.
Şimdi parıldayan mızrak ve sayılmasız okların, acımasızdır her biri,
Küstahca kovulmalar düşmanlıkla besili duygular alabildiğine keskindir.
Tümü bir tanrı adına ve tümünü onun köpüren denizleri de yapabilirdi
Odysseus dönebilsin diye yurduna ve kraliçesine.
Tümünü bir tanrıda oluşturabilirdi, ve işte külgonca-yeşil
Kadınlar ve Kahraman' gürültü patırtıyla görkemle şanla.
Şimdi sevda içinde yüzüyor onların düğün yatağı
Düşlerin ötesindeki kraliçe uykuya dalmış, altın başı
Kralın göğsü üzerinde. Bu adam nerede şimdi
Geceler ve gündüzler boyu sürgünde dolanan kim
Yeryüzünde dönüp duran umarsız Argos gibi, ve söyleyebilirdim şimdi
Onun adı Hiç Kimse idi, Hiç Kimse, ne anlatmak istenmiş her kim vermişse?
*
AYNA
Çocukken ayna yüzüme vururdu üzüntülerimi
Öteki yüzüm, ya da bir tür kör beni görebilen
Kişiliksiz maskem onun yansıtıcılığını gizleyebilmeli
Bir şeyler tiksindirici, kuşku verici. Kaygılıyım da
Sessizliğin başucunda bakıyorum tuhaf yansımaya
Alışılmış düşüncelerle içinde avarece dolaşmaya
Ah yaşama bağlılığın boş saatleri, ve sığındığım limanın
Belirsizliği derinliği, uçsuz bucaksız boşluklardaki
Yeni-varlıklar düşleyen, renkler, bilinmezliği biçimlendiren.
(İşaret parmağımı sallardım ben; çocuklar utangaç olur.)
Şimdi açığa vurabilir ayna ne varsa her şeyimi
Ruhumun engebesiz, arınmış halden hale geçişini,
Gölgelerle lekelenmiş, morarmış kapkara suçluluğumla-
Tanrı görebilir, belki şu adamda görebilir ya.
*
EMERSON
Ağır sesi yitip gidiyor Montaigne'nin
Yeni Britanya'nın devasa kıyılarında
Akşamları yüceltilmiş soylu kırlarında.
Okuyor hazzın tek bir parçasını yaşayamadan.
Son ışıklarıyla yürüyor batan güneşe doğru,
Altın ufuklarla yayılan bir kır manzarasının ucuna;
Şimdi hareketlidir adımlıyor kararan yolları boylu boyuna
Kimdir yazan anıların arasında bin parçası düşen bu yüzü.
Düşünür o: Ben okuyabilirim yazılmış tüm kitapları
Ve ötekileri berikileri sağda solda unutulmuş
Yok edilemeyeni yok edilememişleri. Onay verdiklerimi
Şu ölümlü olduğunu söyleyen adama bak.
Adımı biliyorlar tüm kendini bilenler.
Ben yaşıyor da değilim. Tek isteğim sıradan biri olmak.
*
GÜNEY
Yıldızlı burçları verandadan
bir bir izleyebiliriz,
gölgelerinin gücünü izleyebiliriz
kristalize dağılan ışıklarını
şu benim bilisizce öğrenemeyişim onların ne adlarını
ne de gökadalardaki saltanatlarını,
sarnıçlardaki suyun titreşimini algılayıp
duyumsayabilirim,
bilgiçlikle yayılan kokularını süzerek ayırabilirim yasemini ve hanımelini,
uyuyan kuşun sessizliğini,
yayın büyüleyiciliğini, sinir krizi
-bunların tümü belki de tanrının şiiri.
*
BİR SAKSON OZANINA
Bilirim Northumbria'nın kış ortasında yağan karlarını
Ve senin ayaklarının bıraktığı izleri unutabilirim,
Ve şimdi sayısız güneşlerin ülkesine yerleştiğini
Senin zamanın ve benimki arasında, şu düşsel yakınlığım.
Yavaşça büyüyordun gölgelerde biçimlenirken sen
Büyük denizlerde arardın verdiğin kavganın metaforunu
Ve çam ağaçlarının arasında saklanıyordun korkuyla
Ve geçmiş günlerinin yalnızlığında.
Nerede senin düşünüp yazdıkların ve berkitilmiş adın?
Bütün bunlar gömülür gibi unutuldu gitti.
Şimdi söyleyemem aramızdakileri olup bitenleri
Senin için yaşayan biri dolanıp durdu senin ardından
Sürgün, eni boyu gezindiğin ıssızlığın yollarında.
Yapayalnız yaşadığın demir bir külçe gibi bıraktığın.
*
MÜZE
(Sınırlar)
Orada Verlaine'ın bir dizesi artık anımsayamadığım.
Orada komşu caddede artık iş görmez ayaklarım.
Orada aynalar son günlerimi görsünler diye acımasızca.
Orada albeni dolu bir kapı dünyanın sonuna dek kapalı.
Kütüphanenin içinde kitaplar (Şu sıra bakıyorum onlara)
sayfaları hiç bir zaman açılmayan.
Bu yaz bilmediğim yaşımı da geçmiş olacağım.
Ölüm yararlıdır belki de bana, kapımı çalarsa açacağım.
(-Julio Platero Haedo'nun Yazıtlar'ından, Montevideo,1923)
*
(Ozanın Ün Duyurusu)
Benim ünüm cennetin adımlarıyla ölçülür.
Benim işlerim için kavgalar verir doğunun kütüphaneleri.
Emirler beni kazanmak için sıraya girer, ağzım altınla dolar benim.
Melekler biliyor yüreğimde volkan gibi patlayan son dizelerimi.
Benim işimdeki araç onmaz acılar vermek ve hayasızca küçümsemektir.
Doğmadan ölmüş olmayı isterdim ben.
(-Ebu Kasım el Hadrami'nin Divanı)
*
(Heraklit'in Kederi)
Yeryüzündeki pek çok erkekten biri olsam da olmasam da Kiminle sarmaş dolaş olsa Mathilde Urbach kendinden geçer gibi olurdu.
(-Gaspar Camerarius'un Şiir Bahçesi VII, 16)
*
(Kuartet)
Hep ötekiler öldü, ama bu tüm gelip geçenlerin başına geldi,
ölümler için (herkes bilebilir) elverişlidir tüm döngüler.
Ben şunu söyleyebilirim, Yakup el Mansur'un bir yinelemesi,
ölecektir güller ölebilir de, ve Aristotle?
(-Muktedir el Mağribi'nin Divanı'ndan)
*
KUMPAS
Her şey sessizce bir sözcüğe dönüşmekte
dil içindeki şu 'Biri' ya da 'Birşey'e, gündüz ve gecede,
kötü yazım karalamalar hiç-bitmez tasımlamalarla notlarda,
yeryüzünün tarihi hangisidir bu acı veren, kucaklaşmada
Roma, Kartaca, sen, ben, herkese,
benim yaşamım, hangisi bir türlü kavrayamadıklarım, bu keder
varlığın gizindeki, üzünç veren öylesinelik ve tüm bilgimizi aşan bulmaca,
ve tanrının elinden çıkmış da Babil'in dilindeymiş gibi an be an dolaşımda.
Her bir ad yatıyor kaygıyla yalan dolanla adı hiç olmayanla.
Bugün ben anlıyorum adı olmayanların gölgelerde nasıl titrediğini
pusulanın yönecinde umarsızlık içinde apaçık kederini,
kimin yönetimindedir ışığın sonsuz denizlerde boy veren ışığı,
bir düşün içinde bir an için göze çarpan bir şeyi sevmek
ya da bir kuşun uykusunda ansızın ürpererek kanat çırpışı.
*
ALBORNOZ MİLONGASI
Biri saatleri saydı,
Günü öğrendi birisi,
Biri sanki vurdumduymaz
ve belki de aceleci.
Islıkla çalar milonga,
Albornoz'a sokularak.
Kara şapka siperlikli,
sabah güneşi gözleri.
O gün işte bugündür ki,
1890, belki.
Retiro'nun sınırında
gölgeleri sayar şimdi
aşk ve ateş oyunları
kuşluk vakti, tehlikeler-
yabancılar iyi midir,
bıçaklar ve bir komiser.
Katildi ve kafadardı
bitti küfürlü yaşamı.
Güneyde bir köşecikte
sonunda tattı bıçağı.
Bıçak değildi üç kişi.
Güç bela sökmüştü şafak
ama üçlüden, hangisi,
bitirdi onun işini.
Girdi bıçak yüreğine.
Yüzü tanıdı hiçliği.
Alejo Albornoz öldü
artık o bir hiç kimseydi.
Hiçliklerin kurbanını
kederle yad ettim işte
şu milonganın içinde. Bir
anıdır ikisi de.
(Alejo Albornoz mahalle kabadayısıydı 1902 yılında bıçaklı bir kavgada öldü.)
*
ON ÜÇÜNCÜ YÜZYILDA BİR OZAN
Zahmetli taslaklar üstünde dönüp duruyor o...
şu ilk sonenin (sürgit çağrışımlara açık),
öylesi karalamalar karmakarışık sayfalar-
birbirine girmiş, içkinleşmiş troykalar kuadriller.
Yavaşça pürüzler gider erir köşeler yiter sevimsizlikler,
durgunlaşır birden. Solgun bir müziğin duyusu yayılmıştır tınısı,
uzağında notların-çınlamasız öten gece kuşlarından öğrenilen
bundan dolayı gelecek çağların üzerine ağar görkemle?
Bir ayrıcalığa sahiptir o yalnız değildir
ve şu Apollon, inanılmaz ölçekte gizemli
arketip bir şarkı yaptı onun için-
bir kristal-duru istenç dolu içmek için
ne olursa olsun geceler gizlemiş ya da gün duyurmuştur
labirentler, şaşırtıcıdır, gizemlidir, Kral Oidipus?
*
SINIR
Ayın sessizce akıp giden dostluğunda
(Ben anlaşılamamanın Vergilius'i) seni koruyan birlik
akşam ya da dingin geceden ötede
şimdi zamanın içinde yiten, zamandaki huzursuzluğun
ilk gözün o sonsuza dek dışarı baksın diye oluştuğu
şu veranda ya da bahçenin tozu alınalı beri.
Sonsuza dek? Günün birinde birini tanıdım ben
bir çözüm muştulayacak gerçeği söylemeliyim;
''Ayı belki bir daha kıpkırmızı göremeyeceksin.
Belki senin için belirlenen yürek atımına ulaştı
yazgın. Yeryüzü ölçeğinde açılan her pencerenin
kesinleşmiş bir yararı yok. Çok geç. Onu bulamayacağız.''
Yaşamımız arayış ve unutma üzerine yücelen bir tükeniş
gecenin gönül titreten nazik alışkanlığıdır.
Alıcı gözlerle bak ona. O belki de senin son bakışındır.
*
KÂBUS
Ben eskilerden bir kralı düşlüyorum. Onun tacı
Demirdir ve bakışları ölüdür. Var olan
Bütün yüzlerse artık yok. Ve hiç bir zaman
Uzakta değil onun görkemli kılıcı, tazı gibi sadık koruyucuları.
Bilemiyorum eğer o Norveç'den midir
Ya da İskandinavlarülkesi'nden. Ama bir kuzeylidir o, Biliyorum.
Onun kızıl sakalları göğsüne çarpar. Ve olamaz,
Onun kötürüm bakışları gözünü dikemez yaşamımla kesişemez.
Neden parçalanmış bir aynanın içinde, denizler üzerindeki bir gemi
Kıstakların güzelliği kayalıkların ele geçirilmesiyle kumar oynayan
Adam bu olabilir ki, ölünün rengi ve mezar, manda başlarla yola düşme
Ondan bana geçmişçesine ve acılar?
Ben biliyorum o düşleri ve düşlerim beni de yargılar, ne ki henüz yargılamış
Değil. Gündüzün hayaleti onur veren geceleri aralanmadı henüz. O gitmiş değil.
*
YAZIT
''Büyük-büyükbabam Isidoro Suarez'e''
Onun yiğitliği Andes ötesinde geçti.
O dağlar ve ordulara karşı savaştı.
Onun kılıcı cesaretin alışkanlığıydı.
Junin'deki savaşı haykırışlar
uğurlu buyrultular bitirdi
ve İspanyol kanı Peru mızraklarını göklerden sildi.
O madalyonlara boğuldu tarihler söz etti
insan yavruları çığlıklar atsın ara sokaklar horonlar tepsin diye.
Sonunda o kederli ruh göçüren yalnızlığını seçti.
Utkunun döşeğinde uyuyor ve bir avuç tozdur şimdi.
*
SOKAKLAR
Buenos Aires sokakları
ruhumdur benim.
Doyumsuzluk içinde olamaz onlar
kalabalıklarda itişip kakışmalar ve trafik,
mahalle aralarında nerede bir şey olursa ama,
tüm gözlerden uzaktır alışkanlığın ruhuyla,
gün batımının yorgun ışığı yaşamı anımsatır,
ve belki o kederin dışında kalanlar,
avuntu veren ağacın dirim veren gölgesinde,
nerede gösterişsiz aralıklarla küçük evler varsa,
ulaşılmaz özlemlerin birbirinden ayırdığı,
yeryüzünün ve gökyüzünün kaygı veren enginliğinde
özünü yitirmişlerdir.
Yalnızca biri için umuttan söz edilebilir
çünkü dile gelmez binlerce ruh yaşamaktadır orada,
oyalayan gözetleyen tanrının ve zamanın boşluğunda
ve kuşkusuz kristaller kadar değerli paha biçilmez.
Batıda, Kuzeyde, ve Güney'de
o sokakları tanıyorum-ve biliyorum onlar benim ülkem:
açtığım yolların şu onulmaz sayrılığı içinde uçabilirler
sevinçle onları simgeleyen bayrakların flamaların eşliğinde.
*
MÜZİK KUTUSU
Japon Müziği. Üzünçle damlayan bal
Ya da altınsı zerreler görünmeyen
Işıldayan bir su saatinden süzülen,
Ve zamanla yinelenen bir örüntü dokuma
Sonsuzca, inci gibi, gizemli, ve duru.
Her biri son olabilir diye hayıflanmıyor değilim.
Geçmişten bir geliyor bir yitiyor. Hangi mabetten,
Hangi dağların tazecik bahçelerinden bu,
Hangi bilinmeyen bir denizin gece ritüeli,
Hangi melankolinin utangaçlığı körpe kızarıklığı,
Hangi öğleden sonraların masumiyeti ve ufukta yiten
Bilinmeyen bir gelecekten mi bana geliyor o?
Bilemiyorum. Önemi yok. O müziği
Duyumsuyorum ben. O olmak istiyorum. Ben kanıyorum.
*
KÜLLERİN ADEM'İ
Olgunlaşmış bir hevenkten düşer gibi can verecek kılıcın.
Bir kayadan daha kırılgandır bir kadeh bundan böyle.
Tüm yaratılar kendi kehanetlerinin tozudur artık.
Demir pas tutmuş. Ses çürümüş, yankı bile.
Adem, senin küllerindir, tüm çağların babası.
Son bahçende mezarın olacaktır böylelikle.
Pindaros ve gecenin büyücül kuşu yalnızca sestir.
Yorgun gün batımının yansımasıdır dirim veren tan atımı.
Miken Kralı'nın avadanlığı, sessizce duran altın maskesi.
En büyük surların hışmı, yüceltilerek aşağılanmış harabeler.
Urquiza ölüme giderken arkasında parıldayan hançer.
Aynada kendi yüzüne bakan değişmez yüzün ağulu
Geçmişin sana görünen yüzü değildir. Gece onun alevden spermini çoktan
Tüketti. Narin düşüncelerle dolu zaman bizi kalıplara soktu bitirdi.
Ne sevinçli olmak suyun akışkanlığında
Koşarken meselleri içinde Heraklit'in
Kesinlemelerle, ya da kaotikliğin us kıran ateşinde,
İşte bu uzun günün, bu uzun gecesinde,
Hiç kimsenin olmadığını görüyor ve artık geri dönülemeyeceğini biliyorum.
*
HERHANGİ BİR ÖLÜ İÇİN
Başıboş bir anı ve umutları hiçliğe yuvarlanmış,
uçsuz bucaksız, düşlemsel, gelecekte bir yerde,
devinimsiz bir gövde kendisi olamaz: O bir ölüdür.
Gizemcilerin Tanrı'sı gibi,
bir özellik taşımamakta ısrarlıdır ne yazık ki,
yürek atımı ansızın duran biri her yerde ve her kimse olabilir,
ama yeryüzünde yokluğu hiç bir şeydir ve öylesidir yitip gidişi.
Bir yırtıcı gibi atılırız onun boşluğuna yağmalarız bozguna uğratırız her şeyi,
tek bir seslem tek bir renk bir anı bile, bırakmayın ondan:
İşte gözleri onun sizi süzen çukurlarından,
onun gönlü pusuya düştü baş koyduğu yollar, tekinsiz kaldırımlar kol kesti.
Düşüncesi de olabilirdi
nedir acımasızlığınız.
Onunla aranızda bir gizlenti, çalıntı bir uçurum vardı,
günlerin ve gecelerin hazinesi miydi paylaşamadığınız.
*
VİLLA ORTUZAR'DA GÜN BATIMI
Sanki Songün'ün akşamı.
Cadde'nin sonunda göklerde bir yara gibi açılıyor.
Uzaklarda güneş bir parıltı ruhların bir meleği gibi yanıyor?
Acımasız, bir kâbus gibi, tarazlanan uzaklıklar bana doğru ağıyor.
Sarı altın oklarıyla dur duraksız kederler veriyor ufuk.
Yeryüzü yararsız bir şey gibi küçülüyor, minicil bir nokta gibi.
Gündüz hâlâ gökyüzündedir, ama gece gözlüyor aldanışların saflıkların içinden.
Bu dehşetle maviye-doyurulmuş duvarlar ve cıvıldaşan kızlar ışıklar içinde yüzüyor.
Şimdi isteri dolu bir ağaç ya da bir tanrıyı, pas tutmuş kapıların aralığından gösterebilen var mı?
Göz alabildiğine uzanan arazilerde: ülkeler, engin denizler, solgun yamaçlar, düzlüklerde.
Bugün oralarda hazineler vardı: sokaklar, haritaları görkemle adımlayanlar, şaşkınlık verici akşamlar.
Geri dönmek istiyorum ben, Buralardan uzakta kendi umarsızlığıma.
*
BEKLEYİŞ
Ne senin duyumsanır içtenliğin, ne bir şölende o soycul derinlikli bakışların,
ne de bir inci kuşu gibi süzülür bedeniniz adına, alabildiğine gizemli, çekingen, ve bir çocuk gibi,
yaşamınız sanki bana doğru geliyordur, sözcüklerin ya da sessizliğin boyun eğen,
karşılaşmalarında bir armağan ancak böylesine büyüleyici bu denli çekici albenili
gizemlerle yüklü olabilir senin uykularında, düşsel bir görüntü benim
sayıklamalarımda bir tılsımcasına sarıp sarmalayan.
Sonsuzca göz değmeyen, bir tanrısallık, erinç veren uyku eşliğinde,
kuşkusuz bir tansık şu bağışlayıcı bellekle kurtarıldı bazı şeyler sessizlik ve aydınlığın
büyüsü gibi kendi kendimizin sahibi değiliz ki dönüp seni biryaşamımızın kıyısına bırakacak.
Güzelliğin acılarıyla dökülen yapraklar gibi
Ben ayrımındayım sonuçta sizin varlığınızda kıyıya çekileceğimin
ve ilk kez bakabilmenin tansığıyla, belki,
varlığında bir Yaratıcı'yı görüyor olabilmek gibi-
sürükleyici Zaman'ın eni sonu düzen veren kurgusunda,
karşılıksız aşkın kederli, öznesini yok eden sonsuzluğunda.
*
BİR ANSİKLOPEDİ EDİNMEK ÜZERİNE
İşte dev gibi bir Brockhaus ansiklopedisi,
bir atlas ve sıkıştırılmış hacimleriyle sütunlar,
burada Cermen ruhuna adanmış bir özveri
burada gizemci Platonistler ve sezgici Gnostikler vardır,
ilk atan Adem buradadır ve Bremen'in Adamı'da,
bir kaplan ve bir Tatar,
özenle dolu tipoğrafik dizayn ve mavi okyanuslar,
burada tüm zaman'ın belleği ve labirentleri vardır,
burada alçalan yalan ve yücelen gerçek vardır,
burada her bir kişiden öğrendiğim yoğunlaşmış bir derleme
burada tüm yitirilmiş saatlerin toplamı vardır.
İşte, artık, pek işe yaramaz gözler, yolunu bulamayan eller,
üzünçle okunamayan sayfalar,
yarı körlüğün loş gölgeli hezeyanlarıyla, duvarların arkasında.
Ama aynı zamanda burası yeni bir alışkanlığın yeridir
uzun zamandır süre-gelen aşk gibi bir eğilim, ev,
belleği oyalayan bilmece ve her şeyin bir vücut bulması yerli yerince
tüm şeylere duyulan o gizemli bağımlılıkta-
kendileri bizden habersiz olan ve sürekli öğütüp öğrendiğimiz durmadan.
*
ALEXANDER SELKİRK
Düşledim denizi, o denizi, beni sarıp sarmalayıp kuşatan,
Ve onulmaz düşlerden Tanrı'nın çanları sayesinde
Kurtarıldım, ne kutsasın ve hangi günahlardan arındırsın
Bu ehil ellerle dolu İngiltere ufuklarının sabahlarını.
Yıllarımı verdim ben, ıstıraplara sürüklendim ıssız ve sınırsız
Ürkütücü ve ölümsüz görüntülerin sonsuzluğuna bakarak,
Şimdi gene söylüyorum hangi martaval hangi masal bir kez daha
Yinelenmiştir, içinden çıkılmaz bir saplantı gibi, barlarda meyhanelerde.
Tanrı insanın dünyasına benim hak tanırlığıma geri dönmüştür,
Şu aynalar ve kapılar ve düzen dolu sıralamalar ve adlarla,
Ve o kıraç bitkin topraklara bakan kim ve o dalgın
Denizler ve sonsuz göklerdeki artık ben değilim.
Ama işte bu yüzden artık bulabilirsiniz beni
Burada türlerimin arasında, yaşam sevinciyle dolu ve güvenli?
(*) Bir zamanların sürgün denizcisi Alexander Selkirk'in (1676-1721) deneyimleri Daniel Defoe'nun Robinson Cruose'una esin ve kaynaklık etmiştir.
*
NEDENLER
Günbatımı ve kuşaklar
Günler ve hiçbiri ilk değildi.
Adem'in boğazındaki suyun
Tazeliği. Cennetin düzeni.
Karanlığı deşifre eden göz.
Şafakta kurtların aşkı.
Sözcükler. Ayna. Altı ayaklı dize.
Babil Kulesi ve kibir.
Keldani'nin göz attığı sönük ay.
Ganj'ın sayılamayan kumları.
Chuang Tzu ve düşlediği kelebek.
Adaların altın elması.
Labirenti anlamsızca dolaşan adımlar.
Penelope'nin eğirdiği yün.
Stoacı'ların dairesel zamanı.
Ölü adamın ağzındaki sikke.
Tartıyı çökerten kılıç.
Su saatinden süzülen damla.
Kartallar, umut dolu gün, lejyonlar.
Pharsalus'un sabahındaki Sezar.
Yeryüzünü süsleyen haçlar.
Perslerin satrancı ve cebiri.
Kavimler göçünün izleri.
Kral kılıçlarının fethi.
Acımasız pusula. Açık deniz.
Saatin yankısı bellekteki.
Kralın baltayla idam edilişi
Hesapsızca toz olan ordular.
Danimarka bülbüllerinin sesi.
Hattatların büyüleyen harfleri.
Aynanın suikastına uğramış yüz.
Kumarbazın kartı. Açgözlü altın.
Çöldeki bulutların biçimi.
Kaleydeskobun arabeski.
Her pişmanlık ve gözyaşı.
Tüm bunlar kusursuzca yapıldı
Ellerimiz karşılayabilirdi.
*
BİR AN
Nerede yüzyıllar, Tatarlar'ın ağırladığı
kılıç-çatışmalarının düşü nerede,
nerede dümdüz olmuş ürkütücü surlar?
Nerede ormanın Haç'ı, Adem'in Ağacı?
Şimdi bir başınadır. Bellektir zamanı
kuran. Saatlerin rutin hatasıyla
gelen ve birbirini izleyen. Geçen bir
yıl geçmişten daha az kibirlidir.
Düşen gece ve şafak arasındaki uçurumlar
elem veren, mutluluklar, ve kaygılardır.
Geriye bakan o yüzün ıssız aynalardan,
gecelerin aynasından, aynı yüzün değildir.
Kısacık bir gün nasıl da kırılgan ve sonsuz gibidir:
başka bir Cennet'tir peşine düştüğümüz, başka bir Cehennem'dir.
*
GREK ANTOLOJİSİNİN KÜÇÜK BİR OZANINA
Nerede şimdi anıların
yeryüzündeki günlerinin, ve renkleri
sevinçle acılarının, ve kendi yarattığın evrenin?
Yılların akışında onlar yittiler
geçerli bir sıralamada gelen; bir sözcüksün şimdi sayfaların içindeki.
Tanrıların başkalarına verdiği utkuların sonu yoktur:
kitabeler, anıtlar, sikkeler üzerindeki isimler, vicdan sahibi tarihçiler;
senden biliyoruz bütün bunları, gölgelerin dostu olmuş sevgili
tan ağarırken o iç yakıcı kuşun sesini duyduğumda.
Şimdi bir Hayalet'sin Asfodel Çayırları'nda, senin ruhun, boşluk içindeki,
tanrılar kıskançtır dikkat etmek gerekirdi.
Ama günler küçücük sorunların ağlarıyla örülü,
ve daha büyük nimetler vardır
yakılıp kül olmaktan unutulmaktan?
Başımızın üstüne tanrılar tutuşturulmuş
utkuların amansız ışığında, hangi gizil tapınaklarla ve ortaya
çıkarılmış hangi suçlarla;
utku, şu paganizmin dökülmekte olan son gülü;
onlar seninle daha bir düşünceliydi, canım kardeşim.
Bu gece bitmeyecek akşam kendinden geçercesine dinle
o çigan ötüşünü yazgısı sana benzer Theocritus' bülbülünü.
*
HERMAN MELVİLLE
O her zaman denizlerle kuşatılmıştı, onun bilgeleri,
Saksonlar, kimdi ki adı okyanustan doğanlar
Balina Yolu, böylece birleştirici iki şey
İki büyük şey görkemli ispermeçet
Ve sonsuz denizlerin çapası.
Denizler hep onunlaydı. Zamanla gözleri
Hep büyük sularda büyülü okyanuslarda kaldı
Zaten onun çılgınca özlemleri vardı
Denizleri sulamak cehennemi okyanusları tasarlamak,
Ve kimilerinin ilkinsil örneklerini sunmak.
Bir adam yeryüzünün sularına kendini verdi
Ve emeklerinin altın rengi dalgalarda eridi
Ve o kızıla bulanmış zıpkınlarla çekerek getirdiği
Ejderha'lar ve kımıldayan ürkütücü kumlarla geldi
Ve onun geceleri ve sabahlarının sevdası okyanus dolu
Ve ufukta bekleyen yazgısı pusuda ve yosun kokusuyla
Ve yürekli dev dalgaları aşmış olmanın mutluluğuyla
Ve Ithaka'ya ulaşmanın haz dolu ulaşılmazlığıyla.
Okyanuslar fatihiydi, hep göğsünü gererek yürüdü o
Yeryüzünün dışındaki hangi dağlar büyümeye
Ve hangi haritalar belirsizliğin kollarında
Uyumaktalar bir pusula gibi zamanın sessizliğinde.
Bahçelerin gölgelerinde gizlenerek bu mirasın
Melville kulaçlıyor Yeni İngiltere'nin akşamlarını,
Ama azgın deniz onu yine kollarına çekecektir. Onun
Yüz kızartan adını yerlilerden alan
Peguod'un bu uslanmaz gözü dönmüş kaptanı,
Kaosun tanrısı Okeanos'la, onun yeri göğü sarsan haykırışları
Ve dizginsiz beyazlıklar ki nasılda nefret üretir, kusturucudur.
Olağanüstü bir masaldır o. Deniz yaratıklarının çobanı Proteus'dur.
*
TEKSAS
Burada. Burada da başka diyarlarda olduğu gibi
Yerkürenin, tüm kıyılarında sonsuz ovalarında
Bir erkeğin çığlığı yapayalnız ölür her nerede olursa.
Buradadır Hint eli denilen, bir kement, yaban atı.
Burada da kendini hiç bir zaman gösteremez bir kuş,
Bir akşamın anısı için ötüşürken bile
Tarihin gurultuları hay huyu üzerine;
Burada da yıldızların o mistik alfabesi
Biricik adları kalemimin ucuyla sayfalarda yazılı
Bir kenara süpürülüp unutulmadı sürekli
Günlerin bıktırıcı labirenti; San Jacinto
Ve şu diğer Termopil, bildiğiniz Alamo.
Burada da hiç bir zaman anlayamamıştım zamanın durduğunu
Yaşamın, bir kaygı ve kısacık bir gönül macerası olduğunu.
*
LUKE XXIII
Yahudi veya değil ya da yalnızca bir adam
Kimin yüzü zaman içinde giderek solan,
Sessizlik onu kurtarmak olmayacaktır
Unutulmaktan adıyla mektuplarından.
O bağışlamak nedir biliyor olabilir,
Çarmıha çivilenmiş bir Yahudi bir hırsız?
Bizim için her şey yok olup gidecektir.
Onun son girişiminde her şey bitecektir,
Bir çapraz tahtada gerilerek ölmeyi,
Kalabalığın sataşmalarında öğrendi
İşte onunla yan yana ölüyordu bir adam
O Tanrı idi. Ve körü körüne dedi:
'Sen geliyorsun senin krallığından
Beni anımsa' ve korkunç haçından
Düşlenemez bir sestir
Bir gün bizi yargılayacak olan
Ona cennet vaat edildi. Başka bir şey denmedi.
Sonu gelmeden önceki konuşmalarında,
Ama geçmişin tutanakları izin verir mi
Son akşam yemeğinden sonra ölmüş adına.
Hey arkadaşlar, bu kardeşiniz masum
Ey İsa! Onun yapmak istediği bir yalınlık
Aşağılayıcı cezanıza, soruşturma gerekti
Ve büyük Cennet bağışlanabilir artık
Öyleyse o gün onun peşindekiler kimdi
Ve her şey bir günah uğruna ve kan dökmek içindi.
*
SESSİZLİĞİN ÖVÜNCÜ
Karanlığa ışığın saldırısıdır yazılar, daha olağanüstü göktaşlarından.
Bilinmezlikle dolu kentlerden taşranın hoyratlıkları devraldı onu.
Benim yaşamım ve ölümün güvenceleridir onlar, Ben hırsla gözlemlemek ve onları kavramak istiyorum.
Onların günüdür havada bir kement gibi açgözlü olduklarında.
Onların gecelerinde ani ablukalar adına, çelikten gelen bir öfke vardır.
Onlar insanlığı konuşuyorlar.
Benim insanlığımın duygularıdırlar biz aynı seslerin aynı yoksulluklarıyızdır.
Onlar toprakları konuşuyorlar.
Benim toprağım, bir gitarın acıları, bir kaç portre, paslı bir kılıç, akşam söğütlerin gölgesinde gezinen aydınlık bir duadır.
Zamanım beni yaşıyordur.
Sessizdir benim gölgem, geçip giderim, kibirli, açgözlü kalabalıklar arasından.
Onlar kaçınılmazdır, eşsizdir, yarınlar için korunması gereken bir değerdir.
Benim adım hiç kimse ve herkestir.
Yürüyüşüm yavaştır benim, uzaklardakinin gelişini bekleyenler gibi değildir yaklaşanlar gibidir.
*
TILSIMLAR
Snorri'nin kaleme aldığı, Danimarka'da basılmış 'Edda Islandorum'un, ilk elden bir kopyası.
Schopenhauer'un hacimli çalışmalarından göz alan beşli.
Chapman'ın 'Odyssey'inden iki manüskri.
Çöllerde şakırdayan bir kılıç.
Mate içmeye yarar bir yılan ayaklı büyük babamın Lima'dan getirdiği.
Işıkların gölgesinde kalmış bir prizma.
Bir kaç aşınmış Daguerre cihazı.
Cecilia Ingenieros'un bana verdiği babasından kalan toprak ve suyun ahşap küresi.
Duvardaki kırık asayla Amerika'nın ovalarını, Kolombiya ve Teksas'ı adımladım ben.
Silindir kutularda unutulmuş diplomalar.
Bir doktora, pelerinler, kepler.
'Las Empresas', Saavedra Fajardo'nun, iyi koku yaymaya zorunlu İspanyolca bir kebikeç.
Sabahın belleğindeki.
Virgin ve Frost'un dörtlükleri.
Macedonio Fernandez'in ileri sürdükleri.
Söylentileri ahalinin ya da bir aşkın.
Onlar kesinlikle bir tılsımdır, ama yararsız bilinmezciliğe karşıydım ben, adım gizemcilerle anılsın istemem.
*
BENİM BÜTÜN YAŞAMIM
Burada bir kez daha sözü edilebilen ağızlardan biri, benzersiz ve sizinki gibi.
Ben mutluluğu neredeyse yakalamıştım ve acıların gölgesinde beklemiştim.
Ben denizlerden geçtim.
Bir çok topraklar tanıdım ben; Ben bir kadın ve iki ya da üç adam görmüştüm.
Bir kız sevdim ben, bir İspanyol ağırbaşlılığıyla solgun güzelliği ve onuruyla.
Ben kentin varoşlarını dolaştım, ve ta nerelerde sonsuz güneşin yayılışının yorulmasızca batışının tanıklığıyla, bin bir kez.
Ben pek çok görüşten dillerin savaşından alış verişten zevk aldım.
Ben olanların tümüne derinden inanıyorum tüm bunlara ve göreceksiniz ben tüm bağlılığımla yepyeni şeyler başarabilirim.
Geçen günlerime ve gecelerime onların tüm varsıllığına ve yoksulluğuna, Tanrı'nın ayrım gözetmeksizin tümünü kayırdığına ve tüm insanlar adına bunun böyle olduğuna inanıyorum ben.
*
ŞİİR
I
(Yüz)
Uyurken sen. Seni uyandırmak.
Bir yanılsamanın başlangıcıydı engin sabahta.
Unutmuştun Vergilius. Burada hekzameter vardı.
Bir sürü şey getirebilirim.
Dört elementini Yunanlıların; ateş, toprak, hava, su.
Yalnızca adını bir kadının.
Ayın arkadaşlığını.
Parıldayan renklerini atlasın.
Hangisinden arındırır, unutuş.
Seçer bellek ve yeniden canlandırır.
Bir alışkanlığın çabasıyla ölümsüzlüğü duyumsuyorum.
Ölçmek ellerimizle yeryüzünü ve açıklanmaz zamanı.
Esintisi sandal ağacının.
Bir metafiziğe, gösterişe kapılmadan, kuşkuları çağırabiliriz.
El görüp sezebilir asanın doğrusunu.
Balın tadını ve salkımın gizem dolu kokusunu.
II
(Öbür Yüz)
Uyuyan birisini uyandırmak için
işte bir eylem günü birlikte
ürperen bizleri düşünebilirsiniz.
Uyuyan birisini uyandırmak adına
evrenin bitmez tükenmez hapsinde
şafakta ve gün batımından aşkın
onun zamanı birilerine yüklenmiştir.
Bu ona göstermektir biri ya da bir şeyin
adını bağlarını ve bu ona bir erkin istemini
bağışlar geçmişin birikimiyle.
Bu sorun sonsuzlukta,
o yükü yüzyıllarda ve yıldızlarda görebilmek adına,
başka bir Lazarus zamanında anabilmek adına
belleğine yüklenecektir.
Bu Lethe suyunu yazık ki küçümsemektir.
*
MUTLULUK
Kim bir kadını kucaklarsa Adem'dir o. Havva'dır kadında.
Her şey ilk kez oluyordur.
Gökte bulutsu bir şey görmüştüm. Ay olduğunu söylediler, ama
bir sözcüğün ruhu ve mitolojiyle ne yapılabilir.
Ağaçlar beni ürkütüyor. Korkunç güzeller.
Hayvanlar çok sakin bu yüzden onlara adını söyleyebilirim.
Yazınsal sayılamayacak kitaplar var kütüphanede. Onları açtığımda başka bir bahar.
Ben Sumatra'yı atlasın yaprakları gibi düşlüyorum.
Kim karanlıkta bir kibrit yakıyorsa ateşi de bulmuş olur.
Bir aynanın içinde Öteki pusuda bekliyordur.
Kim bakarsa okyanustan görünür İngiltere.
Kim okursa bir dize Liliencron çatışmaya girmiştir.
Ben Kartaca'yı düşledim ve onun yıkılışını lejyonlarca.
Ben bir kılıç ve ona benzer bir cetveli düşledim.
Burada aşka tutunanı ya da elinden kaçıranı da övmek gerekir, ama yittiklerini söylediler.
Kâbuslarımızı da övmeliyiz, hangi gücün bize cehennemi esinlediğini gösterdiler.
Kim bir ırmaktan aşağılara iner o Ganj'ı izler.
Kim bir kum saatine bakıyorsa bir imparatorluğun dağılışını görür.
Kim bir hançerle oynuyorsa Sezar'ın ölümünü öngörüyordur.
Kim bir düş içinde geziniyorsa var olduğunu biliyordur.
Dirimcil bir Sfenks tanıdım ben çölde, salt heykel biçiminde.
Güneşin altında eski diye bir şey yok.
Her şey ilk kez oluyordur, ama bir tür sonsuzluktur bu.
Kim okuyorsa benim sözlerimi onu yeniden yaratıyordur.
*
ÜN
Gördük büyük Buenos Aires'te, yükselişi ve çöküşü.
Toprak sekiyi, asmayı, dargeçidi, sarnıcı.
Anglo-Sakson dilini alt üst edip aramak, devraldığımız İngilizceyi.
Bir nostaljidir Latin için, bir Alman'ın aşkını dile getirmek.
Eski bir can alıcıyla konuşmak Sicilya'nın varoşunda.
Hoşnut olmak satrançtan ve yaseminden, kaplanlardan ve antik dizeden.
Okumak Macedonio Fernandez'i, anımsamak onun sesini.
Metafiziğin ünlü belirsizliklerini biliyor olmak.
Barışın aşkı alçak gönüllü ve kılıç onurludur.
Adaların açgözlülüğü gerçek değil.
Sol yanlı değil benim kütüphanem.
Alonso Quiano ve Don Kişot olmak bir meydan okuma değildir.
Ben benden çok bilenlerin kim olduklarını ne öğrettiklerini bilmiyorum.
Esin veriyor olması ayın ve Paul Verlaine'ın armağanlarının.
On bir heceli bazı alışkanlıklarımız dönüştürülebilir.
Geri gitmiş olmak eski masallardan söz edebilmek için.
Günümüzde beş ya da altı metafor dilinde yeniden olmak.
Satın alınmayı savuşturmak.
Cenova'nın, Montevideo'nun, Austin'in, ve (tüm erkekler gibi) Roma'nın yurttaşı olmak.
Adanmış olmak Conrad'a.
Kimse tanımlayabilir mi nedir: Arjantin.
Kör olmak.
Bunların hepsi olağanüstü ben anlamış değilsem de onların birlikteliği belki bir ün getirdi.
*
MEKSİKA
Ne denli benzeri şeyler! Atlılar ve ova,
Kılıcın alışkanlığı, maun, ve gümüş lira,
Kameriyedeki koku o koyu balzam,
Ve Latin'in düşürüşü az şey mi, Kastilya'yı.
Ne denli benzersiz şeyler! Bir mitoloji
Kanın birlikte dokumak şiddetle yok oluşunu tanrıların,
Dehşet verici kaktüs çölün yakasını bırakmayan
Ve sürgit gün ışığının önünde giden bir gölgenin aşkı
Ne denli ölümsüz şeyler! Dolu avluda
Yavaşça tüy gibi süzülen ayışığı gören yok, solmuş
Menekşe unutulmuş Najera'nın sayfaları arasında ezilmiş,
Darbenin etkisiyle dalga çekiliyor kumun üzerinden.
Onun ölüm döşeğine yerleşiyor adam içinde
Bekleyebilmek sonunu. Her bir şeyiyle, o istiyor onu.
*
ÇARMIHA GERİLMİŞ İSA
Çarmıha gerilmiş İsa; onun ayakları yeryüzüne dokunuyor.
Üç haçta aynı derecede yükselmekte.
İsa ortadaki değildir. O yalnızca üçüncüdür.
Kederlerle süslü sakalı göğsüne yayılmış.
Gravürler içinde seçilmez yüzü.
Yalnızca bir, Yahudi. Yazık ki öyle değil
Ve onu aramayı sürdürüyorum ben
yeryüzündeki son adımıma dek.
Acılar içinde bir adam ve tek bir şey fısıldamıyor.
Dikenli taç ıstırabıdır onun.
O kalabalıkların taşlamalarına ilgisiz
sayılmasız acılar işkenceler gördü o
onun ya da başkasının ayrıcalığı yok ki.
Çarmıha gerilmiş İsa. Kaos içindeki
dünyayı düşünüyor o beklemekte onu belki de,
düşünüyor kadının dünyasını kim olduğunu değil onun.
O teolojiyi algılama yetisi değildir,
çözülmez değil Üçlemesi, Gizemciler,
katedraller, Occam'ın Usturası,
erguvaniler, papalık tacı, dinsel ritüel,
Guthrum'un kılıcının zorlu dönüşümü,
orada Engizisyon, kurbanlarının kanı,
vandallık dolu Haçlı Seferleri, Jeanne d'Arc,
kutsanmış Vatikan ordusu ve rol dağılımı.
O bir Tanrı olmadığını biliyor ve bir insandır o
ölür günü gelince. O seçilmiş değil.
Neyi duyumsayabilir o çiviler ağır demirdir.
O bir Romalı değil, o Grek değil. O İnlemelerdir.
Görkemli metaforlar bıraktı bize
ve bağışlayıcı öğretiyi, geçmişten
beri yapabileceğimiz. (Bu tanıt hücredeki
bir İrlandalı tarafından yazılmıştır.)
Ruh heyecan içindedir, sonunu arar hep.
Gece indi. Şimdi ölüdür o.
Bir sinek hala tarıyor bedenini.
Ah bu adamın acılarını bana yükleyin,
eğer ben dayanabilirsem şimdi?
''Kyoto, 1984''
*
BEPPO
Bekâr beyaz kedi bekâretini inceliyor
göl duruluğundaki-bakır ayna'da,
kuşkulanacak değil ya bâkir beyazlık ona bakacaktır
ve şu altınsı gözleri bir cin gibi daha önce görülmemiş değil ki
evin içinde tuhaf gölgeleri sürünüp durur kendisi gibi.
Kim bekâra şu kendini gözetleyen bekrîye diyebilir ki
düşlemlerle düş kurmanın yolu şu el değmemiş biricik yansıdır?
Özellikle usum kışkırtır bu uyumlu varlıkların-
parıldayan sırça köşkte, kanı kaynayan bir köpekle dalaşını-
her ikisinin iksirli bir imgelemde içkin zamanla
çarpışan sonsuz yansıyışını. Plotinus Enneadlar'ı
içinde, kendisinin de bir imge olduğunu, çoğu kez söylemiştir.
Adem'in cenneti önceleyip gelişi,
gizemine erişemediğimiz tapınma
hepimizin içinde belki de cam kırıklarıyla dolu unutulmuş bir-ayna?
*
MANUEL MUJİCA LAİNEZ'E
Yazı ölümsüzdür. Isaac Luria'yı koruyabilir,
Düşlenemez anlamları, tümü otantik sonra,
Kimi gerçek okuyucudur, metinde,
Ve okuyor, herhangi bir meseli.
Özyurdun senin türevindir, görkemle savrulmak,
Kör bilisizliğime gün ışığı girdi
Ve öylesi ezgi küçümsedi özlü Ezgi'yi. (Benim
görüşüm antik gözü peklik bir özleyiş mi
Ve körleme atışın hançeri) Kanto ürperiyor şimdi,
Şimdi geleceğin kitleleri ve senin türdeş
Krallık kime gönül borcu duyacak ve kederin olacak
Yükselen dalgalanma, yükü neredeyse şiir'in ötesi.
Manuel Mujica Lainez, biz her ikisini kucakladık
Bir özyurdu -anımsa?- yetmezlik hangisiydi.
/
Manuel Mujica Lainez 1910 doğumlu Arjantinli romancı, öykü yazarı, biyografi yazarı ve şair, tarihsel romanı Bomarzo (1962) için İngilizce konuşan dünyanın en ünlüsü denilir.
*
HAK TANIR
Bir adam bahçesinde boy atıp, serpilsin istedi Voltaire.
O müziğin varlığı adına gönül koyduğu biri.
Etimolojik köklerin ulanırlığını izlemekten şaşkınlık duyan biri.
Güneyde bir kafede, sessizce satranç oynayan, iki işçi.
Bir renk ve biçimi düşünmekle yanıp tutuşan, çömlekçi.
O hoşnut olmayabilir, bu sayfayı enfes biçimde düzenleyecek olan dizgici.
Bir kantonun son üçlüğünü okuyan, bir kadın ve adamdan her biri.
O ki uyuyan bir hayvanı okşuyor.
O haklı olabilir, ya da odur dileği, yanlış yapılan biri.
O Stevenson'un varlığına gönül borcu duyuyor.
O doğrulukla uzanan elleri yeğleyen biri.
Ayrımında olmaksızın, dünyamızı dünya kılıyor, bu insanların her biri.
*
YARATAN
Bizler ırmağız, Heraklit'in bir şaşırtısı.
Zamanız biz. Onun imgevi yönlendirmesi
Aslanlara varan ve dağlar boyunca,
Tutkunun gözyaşları, arzunun külleri,
Sonsuzca umut fırsat kollayan,
Toz olan imparatorluklar uçsuz bucaksız,
Hekzameter dizeleri Roma ve Yunan,
Ulu şafakların altında yüzen kasvetli okyanus,
Ölüm öncesindeki uyku, önceden tattığımız,
Silahlar ve anıtlar, gemi azıya alan savaş,
Bilisiz Janus'un iki yüzünden her biri,
Fildişi labirentlerle örülmüş
Ahşapta dönüp duran satranç taşları,
Kızıl elleri Machbet'in kini
Kan denizlerine dönüştüren, ürkünç
Gölgelerin, gizemli çalışma saatleri,
Sonsuzluğu çoğaltan aynanın iyimserlikleri
Öteki aynalar ve hiç kimsenin göremedikleri,
Çelik gravürler, gotik harfler,
Barın solundaki vitrin sarı lahana kelebeği,
Uykusuzluğun ağır çanları,
Yıldıran gün batımı ve tan atımı ve alacakaranlıklar,
Yankılar, akıntılar, kum, yosun, düşsel yıkıntılar.
Ben bu canlandırmalardan başka bir şey değilim
Öylesine ayak sürüyen can sıkıntısının adı.
Tüm bu olanlara karşın, körüm ve kırgınlık duyuyorum ben,
Sanat sarsılmaz bir yordam tutturabilmeli
Ve kendim dışında (görevim budur benim) kendimi kurtarabilmeliyim ben.
***
LANGSTON HUGHES
*
TAMBOURİNES
Tambur!
Tambur!
Tambur!..
Zamanın görkemi!
Tambur,
Tanrıdır!..
İşte gerçek bir haykırı,
Ve gerçek bir şarkı:
Yaşam kısa!
Ama Tanrı sonsuz!..
Tambur!
Tambur!
Tambur!..
Bu bir çağrıdır!..

***


VALENTİNA MONTEİRO
*
TATTAO
(Dövme)
pek çok şeyler yapıldı
dirençle ve düşlerden sızan sözcüklerle
beyaz kar kırmızı yağmurun
izlerinde titreşen
*
tende sonsuz yaralar açar çiçekler
kan ve tuz, güzellik ve keder
belleğin tüm oyunları adına
bir sarmaşık gibi dökülen oluk oluk
anılar ya da kalıntılar dışında anımsananlar
dünyanın ilk sabahı gibiydi keder verirdi onlar
(Çeviri; Ulus Fatih)













EFSUN (Muallâka)


 
 
 
 

I
Gece gel. Gabit ovasının dört tarafında çamura batan, bataklık hayvanları gibi, ada soğanları gibi, içime gir. Kök sal orada. Yemenlinin satmak için yükünü yere indirdiği deve gibi köpür. Çoban aldatan kuşu gibi çınla tan atımında. Haykır. Ih sonra. El-Müceymir'in güneşte parlayan doruğu gibi parlasın kının kılıcı. Serapta kar düşleri gibi olsun. Tir tir titresin tenim. Bir kirman gibi dönesin. Bir kabile reisi, sağanak bir yağmur gibi üstüme gel. Sebir dağı gibi çalkan rüzgârda. Sonunda Teyma'da yüklü, bir hurma dalı gibi silkineyim. Sakinleşip öleyim.

 II
Yağmurunun serpintileri, El- Kannan dağına düşer gibi, dağ keçilerini ürkütüp kaçırdı. İri meşeleri kökünden söktü. Kuteyfe'yi yerle bir etti. Bir bulut gibi, Katan'ı, El- Sitar'ı, Yezbul dağını neredeyse örttü. Daric ile El- Uzeyb o bulutu ne kadar beklediler bilsen. Işık kaman, bükülü fitilleri bile aydınlatıyor, rahip lambası gibi aydınlık saçıyor. El çırpan bir şimşek gibi patlıyor. Eyeri üzerinde, gemi azıya almış süvarim. Gözüm üstüne takılırken, diğer gözüm aşağıya bakmaktan kendini alamıyor. Onun gizine ermekte, bedenim yetersiz kalıyor.

 III
 Vücudun nasılda terli, bu kayışkanlık sürünün erkekleri ve dişileri için yeterli. Gerdanlığım, amcalarım dayılarım değerinde boyunduruğun olsun. Devar putu gibi, uzun etekli kızlar, yaban sığırı sürülerin olsun. Dişlerin incilerin. Av hayvanlarının kanı, göğsünün kınasıdır. İki art ayaklarının arasını, yere değen yahşi tüylerin, gür kuyruğun örtüyor. Sen ceylan böğrü gibisin; deve kuşundan bacakların. Kurt gibi birden bire koşar, tilki yavrusu gibi dönenirsin. Tay gibi sekilisin, çift atarsın. Göğsünün hırıltısı, kişnemelere eş. Gürbüz uyluğun sırtının keçesi, pürüzsüz sert kayada yağmurun neşesidir, gelgitin aslan kükremesidir.

 IV
Kısacık tüylü kuş yavrularısın. Ektiğim ama biçemediğim sen. Bir kurt gibi ulursun oracığımda. El Ayr vadisinin, yeşil çayırlarının kumarı gibisin. Cennetlik kuma. Omuzların su tulumları. Karanlıklar ışığını bekler, sabahım geceni. Yıldızların, keten çiçeklerine bağlanmış düşler gibidir. Onun kasveti, boynunu uzatır, göğsünü şişirir. Beni sınamak için üzünç ve kederlerin üstüme gelir. Nazlı kirpiklerin ateş oku gibidir. Denizin dalgalarısın. Beni kınayan ve vazgeçmemi öğütleyenlerden ne olur uzak dur.

 V
Aşktan gözleri kör olanlar vazgeçti de, benim gönlüm deli divane. Entarin beni tanır. Yüzünün parlaklığı rahiplerin çırasıdır. Zaby tepesinin ak çiçekleri ve İshir otlarının dalları eşimiz. Güneş yükselene dek uyuyanımsın... Ay çıkanda delirenim, uluyanım, kuduranım. Miskler içinde önlük takıp, kuşak bağlayanım. Örük saçın sularda yüzer. Bacakları hurma dalı gibi çevik, sımsıkı. Zülüfleri ta yukarılarda, ak kurdelesi olanım. Hurma salkımı gibi, cennet kömürü gibidir, o simsiyah saçların.

VI
Boynu beyaz ahu. Göz gözeyken düş gördüğüm. Örtünü, geceliğini çıkar, mahremin ay ışığıdır. Ziynetlerin aşığı. Dünyazatım. Vecre'nin güzel yüzünü bir saklayıp, bir gösteren, ürkek bakışlı, yavru ceylanım. Sedeflerin içindeki incilerden sarı, gerdanı aynalımsın. Gecelerin çılgınlığı... Oymağın sınırlarındaki dalgalı kumsal, bakir tepeler, bizi kucağına alsın. Nakışlı harmanin eteklerini sürüyüp, izimizi sürsün. Azgınlığım, aşırılığım, seni vazgeçilmez kılsın.

VII
Ülker yıldızı, parıldayan taşlarla süslü kuşağını görünce, gök kubbede, nice muhafızları pusuya düşürebilseydi, seni öldürmeye azmetmiş oymakları aşardı. Çadırına girmesi umulmayan, gün yüzü görmemiş, nice zümrüt ahuyla, gönül kapında bekledim ben. Gözlerim, aşkımla param parça olmuş kalbime, oklarını saplamak için yaş dökmekte . Nöbetçiler bizi beklemekte. Kalbini kalbimden çıkaramazsın. Senin aşkın uğruna ölmem ve ne emredersen onu yerine getirmem, seni böyle şımarttı. Ey İrem Bağı. Fatımam!.. Bırak artık nazlanmayı…

VIII
Bir gün, o sevgili kum tepesinin üzerinde, yüz vermeyip ayrılacağım diye yemin ettin. Aşkın müziğinin tınlamalarına yemin ettin. Ecele ve kadere yemin ettin. Ki o emzikli kadın, bir yarısıyla çocuğunu emzirirken, diğer yarısını coşkuyla bana sunuyordu. Dağlardan küheylan iniyordu. Senin gibi nice gebe ve emzikli kadınların kapısını çalmış, henüz bir yaşına basmış, nazarlıklı yavruları alıkoyup, efsunlamıştı o...

 IX
Yürü ve devenin yularını kendi haline bırak; beni de meyvelerini devşirme zevkinden alıkoyma... Mahfe kayıp da, ikimizi birden yan yana yatırınca bana; “Devemi yaraladın ey çarkı felek, in aşağı!” demişti ve mahfeye, Uneyze’nin mahfesine girdiğim o gün: “Yazıklar olsun sana, beni yaya bırakacaksın ey pars tomurcuğu!'' demişti.

X
Genç kızlar, Mor Afrem zambağını, kızaran gülleri birbirlerine sunup durdular! Sapları iyi bükülmüş, beyaz ipeği andırıyordu. Kutsal ruhun tamburu gibiydiler. Onlara adaklar adadığım bolluk günleri… Geri de kalan miskleri develere yüklemem ne hoştu! Hey gönül kuşu, sen o sevgililerle nice günler geçirdin. Özellikle de Daretu Culcul’da geçirdiğin günler. Benim aşkım göl incileridir. O ikisine duyduğum aşktan dolayı göz yaşım, göğsüme doğru sel gibi akmış, kılıcımın askısını bile ıslatmıştı!..

XI
Benim şifam durmasız gözyaşı dökmektir ama silinip giden izlerin yanında inleyişler neye yarar? Kalktıklarında her ikisinden de obaya, karanfil kokuları getiren, saba rüzgarlarının esişi gibi kokular yayılmıştı. Senin bu sevgiline göz yaşların, tıpkı bundan önce Me’sel Dağındaki Ummu’ul Huveyris ve komşusu Ummu’r Rebab’ı sevdiğinde uğradığın akıbet gibidir. Benim şifam bol bol gözyaşı dökmektir ama deli gönlüm secde ederken bile sevilmelidir.

XII
Arkadaşlarımsa, orada bineklerinin üzerinde çevremi sararak: “Kendini üzüntüyle helak etme, metin ol” diyorlar. Göçlerini yükledikleri günkü ayrılık sabahında, yörenin deve dikeni ağaçlarının yanında, melekler gibi inciler döküyorduk. Sevgilinin yurdunun geniş alanlarında ve oradaki su birikintilerinde yürek yakan ceylanların, bulut cevheri gibi elemli gölgeleri görünürdü ki, dünya ahreti adeta budur.

XIII
Tudih ve El-Mikrat’a kadar uzanan, güney ve kuzey rüzgârlarının dokuması sayesinde, henüz izleri silinmemiş olan ''Emel Denizleri''ne ağlıyorum şimdi. Durun, bekleyin, sevgilinin ve onun El-Dahul ile Havmel arasındaki Sıktu’l Liva’da bulunan yurdunun anısına hıçkırıyorum artık. Ruhların Göçlerini, Elem Denizlerini ve Keder Gökleri'nde olan biteni; kimse bilemez ki...