27 Haziran 2017 Salı

SELENE (Senay)




SELENE
(Senay)
Teninin zümrüt kokusunda,
o kutsal deltanın yeşim kapısında...
Tanrısal sağrının yamaçlarında,
uyluğunun granit çayırlarında,
deliler gibi dolanıyorum her gece...
Bir dalgın cambaz!..
Kuş evinin mağaralarında,
o kutsal ağzının koyakları,
kızıl damarlarında,
dilinin ateşli uğultularında,
tan atımı yaklaşıyorken,
kömür rengi zülüflerin dolanıyordur boynumda,
kaderin ağlıyordur belki koynumda...
Selene...
Teninin ipek diyarlarında,
gezinirim her gece,
o yatışan yumuşak çayırlarında,
piramitlerin uçlarında,
o gümrah tepelerin ardında...
Bakırdan atlarımla
umulmadık, bitip tükenmeyen koyaklarında,
kıvılcımlar saçan karanlık doruklarında
etekleri pembe damaklarında...
Ceylan soyundan kirpiklerin gözümü alıyordur.
Baygın simsiyah zülüflerin uyuyordur kollarımda.
Ellerim geziniyor oralarında,
göğsün süt veriyor ılık yağmurlarında.
Karnın Kedar çadırıdır senin, uyuya kaldığım,
koltukaltlarında ıslak, düşlerine sığındığım.
Karanlık çöl rüzgarlarında...
Selene,
dilin zehirli zambak şu bahar sabahında,
yanakların gümüş ovalar,
zülüflerin servilerim, pırnallarımdır.
Dudakların ateş rüzgarlarıdır senin...
Irmak sularının kıyılarında,
boynun akarsuların dili, alnımın yazısıdır.
Dağlardan süzülüp gelendir o,
etekleri zelzeleler gibi...
Ak göğüslerin umru dutlarıdır,
toprağın kökünden fırlayan yumrular,
gümüşten ikiz otların verimi onlar.
Kalplere benzer!..
Selene,
bir ay parçasısın sen,
ey güneşin kardeşi,
karanlık dalgalarımın deniz feneri,
gecenin mavi sularında ki, bir can kandili...
Ecem!..
Firavun saraylarından kaçan Tamar'ım,
yalnız benimsin sen,
bense senin kaplanın, Amnon!..
Her gece zincirlerinden boşanan...
Kapım çalınıyor gece yarısı, kim o,
kim o gelen, sen misin...
Selene...
Canımsın, ruhumsun, aşkımsın benim...
Güneşin altın oklarının ışıltısında,
iki kaşık gibiyiz işte, iç içe...
Selene,
Dağ yolunda rüzgarlarına bindiğim,
ırmak kıyılarında gidip geldiğim,
teni yanıp sönen perim,
yılanım, ceylanım,
bakırdan ufuklara bakarak ağlayanım...
Ahım, göz yaşım,
Alın yazım...

23 Haziran 2017 Cuma

ADONİS ÇİÇEĞİ





Ada sakinleri yalnız yeşil giyinir... Yağmurlar yeşil yağar, kar yeşil düşer, rüzgarlar yeşil eser ve güneş yeşil açar...

İğne yapraklı çamlar, tepeden tırnağa yeşil, minicik makiler, çalılar, defneler, manolyalar, begonviller, güller, korulara yakışır ağaççıklar, bin bir çeşit çiçekler adanın yeşilinin, pırıl pırıl ve dirim dolu gençliğinin sevdasıyla, göz alıcı, güneş gibi parlayıcı, denizden gelen yolcularının yüreğini kuşatarak büyürler ve sonsuzca bir ada söylencesi yaratır ve gizemli bir tütsü gibi yayılırlar artık dünyaya...

Geçen gün, felsefe konuşması yapıyordu adalarda bir trio, içlerinden biri dedi ki, her adaya gelişimde içim sevinçle dolar, mutlulukla taşarım, bakın yaz günü yağmur yağıyor, siz izleyiciler tentelerin altına sığındınız ama ben yağmurda yağsa konuşurum, çünkü bir ada aşığıyım, ada yağmuru benim gözlerimi açar, düşevim aydınlanır, damlalar kristal bir düşünce parçacıkları gibi ışıldar, ruhuma doluşurlar ve bir tansımayla,  dağılırım artık adalara, bir gelincik ateşiyle dedi.

Şaşırdım, ziyaretçi bile adalılardan çok adalı bu toprakta, bu denizde, bu göklerde...

Ne yaptılar, kendi yurtlarına övgüler düzen bu sevdalıyı alkışladı adalılar, övünç dolu sesler gökyüzüne karıştı ve yağmur birden kesildi, inanın yağmur diniverdi birden...

Çünkü bazen olmaması gereken, ah olsun, o bizim bereketimiz, şanımız, vazgeçilmez tutkumuz, şanlı bağışıklığımız dediğiniz zaman, hemen tanrı araya girer ve övgülerinizin daha uzun sürebilmesi için, güneşi getirir koyar sofraya, bir sıcaklık yayar içimize ve tüm konuklarınız artık bir erinç ve mutlan içinde kulak kesilirler.

Dünyanın varı ve yoğu, mutluluk ve dayanışmanın kaynağı, tanrının ve meleklerin yoldaşı ve öksüz evrenimizin candaşı felsefe dediğimiz yeryüzü bilitinin, incilerden öte, denizin çırpıntılarından büyüleyici, güneşe tutkun, aya sevdalı ve kozmolojimizin temel direği, o eşsiz düşünsemeye, var oluşumuzun destansı söyleni, o derin vargılara, titrem dolu yargılara, benliğimizin sevda ve cennetten öte, ıtırlı, büyüleyici göklerine bir tutam aura bağışlar ve kendiliğini belli ederek, bizlerle kol kola, düşlerimize, yollarımıza, ev önlerimizden, yüreklerimize kadar sokularak ortakçıllığını, bir bütünün parçası olduğunu, büyülü bir kutsanmışlıkla belli eder... 


Konuşmacı ilginç ve bellemeye değer bollukta şeylerden söz etti, dünyada bilinmesi öğrenilmesi gereksiz bir şey yoktur gerçeklikte, hangi su içilmez, yanmayan ateş var mıdır, eşyanın varlığı gerçek midir, ay yerinde mi durur, dünyanın altıda bir üstü de bir savı nasıl bir doğrulamdır ve de şeyler gereksiz midir diye nitelenebilir mi...

Babil Kulesi işimizi kolaylaştırmak için var olmuştur -çeşitlilik bizi yok olmaktan kurtarır, korur-, tek bir dil bizi kısırlaştırır, ketum bir uçurumun dolambaçlarına sürüklerdi, bilgi dilin ormanıdır ve çoğaldıkça cennete yaklaşan bir dünyanın tubası gibi salınır ve varlığımızı berkiterek bizi tanrıya yaklaştırır... Açmış kasımpatıların öğleden sonrasında, tanrı olduğumuzu anladığımızda, onunla bütünleştiğimizde, varlığın, evrenin ve her şeyin bir bilgi olduğunu kavrayacağız...

Çünkü var oluş, yok oluş gibi tüm ikilemler, tüm tözler ve maddenin denizleri, ruhun okyanusları; bilgi, bilinç ve usa yormanın dışında hiç bir şeydir. Tanrı bizi yaratabildiği için varız ama biz de tanrıyı  düşleyebildiğimiz için var, düşüncenin dışında, bilginin varlığı dışında, evren, biz ve tanrı var olamazdı!.. Algının, düşlemin olmadığı bir uçsuz bucaksızlıkta, varlık ve yokluk sonsuzda birleşen iki paralel doğruya benzer, insanın ya da benliğin, özünde canlının olmadığı bir evren var sayılamazdı, onun için tanrı, kendini algılayabilmek, dünyayı duyumsayabilmek için insanı yarattı diyebiliyoruz, insanda onu yaratmış, algı ve duyumsamaya böylelikle yol açmış oldu, dolayısıyla yalın söylemiyle, örnekçesi kalbini kırdığımız bir insan varsa, tanrıyı incitmiş oluruz ve giderek dünyayı, tüm evreni yok edecek bir adımı da atmış oluruz,  bilmeliyiz ki acılarımız ve göz yaşlarımız tanrının inleyişidir, kısacası dokunduğumuz varlık tanrının ta kendisidir ve bu yüzden Delphoi tapınağında yazan şey, bin yıllar boyunca aradığımız, erişmeye çalıştığımız evrenin gizinin, dört rüzgarın estiği yerde, sağa gideyim, sola gideyim bile demeden, karşımıza çıkan bir şeydir ki, yeryüzündeki tüm rüzgarlar, artık onun habercisidir...

''Kendini bil...''

Şöyle bir şey de söyledi konuşmacılar, sıvıcıl bir ışığın, plazmik gölgesinde, garip bir labirentin, tuhaf esintisinde konuşur gibi dediler ki, komünizm marjinal ayrılıkçılığa kucağını açmıyorsa nasıl özgürlükçü olabilir ki... Ve değildir de... Doğrudur ama tanımlanabilir gerçeklik, parçalı görüngüler çağındayız, kapitalizm enlemde bayağı özgürlükçü bir sistemdir, herkesi kendi otopyasına bırakır, şu kıssadaki gibidir kapitalizm, kim cehennemde yüzeye çıkıp kurtulmak istiyorsa, ona diğerleri asılır ve yükselişine izin vermez, olanak tanımaz, herkes boğulacak ya da suyun altında soluma kanalları açılarak,  planette yaşayışımız sürecektir gibi kozmikomik tanıtlamaları vardır...

Kapitalizm lotaryadır, çekiliş vardır, laternadır, müzik çalar ve sonuçta albenili bir müzik dolabı görünümünde bir kumar evidir ki, ne yazık ki düş erdiremeyiz onun sololarına, böyledir gerçekten, herkes özgürdür sözde ama en büyük düşmanlarımız yakınlarımızdır,  bakmayın kolluk kuvvetlerine, bizim güvenliğimiz ve geçmişimiz ve geleceğimiz çevremiz ve çevrenimizden sorulur. 'İnsan insanın kurdudur' bir deyi olarak yürürlüktedir kapitalizmde, gerisini bilemeyiz, anarko kapitalizm diye boşuna dememişler, şu bilinmelidir ki dünya hala putların alacakaranlığında yüzmektedir...
 

O başlangıç ve sondur, kıyamet gelecekse onu kapitalizm getirecektir, öleceksek mezarımızı kapitalizm kazacak... Et ve kemik yığını olduğumuz  ve yakıtımızda  'kılıç suyu' olduğu sürece... Çünkü, iyiyiz, iyisiniz, iyiler, öbür yakada bile cezadan sonra, irem dolu bir kalabalık var, niçin kederlenmeli!..

Kendimizden kurtulsak bile günün birinde, bu hengamede terk edilmiş kadük varlıklar olarak, robotlar evreninin çöplüğünü doldurma olasılığı var insansıların; o zaman işte kuyruklar kopacak, tanrı neymiş, peygamber neymiş, sınıflar neymiş, krallar neymiş göreceğiz, çünkü bizler  tropik renklerle süslü birer anomaliyiz, mutluluğun cehennetinde gezinir, iki yaşarlı sürüngenleriz!..

Sonuçta felsefecilerin dili bunu söylemeye vardı sanırım, çünkü bilgi mülkiyetin kırbaç izleridir, ama bir rüzgar esmeye görsün uçucudur o...

Ama dinleyicilerden biri o kadarda değil diyerek, kapitalizmi övecek ve  idrarla cep telefonu şarj eden cihazın bu düzen sayesinde hayata geçtiğini savunacak oldu, her konuşmanın sonunda bir kargaşa olur ya, biri fena halde sıkılmış ya da nedensizce komplekse kapılmış olacak ki, kahrolsun kapitalizm, o dağa, bayıra giremez ki dedi,  her şey görecelidir şu dünyada, mavralar ve manevralar anlamsızdır bu yüzden, biz tezekle, hem aydınlanıyoruz, hem ısınıyoruz, hem yemek pişiriyoruz, hem yıkanıyoruz, hem de huşu içinde kendimizden geçip,  halay çekerek, göklerle kucaklaşıyoruz, biz hepimiz çay içeriz ama dört bardak asla olmaz, birini dolaştırırız, bunlar ne kadar geri kalmış yahu...
 
Süper dedi biri!..

Bilinmez, tanrıyla, insanların yarışıdır belki de tüm olan biten...

***

Yılın her mevsimi yeşil giyinir ada sakinleri... Yollar, bayırlar, kilise önleri, mabetlerin içleri, ağaçlar ve çiçekler yeşilin geçitleri gibidir. Bir cennetin korteji... Çölün ıstıraplarıyla geçmiş bir ömrün avuncası, garip bir tesellisi...



Ada saltık mutlandır.



Denilesi, aşırı sıcaktan bütün şehir şebekesinde su buharlaştığı için hizmet verilemese, halktan özür dilense, ada da gene de bir zemzem suyu vardır, ruhun açlığını, yüreğin fırtınalarını dindirecek...


Uzayda bir gün oksijen kuvözleri, yaşam kolhozları kuracağız diye dünyayı bırakıp gitseler, adalarda düşlenen ütopyalar gene de kurtarabilir bu mavicil gezegeni, bu minicil küreciği!..

İşte bakın, adada bir Adonis Çiçeği varmış, kutsiyeti bilinmeyen, öyküsünü anlattılar bana ve Adonis, adanın hoş çiçeği, nazlı gelinciği demekmiş.

''Arşipel mitolojisinde, Kıbrıs Kuşu'nun ağzından, Mermer denizinin adalarına, iki toprak arası denizlerden, İllirya yurtluğuna dek söyleni yayılmış, 'Aşk ve Güzellik Tanrıçası' Afrodit'in sevgilisi, genç bir avcı varmış.

 Adonis...

Bir yaban domuzu saldırısında  canından olmuş doğruysa, bir Domuz ayında Afrodit, Adonis'in her yıl ilk baharda yeryüzüne çıkıp altı ay yaşaması için tanrılara dilekte bulunurmuş. Onun yeryüzüne çıkışı Makedon topraklarından Likya'ya, Atina'dan Smyrna'ya Adoniya Bayramı olarak kutlanırmış. Adonis, mitolojide ilk olarak Fenike tanrısı olarak ortaya çıkmış, Aspendos yakınlarında, daha sonra Sümer, Hitit, Fenike ve Babil kaynaklarından antikçağ Hellenlerine dek uzanan bir mitoloji kahramanı olarak boy göstermiştir. Kybele-Attis söylencesinin bir başka dolayımını veren Adonis söylencesi bir toprak-bereket öyküsüdür. Birçok şiir ve masal yazarlarının özene bezene işledikleri bu öykülerin, bin bir boyutta anlatımı vardır, dil denizlerden daha bereketliymiş çünkü...
 
Tanrıçaların gözünü aldığı, onların sevgisiyle birbirlerine düştükleri güzel erkek tipini tanımladığı gibi, kutsal bir yaban domuzu biçiminde de betimlenmiştir. Kadınlar uruğunun ona taptığı ve Adonis olarak bir yaban domuzu besledikleri de  ileri sürülür. 

Hellaslı ozan Panyasis'in anlatımına göre, Adonis, Kıbrıs kralı Kinyras'la kızı Smyrna'nın sevişmelerinden doğmuş. Tanrıça Aphrodite'in ilencine uğrayan bu kız babasına tutulmuş, onunla sevişmek istemiş. Dadısının kurduğu bir düzenle  yatağına girmiş ve on iki gece onunla sevişmiş, son gece de gebe kalmış. O gece babası, yanında yatan kadının kızı olduğunu anlayınca çok kızmış ve kılıcıyla üstüne yürüyüp onu öldürmek istemiş. Ama tanrılar Myrrha'ya acımışlar ve onu kurtarmak için mersin ağacına çevirmişler.

Mersin ağacının yerinde şimdi Mersin adında bir insan kenti boy gösterirmiş.

On ay sonra ağacın kabuğu çatlamış, gövdesinden dünya güzeli bir bebek çıkmış. Çocuğun güzelliğine vurulan Aphrodite onu büyütsün diye yeraltı tanrıçası Persephone'ye vermiş ama Persephone de çocuğa tutulmuş, onu Aphrodite'ye geri vermeye yanaşmamış. Tanrıçalar arasında kopan kavgaya bir yargı veren Zeus, Adonis'in yılın dört ayını Persephone'nin, dört ayını da Aphrodite'in yanında geçireceğine, geri kalan zamanda da istediği yerde yaşayabileceğine karar vermiş. Adonis, Aphrodite'in yanında kalmayı seçince, tanrıçanın güzel delikanlıya olan aşkını kıskanan tanrılar onun üstüne bir yaban domuzu salmışlar.

Kasığından yaralanan Adonis kanaya kanaya can vermiş. Adonis'ten akan kanlarla sulanan toprakta, lale derler birer  bahar çiçeği bitmiş. Sevgilisinin yardımına koşan Aphrodite'in ayağına diken batmış, sıyrığından akan bir damla kan tanrıçanın çiçeği olan ak gülü kırmızıya boyamış. Adonis ölünce tanrıça Aphrodite onu kurtarmak için ölüm ülkesine inmiş. Ölüm ülkesi tanrıçası Persephone de Adonis'e aşık olunca, her iki tanrıçayı da kırmak istemeyen Zeus, Adonis'in bir yıl yeraltında, bir yıl yeryüzünde kalmasını buyurmuş.

Kışın yeraltında saklanan, baharla birlik yeryüzüne dönen ve aşk cümbüşü içinde fışkırıp gelişen bitkisel varlığı simgeleyen Adonis'e doğuda özellikle kadınlar tapınırlar; yılda bir bahar bayramı yaparlar, saksılara, sepetlere tohum dikerler, onları sıcak sularla sularlar; böylelikle hızla büyüyen bu bitkiler, kısa zamanda solup, ölürler. “Adonis Bahçeleri” denilen bu çiçeklerin karşısında kadınlar yas tutar ve Vah Adonis! çığlıklarıyla dövünürlermiş.

Bir başka kaynaktaki öykünmede, bütün bitkilerin anası olan Aphrodite'in, Adonis adında bir oğlu olduğuna inanan eski Ege inancına göre, güzellik tanrıçasının bu güzel oğlu, bizi çabucak terk eden çiçekli ve erinçli ilkbaharın bir simgesi olarak gösterilmektedir. Adonis, saklandığı ağacın kabuklarını yararak çıktığında, güzel günler geri gelmekte, çiçekler açmakta, ilkbahar gülmektedir. Adonis, yavaş yavaş değil, çabucak büyüyerek, yaşamı, güllerin, nazlı çiçeklerin yaşamı gibi birkaç gün içinde akıp gitmekteymiş. Çünkü Adonis, açılıp güldüğü, gençliğinin en güzel ve parlak çağına ulaştığı gün ölmekteymiş. Bu zaman da, yaz mevsiminin sonu olmaktadır. Bu dönem, güneşin kavurucu sıcağından yanan bitkiler, başlarını eğmekte ve can vermektedirler.

Böyle bir mevsimde o, bir yaban domuzunu kovalıyormuş. Bu yabanıl hayvan, bir aralık geri döner, kendisini izleyen güzelliği eşsiz bu delikanlıya sivri, keskin dişleriyle vurur ve onu yaralar. Onun acı bağırtıları üzerine, oğluna yardım için evinden ayağına sandallarını giymeyi unutarak koşan Aphrodite, dalgınlıkla bir gül fidanına basar, gülün dikenleri ayağına batar ve kan akar. O zamana dek bembeyaz güller açan gül fidanları o günden sonra artık kırmızı renklere bürünür. Kumral saçlı güzel tanrıça, Adonis'in yanına geldiğinde onu ölmüş bulur. Adonis'e, anası Aphrodite tarafından dökülen gözyaşlarından “anemon”, ''laleler'' çıkar.

Adonis'in parlak gençliği ve zamansız ölümü nedeniyle törenler yapılır. Bu törenlerde, belirli günde, onun acıklı ölümünü anmak için kadınlar acıyla hıçkırarak ağlarlarmış. Kızıllara boyanmış bir yatağa, can vermek üzere olan ve Adonis'e çok benzeyen bir delikanlı yatırırlar. Yatağın üzerinde uçuşarak, gölgeler salıp, saran Eoslar, gözyaşı dökerlermiş. Meyveler, meşaleler, güzel kokular saçan vazolar ve özellikle içinde çok kısa ömürlü olan, gün doğarken açılıp, gün batarken solan çiçekler bulunan gümüş sepetler koyarlarmış. Böylece gözyaşı döktükleri güzel Adonis'in ömrünün çiçek ömrü gibi çok kısa olduğu anımsatılırmış.

Ertesi gün Eos, kınalı parmaklarıyla göğün kapısını açtığı zaman saçları perişan, feryatlar koparan kadınlar, bu güzel bedeni alırlar, büyük bir kalabalık ve görkemle, dalgalara, denizin çırpıntılarına bırakırlar, o gel-gitler arasında kaybolduğunda şen şarkılara başlarlarmış. Çünkü Adonis, gelecek mevsimin yağmurları ile sararan doğayı güzelleştirecek, sonbaharı getirecektir. Bir başka söylenceye ya da öykünmeye göre; Arşipel Mitolojisi'nde Smyrna'nın oğlu olarak bilinen Adonis, güzel ve ideal olanın, yeniden doğumu ve baharı getiren tanrı olarak betimlenmiştir. ''


İşte bir söylentiye göre Adonis, bir diğer adlandırmaya göre Adasun çiçeğinin öyküsü buymuş

Adada dolaşırken bayırlarda, kıyılarda, Eskibağ yollarında, Aya Yorgi sırtlarında karşınıza çıkar durur bu çiçek... Yaşam sevinciyle dolar onu görenler...

''Adayı görmeden elveda diyeniniz / bir çocuksa eğer / onu öpelim. / Yüklü bir kadınsa eğer o / onu sevelim. / Yaşlı bir adamsa o / ona küselim. / Bir kralsa eğer / urbamızı paralayıp / dizlerimizi dövelim. / Çünkü ondan bahtsız / hiç kimse yoktur bu dünyada!..''

Ama elveda derken, bir şiirle veda edelim...

'Lâlelerin olduğu yerde yaşam bitmişti artık. / Sonsuz bir ölü doğa uzanırdı kırda. / Eller üzerinde yükselen koruluğu / yakmıştı gizil bir güç / yok etmişti sanki. / Dut-ağaçlarda uçan kelebek / nasıl da salınırdı yelde. / Yağan kar bile / usul usul üşütürdü böcekleri / usul usul üşürdüler toprağın altında. / Döl yatağı gibiydi ırmak / Zuhâl yıldızı gibi yağardı kar. / Lâgünler, meşeler, ardıçlar; / tavşanlara, arılara, avcılara / "Paydos" demişlerdi... / Ama çok ağlandı "Safo Kız" çok ağlandı, / kimbilir bir zamanlar burada, / kimbilir kaç kişi birbirini sevmiş / sevişmişlerdi...'

Ada'nın yüreği her daim atsın diyedir!..

14 Haziran 2017 Çarşamba

EARTH (eARTh)


Toprak, yeryüzü demek, ama bu zencefilin düşleri, içinden tramvay geçen bir şarkının gülleridir belki de... Bir estet, bir sanat cehenneti...

Ah, hiç bir şey bilinemez, yalnızca öngörülerimizdir rüzgarlar!..

Bu aylar adada martıların üreme mevsimi, bir sürü kuş yavrusu, kiremit dolu tavanlarda, bacalarda, oluklarda dolaşıyor, her şeyi biliyor, düşünüyorlar. Gözlemliyorum onları, hiç bir yönü bizden eksik değil bu canlıların, tümünün artık, kendimizi abarttığımızı düşünüyorum.

İşte biri hata yaptı, hepimiz gibi, nasıl düştü ki, bahçede dolaşıyor şimdi, gidip geliyor umarsızca, açlığa, susuzluğa ne kadar dayanabilir acaba, bir karga geçenlerde bir yavruyu recm etti, çığlıkları bütün adayı sardı gidip baktım, biri yanında telefonla konuşuyor olan bitenin ve kıpırdamıyor bile, yeni dünya insanı işte bu, sokak kedileri için devrim yürüyüşleri yapan, suya düşen kirpi için kılı kıpırdamayan, göçmenler için lanetler okuyan ama köpekler için kuaförler açan, kuşları kafeslerle denizaşırı ülkelere taşıyan ama çocukları sanal hücrelere kapatan!..

Şunu anladım, insan ya da yaşayan varlıkların hakları için savaşımlarımız, salt biçim değiştirmekle yetinen bir varyasyonlar dizisi, hiç bir şey değişmiyor, hiç bir şey bir adım ileri gitmiyor, aslan gene ceylanı yemekte, kedi gene fareyi yaşatmıyor, kirpi gene gecelerin meleği olmakla yetiniyor...

Bugün kedilere gülüyor hayat, yarın yaşlılara, başka bir gün sömürülen çocuklara, bir başka günse martılara... Ağızlara çalınan bir damla balla!..

Sıranı bekleyeceksin, kimsenin kimseye aldırdığı yok dünyada...

Tanrı insanlara üç şey veriyor çağımızda, -evet bu bir genelleme- bir ev, bir araba ve bir çocuk. Dünya ile senin hiç bir bağın kalmıyor artık, kedilerin mama sorununa veriyorsun ömrünü, saksılarda soyu tükenmekte olan bir bitkiye tanıyorsun özgürlüğünü, ormanların tükenişine gülümserken, dünyanın barbarlığıyla baş etmek için, ali kıran baş kesen olmakta bir an bile tereddüt etmeyen sen, ben, biz, onlar!..

Elbette yatağanını yanından ayırmayan bir yeniçerisin, ah kafeste kuş besliyorsun, doğada belki de bir yırtıcıya yem olacaktı, ne güzel kedilerin var, ne kadar mutlular, savaşın çocukları ağlaşıyorken, bak balkondaki serada, envaı çeşit çiçeklerin var, onlar senin çocukların, bak konuşuyorlar, gülümsüyorlar, sivil toplum dolambaçlarında resimler yaparak, dünyaya mutluluklar saçıyorsun, kermesler, kır gezintileriyle gülümsemeyi öğretiyorsun toprağa, yaşam ve savaş gittikçe azgınlaşıyor, halklar yer değiştiriyor, haklar Hades'e gidip geliyor, balinalar kıyıya vuruyor, insanlar can çekişirken, ah nasılda soluk alıp veriyorsun, gürül gürül, evet evet, niçin umutsuz olmalı, dünya değişiyor.

Benim oğlan bina okur, döner döner yine okur...

“Bu başı dumanlı dağlar / Şimdi benim için yuva oldu / Ama evim aşağılarda / Ve daima öyle olacak / Bir gün döneceksin / Vadilerine ve çiftliklerine / Ve daha uzun süre yanmadan / Kucaklanan kardeşlere katılacaksın. / Bu yok etme tarlalarına doğru / Ateş vaftizi var / Bütün acılarını izledim / Kavgalar daha da azgınlaşıyor / Ve daha kötüsü beni fena yaraladılar. / Korku ve alarm / Terketmediniz beni / Kucaklanan kardeşlerim / Değişik bir sürü dünya var / Ve değişik bir sürü güneş / Ve yalnızca bir dünyamız var / Ama biz değişik olanlarda yaşıyoruz / Şimdi güneş cehenneme gitti / Ay da yükseğe doğru doludizgin gidiyor. / Elveda diyeyim sana / Her erkek ölmeli / Ama o yıldız ışığına yazılı / Ve avcunun her çizgisine / Aptalız savaşırken / Kucaklanan kardeşlerimizin üstünde.”

Tanrı bizi bildiklerini bilsinler diye yaratmıştır der Shelley...

''İçi geçmiş bir kral, bir ayağı çukurda, tıknefes ve kör, leş gibi bir kral. Bir sürü prens, alıklar soyu, halkın nefreti içinde soluyan tortular. Cahil, duygusuz ve sağır yöneticiler, yapışmışlar sülük gibi bitkin ülkelerine. Düştü düşecekler, bir fiske bile istemez, kanla o kadar şişmişler. Aç ve çıplak bir halk, ezilen ezilen ezilen bir halk, ham topraklarda özgürlüğü boğan bir ordu, halkını kırıp geçiren ve soyan çöpüne dek. Kim baştaysa onun uşağı, onun kulu kölesi bir ordu. Ve yasalar, suça iten, yoldan çıkaran, astığı astık, yaldızlı ve kanlı Ve tanrısız bir din ve kutsal bir kitap, hiç açılmaz bir kitap, mühürlü. Ve bir senato, zorla ayakta duran, kokuşmuş, sarsak, gücü kuru. Ölümsüz bir ışık doğacak yarın bütün bu mezarlardan, Boğacak aydınlıklara kasırgalı günlerini çağımızın.'

Ama aynı Shelley için bakın neler yazılmıştır!..

1822'de boğularak ölmüş ve İtalya'da sahile vurduğu yerde yakılmak suretiyle kendisi için bir cenaze töreni düzenlenmiştir. Törende, Lord Byron, arkadaşının kafatasını bir anı olarak saklamak istemiş, ancak yine bir yazar olan aile dostları Edward Trelawny buna izin vermemiştir ama yakma esnasında kalp bir türlü yanmayınca, Trelawny kalbi ateşten çıkarmış ve Percy'nin dul eşi Mary Shelley'ye vermiştir, kalp sonunda, oğlu öldüğünde, onunla birlikte gömülmüştür.

Tanrının oğlu Mesih için bile yazılmadı böyle satırlar, devrimler skolastizme dönüşüyor, kahramanlar birer mitoloji oluyor, varlıklar birer birer sönerken, kurtarıcılardan kurtulmakta giderek zorlaşıyor...

Ama sen ey insan, sen bir peygambersin, doğdun, kavgalar verdin, çığlıklara eşlik ettin, kuşlara selam durdun, denizlere el salladın, çocuklara gülücük attın, inan ki senin hiç bir günahın yok, inan ki sen bir cennetliksin...

Ama ey Homo Home; Çağın vurdumduymaz, düzenbaz ve kıyımlara göz yuman, ölümlere göz kırpan, yaşama sırtını dönmüş, gözü kanlı canavarı, bir şey söyleyebilir miyim...

Cennet yok!..

Her şey burada olup bitiyor, benliğini aldatıyorsun yalnızca, kimlik, kişilik ve bir biçimi değiştirerek, öteki canlılardan zerre kadar ayrımın olmadan, iş sıkıya gelince her türlü hıyanete göz yumarak, çalıp, çırpmayla, göz boyamayla, işbirliğiyle, pırıltıyla, cilayla, öze hiç dokunmadan, camdaki görüntülere iman ederek, manipülasyonlara boyun eğerek, karanlıklara hükmederek ve bilincinde olmadan güneşe sövgüler düzerek geçip gidiyorsun.

Atalarından geridesin, solucanların seviyesindesin diyemem ama, sen gelmiş geçmiş, en çarpık, çelişkiler yumağı, paradoksların kurbanı ve tüm canlıların en büyük canavarı, varlığın anomalisi, tanrının büyük pişmanlığı, earth'a göklerden düşmüş, dünyanın tavanından 'del-ir-erek' girmiş bir hilkat garibesisin!..

***
Hıristiyan Tarık'ın kardeşi Faruk'un, sırtına vurdum, bugün çok sinirlisin, kendinle konuşacak kadar!..

Güldü, sözlerinden cayarmış gibi, mimikler yaparak, hepimiz yaşamsal faşizm ve sömürü dünyasının neferleriyiz dedi. Yürümeye başladık adanın içlerine doğru...

Dünyanın her yerinde hemfikir olduğumuz insanlar vardır.

'Acaba ot gibi yerden mi bittim / acaba denizlerde mi şaşırdım / ve zamanı nasıl unutmaktayım...'

Dert etme yahu dedim, Adem cennetten kovuldu, suçu Havva'nın üzerine attı, o çocuklara yüklendi, çocuklar evdeki kediye fısıldadı, kedi fareyi dağa kaçırdı, fare delik deşik edip dağı bir kovuğa saklandı.

Her şey bir döngüdür bu dünyada, zaman geçer kum kalır, gün gelir her yer güllük gülistanlık olur...

Avam menkıbeleriyle dünyayı kaç kere kurtardın dedi, bir kahkaha atarak, dünyayı kurtarsak seni kurtaramayacağımı biliyorum, sen kurtulmaktan değil zalimlere kıssa döşemekten haz alan bir fanisin dedi.

Meselci derviş!..

Hiç alınmadım, tıpkı bizim aydınların yaptığı gibi!..

Kendini aydın yerine koydun ya, sözlerimi pekiştirdin bak!..

Ah martının yazgısından söz etmeyi unuttum, bahçeye düşen martıyla, epey gelişkin bir kedi yavrusu oynuyordu sürekli, yavru kaçıyor, öteki onu kovalıyor, pençesiyle şakalaşıyor.

Tanrı kediyi martıya göre, daha gelişmiş silahlarla donatmış ne yazık ki... Bahçedekiler gördüler olan biteni, su ve ekmek verdiler yavruya, kedinin onunla arkadaşlık ettiğini zannettiler...

Ama öyle değilmiş. Çünkü yavru ilk gecesinin sabahında yoktu...

Gerçek atalarımız karanlıklardır bizim.

Bir şey anlattılar...

Bir toplum bilimci, tarım sektörünü elinde tutan 'gdo' devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini ileri sürüyormuş.

Svalbard hariç dünyadaki diğer tohum depolarını bekleyen kıyamet nedir diye soruyorlar. Gerçek amaç ari üstün ırk yaratmak mı yoksa istenmeyen ırkları yiyeceklerle kısırlaştırmak mı...

2008 yılının Mart ayında, Spitsbergen adasında “Svalbard Küresel Tohum Deposu” adı verilen bir ambar kuruldu. Donmuş, bir buz dağının altına kurulan ambarda, şu anda dünyanın dört bir yanından yaklaşık üç milyon farklı tohum özel ambalajında saklanıyor.

Kuzey Kutbu’na bin kilometre uzaklıkta olan bu buzdağı ambarında, bazı dayanıklı tohumlar bin yıl kadar bozulmadan kalabilecek. Her türlü nükleer saldırıya, patlamaya ve depreme dayanıklı olan tohum deposuna ‘kıyametin kırk ambarı’ da deniyor. Dünya üzerindeki tüm tohum çeşitlerini bir araya getirmeyi hedefleyen ambarın amacı, gelecekte dünyanın başına gelebilecek nükleer savaş, göktaşı çarpması veya iklim değişimi gibi bir felaket durumunda, tohum çeşitliliğinin korunmasını sağlamak.

Ancak bu proje ile ilgili dehşet verici kuşkular var. Tarım sektörünü elinde tutan genetiği değiştirilmiş organizma devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildikleri düşünülüyor. Spitsbergen’in buzlaşmış kayalıklarının altında ‘dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme’ planlarının yattığı söyleniyor. Kuram, ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişlerine ilişkin ayrıntılı anıştırmalar yaparak kanıtlanıyor. ‘Kıyamet Koruyucuları’ denilen finansörlerin kimlikleri, neler yaptıkları ve Svalbard Küresel Tohum Deposu üzerindeki hedefleri hakkında söylenenler bunlar ve öncelikle, bu ambarın Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü aracılığıyla işletildiği belirtiliyor. Kolezyum kentinde kurulan bu örgütün başında bir Ontariolu bulunuyormuş.

Özetle, genetiği değiştirilmiş organizma tohumları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayılarak tarlalardan orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adada saklanıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde ‘zaten var olan’ tohum depolarına ne gibi bir felaket gelecektir ki, Svalbard’a baş vurulacaktır.

Planlanmış bir felaketten söz edebiliriz. Bunu anlamak için yalnızca bombardımandan sonraki Irak’a bakmak yeterli. Irak uygarlıkların beşiği ve binlerce yıl önce buğday tarımının doğduğu yer. Ebu Garib’de yüzlerce yılda geliştirilen buğday tohumu çeşitlerinin yer aldığı bir tohum bankası bulunuyordu. Bombardımandan sonra tohum mahzeni birden tarihe karıştı. Kimse o tohumların nerede olduğunu bilmiyor artık. Düşünün, dünyadaki tüm tohum çeşitleri Svalbard’da bir araya getirilip denetim altına alındığında, geride kalan paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok etmek kolay olabilir. Sonrasında da Monsanto gibi devler kendi tohumlarını tüm dünya çiftçilerine kibarca sunabilecekler. Tüm tohum çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel oluşturabilmek amacıyla yok edebileceklerdir.

Üçüncü dünya ülkelerinin bilim adamlarının ve agronomistlerinin -tarım uzmanı- ‘modern tarım ürünü’ kavramlarında uzmanlaşmaları ve dışarda öğrendiklerini ülkelerine maletmeleri ile yakından ilgiliyiz. ‘Gen Devrimi’nin yaygınlaşması için paha biçilmez bir etki şebekesi oluşturuldu. Küresel tarım politikalarını biçimlendirilecek konuma gelindi. Bu bir üstün ırk yaratma planıdır. Hitler’in finansörlüğü de bu yollardan yapılmıştır.

Geçmişten beri genetik olarak üstün ırk yaratmayı yasalaştırmak için kullandıkları öjenik bilimi daha sonra genetik mühendisliği olarak değiştirdiler. Naziler buna ari üstün ırk diyorlardı. Hitler’in öjenik çalışmaları da bilindiği gibi, bugün Svalbard’a milyonlarca dolar akıtanlar tarafından finanse edilmiştir.

İnsanı ‘gen dizilimlerine’ indirgemeye çalışan sözde moleküler biyoloji bilimini yarattılar ve sonunda insan özelliklerini dilenen biçimde değiştirmeyi amaçlıyorlar. Hitler’in öjenikçi bilim adamları Dünya Savaşı’ndan sonra sessiz sedasız çeşitli yaşam formlarının genetik olarak tasarlanması konusunda ilk adımı atmışlardı.

 Amaç ‘negatif öjenik’tir. ‘Negatif Öjenik’ istenmeyen soyların sistemli bir biçimde yok edilmesidir. ''Negro -zenci- nüfusu ortadan kaldırmak isteniyor”

Örnekler üzerinden gidelim. Küçük bir biyoteknoloji şirketi, yendiği takdirde erkeği kısırlaştıran bir mısırı genetik mühendisliği aracılığıyla geliştirdiklerini açıklamıştı.

Bir başka örnek; Dünya Sağlık Örgütü Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de milyonlarca kadının tetanosa karşı aşılanması için bir kampanya başlatmış ama erkekler de tetanos olabileceği halde aşı erkeklere yapılmamıştı. Bu kuşku uyandırıcı durumdan ötürü Katolikan bir kilise organizasyonu olan Meksika Yaşam Komitesi aşıları test ettirdi. Test sonuçları gösterdi ki kısırlığın yaygınlaşmasıydı bütün amaç, hibrit tohumlarla tekel tuzağı, gelişmekte olan ülkelerde yürütülmüş olan ve hala devam eden Yeşil Devrim çalışmalarına da bu açıdan bakınca korkunç görünüyordu…

Sonuç... Büyük bir tekelleşme ve yok olma tehdidiyle karşı karşıyayız.

1984 geçeli yıllar oldu, Orwell veda etti ama Big Brother, yani 'Tanrının Eli' daima aramızda ve gezegenimiz belki de korku ve dehşetle dolu, bir hortlaklar dünyasına dönüşecek.

***

Hıristiyan Faruk, hıristiyan diyorum, çünkü onun lakabı bu, öyküye saygılı olmak zorundayım, softa Mefkure demek gibi bir şey bu, bir tanımlama...

Dedi ki, bu ada nasıl bugünlere gelmiş biliyor musun, başlangıçta neler olmuş, iki kadırga ve üç kalyon, biri hilalin mücahitleri, diğeri haçın şövalyeleri adanın önlerinde karşı karşıya gelmişler, amaç yeryüzü toprakları yetmemiş, engin denizler gönüllerini doyurmamış olacak ki, ilk bayrağı dikmek için yarışmışlar ve karaya çıkarak, kadırgalar Sedef adasından, kalyonlar Halki kıstağından sokularak uygun yere bayrakları dikmişler, ama birbirlerini görüyorlarmış, tanrının ve tüm dünyanın vazgeçilmez bir düsturu vardır biliyorsun; Yaşamak için öldüreceksin!..

İnsanın dilinin varması bile tüylerini ürpertiyor.

Japonya'yı fethetmek için değil, Japonya'yı fethetti desinler diye savaşırlar denirmiş, evet söylemiştin ama bu öyle değil, gerçekten -sahip olmak adına- savaşa tutuşmuşlar ne yazık ki...

Bugün plaj olan yerin derinliklerinden kemik çıkardıklarını biliyorum ben, bir keresin de balıkçı Barba (Barbaros) bir madalyon gösterdi bana, kafatası üzerinde çatılı, iki kaval kemiği vardı üzerinde...

Korsanlar!..

Tepede bir sürü lahit kalıntısı vardır, kum gibi dağılmışlar ama üzerindeki işaretler onların kimi latin, kimi grek harflerle süslü mezar taşlarının birer halkası olduklarını gösteriyor, her türden kavim uğramış buralara, Aya Yorgi'nin orda, artık toza dumana karışmış bir türbenin izleri vardır, sarık biçiminde taş kırıntıları ve üzerleri garip renkte paslı yeşillerle kaplı objeler...

Bin yıllardır, yazık değil mi bu insanlara, bu insanlığa dedim...

Dinle dedi, büyük babam, tepede bir keşişle bir müezzin tartışmaya tutuşmuş bir gün derdi, öğretilerinin yek diğerinden daha üstün daha insani oldukları noktasında... İkisini de kuvvetli bir rüzgar almış götürmüş sonunda diye gülerdi hep...

Tartışmanın özünü anımsıyor musun dedim...

Baştan sona hem de, anlatabilirim dedi!..

Begonviller açmış, ılık bir rüzgar yüzümüze vuruyordu, dar bir yola saptık, benim can yoldaşım, ömrümün gül bahçesi Nebihe'm, manolya kokusunu çok sever, elim varmıyor ama şuradan birini koparsam mı acaba...

Nebihe, kitapsız peygamberlerin şanlı bir kızı sanırım, kopar nasılsa günah sayılmaz dedim. Gülümsedi ama kolu yetişmedi, örene çıkması için destek verdim ama koparırken, çiçek inci tacı gibi düşüverdi elinden, havada yakaladım ve ilk kez kokladım o çiçeği, ne görkünç bir koku yarabbim, mayhoş, bulut gibi, buhur gibi, buhurdan gibi, tütsü gibi, cennet bağından bir gül, bir sümbül, bir zambak gibi, yeryüzüne serinlik yayan  soğuk bir ıtır gibi, ne derseniz deyin, çiçek o denli esrik, ruhları sakinleştiren, derin ve tuhaf bir rayiha yayıyordu ki havaya anlatamam, büyük beyaz bir ece, bir tanrıça gülü gibiydi düpedüz, bir tomurcuk, içinde sarımtırak koku yayar eşey organlar...

Yarabbim bu anlatılamaz, yaşam bu yüzden bir tansık işte, bu yüzden tapıyoruz ona ve bu yüzden kadırga ve kalyonlar paylaşamıyor onu ve bu yüzden ölümle cezalandırılıyoruz şu yaşamda...

Nebihe'nin payını sunarken yoldaşıma, dedi ki, pembesi de vardır bunun, savaşlarında bir karşıtını yaratabilseydik...

Gözyaşlarımız karşıtı ne yazık ki, dedim...

İki adam, keşiş ve  müezzinin hazin öyküsünü dinle o zaman, belki neden çözüm bulamıyoruz anlayabiliriz, hiç belli olmaz dedi...

Müezzin kıbleye dönüp tapıncını bitirmiş ve sağına soluna selam verdikten sonra, orada bir deniz fenerinin görkemli uğultusuna, istavroz çıkarıp, selam duran keşişe demiş ki...

'Nesneleri ve dünyevi gelenekleri, alet ve edevatlarla, hayatın gereklerinin kutsanıp, selamlanması tanrıya şirk koşmaktır, okunup bilinmesi ve ruh mürekkebiyle alnımıza nakşedilecek olan, yalnızca tanrının vahiyleri ve mucizeleridir. Eşyanın tutsağı olmayın ve putlara tapmayın buyuruyor o!..'

'Biz tanrının evlatlarıyız ve mucizesiyiz, biz her bir yaratılmışı öpmeliyiz, her kimsenin derdini dinlemeliyiz, o ki tanrının bağışlarıdır, sevilmelidir, gözetilmelidir, okşanmalı ve selam verilmelidir, biz herkesiz ve hiç kimseyiz.'

'Tanrının çocukları onun yarattığı seyrü aleme, nasıl barbarca bir tutum sergileyebiliyor, başka bir cana yönelebiliyor, kuşkunun rengi beni teskin etmediği sürece, uykulardan uzağım ben, kabuslar süslüyor gecelerimi ve onlar, Habil ve Kabil'e ayrılabiliyorlar, biz tanrının göz nuruyuz, incisiyiz, ama layık olabilmeliyiz, biz onun evlatları mıyız, nasıl ona layık olamıyoruz, onun buyrultularına harfiyen uymalıyız, onun dediklerine gözlerimizle bağlanmalıyız, yüreğimizi açmalıyız hayata ve onun hesap gününe hazırlanmalıyız, uygarlık el değiştiriyor sürekli ama biz ıslah olmayanlarız.'

'Sizler birbirinin aynı sonsuz dünyaların varlığına inanıyorsunuz, bir yineleme ve versiyonlar cenneti dünyaların, suç ve cezanın, cennet ve cehennemin, sonun ve başlangıcın, tanrının yeni bir şey yaratamayacağını ileri sürmekten başka, ne gibi bir özelliği var bunların, sizin günahlarınızda, sevaplarınızda birdir. Kalıptan çıkmış gibisiniz. Gerçekte sizler, hayata sırtını dönmüş batıl birer münkirsiniz.'

'Nicel dünyalarınızda, sonsuz ayrışıklarla baş edilmezleşen dengesizlikleriniz, hiç bir zaman birbirinin aynı olamaz, günah ve sevap birbirine taban tabana zıttır ve alemde birbirine benzeyen, tıpatıp aynı olan, iki ayrı şey, sonsuza dek, bir arada olamaz, iki kelebek bile birbirine benzeyemez, tümüyle ayrı varlıklar, karşıtların, günah ve sevapların dünyasıdır bu, öyle olmak zorundadır, her canlı bir evrendir ve her biri başkaca bir evrendir, günahlarımız hepimiz için ayrı ayrı sayılmakla, cezalarımızda her seferinde apayrı görülmelidir, şu cihan da birbirinin aynı olan hiç bir şey yoktur, tanrıdan başka her şey değişip akmada, o değişmeyen ki, biz tanrının son buyruğuna inananlardanız.'

'Biz aşkınlığın sevisiyle yanıp tutuşmaktayız, bilinir ki son diye bir şey yoktur evrende, yeter ki o buyrultular kendi içinde bir sona ulaşmasınlar, bir dogmaya dönüşmesinler, siz çileciliği öğütleyenlerdensiniz, kadercisiniz ve alınyazısının bir gül gibi açtığını söyleyen, keder bahçelerinin, şehadet timsali münadilerisiniz, değişmezlikten yana yanıp kavrulan medyunları, biçare müminlerisiniz.'

'Bizler vicdanımızla hareket ederiz, bir ceylanı bir aslanın yemesine gönlümüz el vermiyor, siz bunun adına doğal dengeler, olması gerekenler diye öğüt verenlersiniz, semirenlerin ağzıyla konuşan aslanlı bahçeler, kan rengi lalelerin süslediği sütunlarda inleyen lavtalar sizin olsun, ölmeyene ant olsun ki hayatın değişmesinden yana olan biziz, kaderin değişmesinden yana olan biziz, biz bülbülün diken üzerinde ötmesini istemeyiz, biz bebeğin içtiği sütün kesilmesine yas tutanlarız, biz şehadeti bu yollarda arayanlarız.'

'Siz tanrının kullarını sınava tabi tuttuğunu söylüyorsunuz, olanakların sınırlı sayıda olduğu bir evrende, günah kaçınılmazdır, olanaklar yenilenemeyeceğine göre, bu büyük bir ikiyüzlülüktür, bilesiniz ki günah diye bir şey yoktur ve yalnızca hayat vardır, tanrının bağışladığı hayat.'

'Öldürmeyeceksin diyenlerin bir gün yokluğu savunacağını biliyor mümin kullar, inanmışlar, tanrıya karşı gelmenin bir cezası olamayacağını söylediğimizde, kalem tutan ellerimizin yanacağını, şakıyan dillerin tutuşacağını söylemekte ebediyete  dek haklılar, yokluğun tanımını bir bilen var mı, mükafatsız ve cezasız bir alemin ne anlamı olabilir ki.'

'Tanrının dünyayı duyumsamak, bizleri deneyip sınamak için evreni yarattığını ileri sürebilmemiz için, 'Karıncalar Hanlığı'nı da gözlerinizle görmüş olmanız gerekir, tanrının amacı değil aracı olduğumuza inanıyoruz biz, onun evlatlarıyız ve yitirdiğimiz babamızı arıyoruz evrende.''

***

İkisi kavga ede, tartışa dura bir kayanın dibine vardıklarında,  bir uçurumun başında durduklarının ayrımına varmamışlar ne yazık ki ve  bir adım daha atıp karışacakken yokluklara, şiddetli bir rüzgar, onları bir bulut gibi sarıp sarmalamış ve Araf'ın Yurdu'na doğru yola çıkarak, tanrı katına, o sorgu makamına ulaşmışlar...

Yazgısı, tanrının iki dudağı arasında olanların tartışması, bir alaysama ve yaratıcılık peşinde koşmaları, telafisiz bir yadsımaya kapılmanın gafletidir belki de...

Kötü olmamanın, şeytanca bir kibir olduğunu yazan bir kitap vardır. Belki de olup bitenler büyük bir armağandır onlara, belki ayrımında bile değillerdir...

Güçlükle duyulur bir sesle, alevlerin ve ışıkların dili, lanetlilerin bedeninde ışıldar her gece diye mırıldandı ve sözlerine son verdi hıristiyan Faruk...

Müezzin ve keşiş, hesap gününe, o sorgu makamına vardıklarında, gene durmamışlar, hayasızca, hoyratça, kendini bilmezlikle, edepsizlikle ve körlemesine tartışmayı sürdürmüşler, sınırı ve sonu olmayanın gözü önünde kavgaya tutuşmuşlar, gemi azıya alan, bu dizginsiz ve kendini bilmez yaratıkları gören tanrı, onları güç bela ayırdığında, şaşkınlıklar içinde boğularak, birbirlerine bakakalmışlar, kan revan içinde, soluk soluğa...

Çünkü, görmüşler ki birbirine bakanlar, karşısındakinin tıpatıp aynısı!.. Üçü de birbirinin birebir benzeriymiş!.. 

Evrenin gizi meğer bu üçlüdeymiş.

Üçü de birbirinin kardeşi...   Üçü de, bir üçüz olduklarının ve bir kardeş olduklarının, sonunda ayrımına varmışlar...

Bazıları der ki, yalnızca tanrı ilk doğandır aralarında, evrenin bir dölütü olarak, rahimden ilk fırlayan...

Ve o buyuruyor ki, böylece bir  gizin muradına erdiler işte ve o günden beri utanç içinde yaşadılar...

12 Haziran 2017 Pazartesi

DELİA



Güneşin, yaprakların  arasında gezinen solgun ışığında, Prusya mavisini andırır  dev bir kuş,  sanki birdenbire, ormanın içinde gözden  yitip gitti.

Delia o dedi, yetimhanenin bekçisi, bütün gün yalnız başına dolaşır adada, sonra kayalıkların orada, ıssız koydaki kulübesine gider, bütün gece, denizin sesiyle karanlıkta düş görmeye!..

Robenson gibi dedim, bir tür Robenson... Bekçi, delirmiş o dedi, çocuklarını kaybettikten sonra diyor kimi, kimi kapıldığı bir aşk yüzünden, kimisi de zamanla ölümün ağırlığını duydu bedeninde, hiçliğe kapıldı diyorlar.
Dev gibi bir kadın, oysa hala güzel görünüyor. Konuşmuyor mu dedim hiç... Konuşur dedi, kendisiyle...

Hızla arkadan dolaşıp önünü kestik, bizi görünce durdu ve bir taşa oturarak uzaklara bakmaya başladı. Görünmeyen bir tanrıyla sanki söz düellosuna girecek gibiydi...

Onunla konuşmazdan önce şunları anımsadım bir bir...

Ettora Scola'nın bir filminde sanıyorum, yazma yeteneğini yitiren bir senarist, işaret parmağını kalemtıraşın içine sokar ve çevirir!.. Bu sinemanın gücünü göstermek bir yana, yeteneklerimizi yitirdiğimizde, düşünme ve üretme becerimiz bittiğinde yaşayabileceğimiz elim sonu, ironize etme, dahası yüzümüze vurma  açısından son derece dramatik bir sahnedir.


Yapay zeka konusunda hep düşünürüm öteden beri, çalıştığım yıllarda, birinci sıradaki bir satranç oyuncusuyla, satranç  konusunda verilerle donatılmış bir bilgisayarın karşılaşacağını, on iki oyun üzerinden yarışacaklarını söylediler. Çoğu karşılaşmayı, insanın kazanacağını ileri sürüyordu, gülerek bilgisayarın kazanması gerektiğini söylüyordum ben de... Sonunda bilgisayar kazandı çünkü nedeni şuydu sanırım, insanların bildik tüm hamlelerini, sonsuz bir çeşitlilikte  bilgisayara yüklediğinizde, hiç bir insan onu yenemeyecektir. Çünkü hepimizin hamleleri onda saklı, o bizim ne yapacağımızı artık biliyor, hepimizin...

Ama biz tek tek, diğerlerimizin hamle yeteneğine sahip değiliz, hepimiz kendine özgü düşünce sistemiyle yarışan birer tekiliz, ama bilgisayar tümümüzün düşünce sistemini ele geçirdiği için bu konuda, onu artık kimse yenemez, yalnızca o son hamleye karşı yeni bir hamle üretebilmemize dek!..

Bu da bize yaratım noktasında tanrıyı geçebileceğimizi gösterir, tüm insanların, günün birinde, tüm davranış ve düşünsel verilerini herhangi bir robota yüklediğimizde ki bunun olanağı vardır, o zaman işte bu yeni 'Canlı'nın, insanüstü olması kaçınılmazdır, o bir yana bizim olağanüstü sandığımız her şey, o noktadan sonra, gerçekte bir olağanlık dizisi ve tüm  zorlukların altında bir anlaşılırlığın,  belki de sürgit kavranılabilecek bir kolaylığın, yalınlığın ya da bir basitliğin olduğunu ve tansığın yalnızca bir sanı ve insanın linguistik imgeleminde, öylesi bir ileri sürümden başka bir şey olmadığını gösterebilecektir  artık. Doğallıkla böyle bir şeyin şaşırtıcılığı olamaz...


Sonuçta ne olacaktır, biz tanrılaşacak mıyız diye düşünebiliriz de, ama hayır tam aksine bütün bütüne bir insan olacağız, insan olma noktasında bir aşamayı daha geçeceğiz.

Çünkü tansık diye nitelediğimiz,- bilimde tansık yoktur zaten-  ya da olanaksız gördüğümüz her olgu, her oluntu, yapıntı ve düzenim şu dünyada, gizi anlaşıldığında, formüle döküldüğünde veya varoluş biçimi ya da genetik kodu veya oluşum kompleksleri diyelim tümüyle ele geçirildiğinde o şey sıradanlaşır.

Onun için tanrı katına hiç bir zaman ulaşamayacağız biz -çünkü tanrı olağanüstülüğün adlandırılmasıdır-, ama tanrının bize doğru eğilimle, yaklaşacağını, yakınlaşabileceğini söyleyebiliriz.  Düşünelim ki geçmişte, yıldırımlar ve şimşekler tanrımızdı, gök gürlemesi onların dile gelmesi, seller, volkanlar ve yangınlar  onun eyleme yeltenmesi, güneşin açması ya da baharın müjdesi,  onun bir anne gibi sevecenliği veya bir baba gibi affediciliğiydi...

Delilik insanın naturasında var, gerçekte hepimiz birer deliyizdir belki de, bilemiyoruz, göreceliliğin yolculuğunda, kimin neye karşı sağlıklı ya da olması gerektiği gibi bir kalıbın içinde yüzüp gittiğini kim bilebilir ki...

Yaşam halen bir tansık olma nitelemesini sürdürüyor, çünkü hala bilinmeyenlerle dolu, zaman bizim delirmemizi öngörebilir ya da yaşadıklarımız bizi, içinde bulunduğumuz sistem ve biçimlendirmelerden uzaklaştırarak, diğerlerine göre bir deliliğin içine sürükleyebilir.


Az kalsın delirecektim, o an ne yapacağımı bilemedim, birden kendimi kaybettim ya da o sıra bana bir şey oldu, en sık kullandığımız tümceler arasında belki de başı çekiyordur, hiç sayamadık ki korkudan!..

Uzun bir yola çıkmıştım günün birinde, gençlik yılları, para olabildiğince sınırlı,  mola yerinde açlığımı yatıştırmak için, glikozla bedenin enerji düzenini ayakta tutmak,  olağan sağlık yapısına katkıda bulunmak için, menüde en ucuz olan şeyi, bir  komposto içeyim dedim, hayatın ve ölümün amansız baskıları işte, belki de parasızlığın illüzyonudur bilemem ki, o an sanki bir düşün içindeymişim gibi, kominin yaklaşması, bir şey alır mısınız diye tinsel yapımı kuşatması, bir boyundurukla abluka altına alması, anlağımın istemsiz biçimde sapmasına ve bir düşünsel karmaşaya sürükleyerek, gecenin uyku veren saatinin de el vermesiyle, -bu halleri her insan, türevi de olsa yaşamıştır ve bilir-, sanki bir afaziye yakalandım ve adları karıştırdım ya da unuttum, ağzımdan komposto yerine -belki de istemsizcedir bilemiyorum-, rosto çıktı, en pahalı yemek!..


Şeytan söyletti diyemem, tanrı söyletti bana kalırsa, çünkü şeytan bizi denemeye kalkışamaz, o bir mutlaklık peşindedir ve sürekli, salt kendini deneyecektir o,  tanrı ise bizi sınava çeker bildiğiniz gibi, bakalım ne  olacak, nasıl atlatacak ya da neler yaşanacak, ikisi  arasında incelikli bir ayrım vardır ne yazık ki!.. Tanrı sürgit denemek zorundadır, bir daha ki sefere kusurlarını en aza indirgemesi için!..

Şeytan, sabah çeşitlerini tanımakla yetinir, böyle bir erekle dünyaya gelmemiştir!..

Bu yüzden hiç bir şeye inanmam ben, inandığım tek şey hiç bir şeye inanılamayacağıdır. Bilimde şarlatanlık peşinde koşabilir bana kalırsa, aşkta aldatıcıdır, insanda bir tanrıdır, yemek ve içmek zorunluluğu canlıları sıradan kılar, denizlerin altı gerçek dünyadır, uzay bir illüzyondur gibi, ama son durakta şudur bu konuda; her şeye inanılabilir de!..

Bir bilimsel yayın görmüştüm şu yakınlarda, bir duyum bu...

İnsanlar on bin  yıl önce tarım yaparak erozyona neden oldu. İnsanın çevreye olan etkileri yalnızca bugüne özgü bir konu değil. İsrail’de yapılan bir çalışmada, yaklaşık on iki bin yıl önce, insanların tarım ve de bitkilerle ısınma çabaları sırasında deniz çevresinde erozyona neden oldukları ortaya çıktı.

Ölü Deniz jeolojik ve arkeolojik araştırmaların sıklıkla yapıldığı bir nokta olarak tarihsel anlamda çok önemli bilgiler sunmakta.
İsrail Tel Aviv Üniversitesi’nden araştırmacılar, Ölü Deniz tabanında yaptıkları sondajlarda topladıkları numunelerden iki yüz bin yılı aşkın tortu kayıtları elde ettiler. On iki bin yıl öncesinde oluştuğu belirlenen tabakadaki örneklerde, doğal olarak oluşmayacak olan erozyon oranları saptandı.

Birde şuna benzer bir şeyde görmüştüm...

İsa Arap ırkından olabilir. Nasıra'da yapılan arkeolojik çalışmalar sırasında, eski bir mezara ait bulgularda ele geçen kemiklerin incelenmesi sırasında varılan sonuçlar, daha önce Medine'de bulunan bir mezarda bulunan kemiklerin antropolojik yapısıyla birebir örtüşüyor. Birbirine yakın bu iki coğrafyada yaşayan insanların, aynı soydan geldiği ve yakın akrabalık ilişkileri içinde olduğunu ileri süren Wisconsin Üniversitesi'nden bilim adamı Efraim Herzog, buradan anlaşılıyor ki Nasıralı İsa'nın büyük olasılıkla bir Arap olduğu sonucuna varabiliriz demiştir...

Bunun uydurma olduğunu söyleyebiliriz ama gerçektir!..

Bizler, insanoğlu gerçek  yola çıktığında yalan dünyayı dolaşmış olur diyoruz. Varsayımlar dünyasında her şey safsataya dönüşebilir, her safsata gerçeğin yerini alabilir, dün dünya düzdü, bugün yuvarlak, yarın kara ve denizlerin biçimine bakarak amorf olduğunu söylemek durumunda kalabiliriz, bakış açımızın gerçekliğinin bizi neye zorladığına bağlı bu, önümüze koyduğumuz yeni postula bir öncekini unutmak zorunda bırakabilir bizi!..

Ah yeryüzünde, iki türlü insan vardır gerçekte, ne bilgilerimizin var ettiği, ne hurafelerin efendiliğine soyunan. Birincisi; kendisi kötülüklere alet olmuş insanlar, ikincisi kendisine, kötülükleri alet etmiş insanlar, görünürde üçüncüsü yok,  toplumlarda öyle, kötü, yararsız şeylere bel bağlamışlar, bir ötekisiyse kötü şeylerden yararlanmışlar. Kabulü zor görünüyor, insanlığın geldiği, geldiğimiz noktaya bakarak, olayların bu ikisini andırdığına inanıyorum ben. İyimserlik bize bir şey kazandırmıyor sanıyorum, çünkü o yinelemeleri, neredeyse zorunlu kılıyor ve hiç bir şeyi değiştiremez bir bumeranga dönüşmüş artık ve hep başlangıca, başladığı noktaya dönüyordur kanımca...

 Örneğin bizler, afra tafra yazıcıları,  noktalama işaretlerinin yerini bile bilmiyoruz,  en büyük sorunumuz şu bence, çayı en iyi yapan bizizdir örneğin ama  tatlandırmasını bilemeyiz, onu biliriz, içerken üstümüze dökmeden edemeyiz. Bütünlük yok bizde... Bir yabancı, burada her şey var ama hiç bir şey tam değil dedi, doğrudur ne yazık ki...

***

Delia'ya; Burada iyi misin dedim. Hiç bir tepki vermedi, sessizlikten gelir gibi sözümü tekrarladım... Burada iyi misin...


Sen dedi...


Durakladım bir süre... İyi olduğumu söyleyemem dedim. Konuşamazsak birbirimizi anlayamayız, benim en büyük sorunum bu biliyor musun...
Hiç  bir şeyin değişmeyeceği düşüncesiyle gelmedim buraya dedi.

Gizlenmiş bir şiddet ve terörize bir dünyada yaşıyoruz, burada bile öyledir ama salt kendim olmak istiyorum ben, olabildiğince, hiç bir yararı olmasa da, elimden gelseydi öldüğümde, denizin içinde yitip gitmek isterdim...
Canımıza kıymak düşüncesinin bir terör olduğunu düşünüyorum dedim. Doğru dedi, tepki verdiğimiz hiç bir şeye katkımız olmamalı, olabildiğince...

Ama dedim, iyi  hiç bir şey yok mu şu dünyada, hiç mi yok...
Var dedi, çok hem de, ama sonucu değiştirmeye yetmiyor, hiç yetmiyor, kargaşanın önüne geçemiyoruz, yaşam yalnızca biçim değiştiriyor, bu çok sıkıcı geliyor bana, bir fanusta, uzayda bir yerde, burada bir kulübede  ya da varlığın her hangi bir yerinde gene böyle bu, kendimizden kurtulmanın yolunu bulamıyoruz...

Gerçekte bencilin biriyim ben biliyor musun diye sürdürdü...

Paranoya içindeyiz hepimiz ama ben sakinim ve mutluyum burada, sizi bilemem, deliliğin ve sanrıların tutkusuyla bir kabusun içine sürüklendiğimi düşünebilirsiniz, düşünebiliriz ama aynı şeylere tutku içinde sarıldığımızı ve kendimizi göremediğimizi düşünüyorum ben ve kendimi bir denek olarak buraya sürdüm, elimden başkaca bir şey gelmediğini düşünebilirsiniz artık.


Ama dedim yine, düşüncenin engin bir dünyası var, doğrulam ve gerçeklik apayrı şeyler, sence ne yapmalıyız ki, hepimiz için bir adım, bir dönüşüm olduğunu kabul edelim...

Bunun olanağı yok, yenildiğimi kabul etmeseydim buraya gelmek istemezdim. Kişisel ya da kitleselliğin içinden çıkan öylesine bir tepki sayılır benim ki, doğru ya da yanlış olduğunu kesinleyecek kadar ileride gidemem. Yapılması gereken özeylemin  özgürce yapılabilmesi, belki bunu yapabildiğim için bir umuda  kapılabilirim ben, kurtuluş yolu hala vardır belki de...

Delia, ben senden daha umutsuzum demeye utanıyorum.

Burada ilk kez gülümsedi Delia, paranoya ve cinnet içinde olduğumuzu düşünenlerimiz için, iyi bir örneksin dedi. Sorun sizde demiyorum ama arınmışlığı arayan biri için, bunları ileri sürmek haksızlık değilse de, umudun yok edilmesi ya da onun görmezden gelinmesi, kıyamet provasına kalkışmaktan öteye geçemez...

Hiç bir şey, bize hiç bir şey kazandırmış değil ne yazık ki!..

Umutsuzluğun umudu da söz konusu olabilir. Kötülüğün zorunlu olduğunu ileri sürseydim ne diyebilirdin, savaş, açlık, kavga, ölüm, öldürme, sayamadığım bir sürü şey için bir zorunluluk var gibi geliyor bana, niçin bunların gölgesinde yaşıyoruz ve bir çözüm aramaktan kaçınıyoruz da, bir gölgeye, çöle veya dağa sığınıyoruz biz...

Hak vermeyi bilmek gerekir.

Bu dediğinde gerçeklik payı varsa da, kötülük ve kötümserlik ele geçirmiş bizi, bundan kurtulmak gerekir öyleyse, belki de diyeyim ki, biz sorunlarımızın efendisi olmayı yeğliyoruz gerçekte, ondan kurtulmak değil, kötülüğün bizi ele geçirmiş olması, onu ortadan kaldırma adına bizi oyalayan bir kozmikomikliğe dönüşmüş. Düşünceler alabildiğine basitleştiğinde belki soruna daha çok yaklaşabiliriz...

Kurgunun, eyleme yansıması noktasında sürekli problemler yaşadığımızı ileri sürebilir miyiz...

Sorunların kendisini tek tek ya da bir bütün olarak ele almak noktasında hep bir engeller var bizim içimizde, tüme varım ya da gelim bizim için bir çözüm olmaktan uzak ne yazık ki...

Özür dileme alışkanlığım vardır benim. Peki, her ölümlü gibi çözüm ne diye sormak ya da ne yapmalıyız bizim için formüle edebilir misin diye danışmak durumundayım.

Ruhum aç benim...

Sıradanlık içinde olmalıyız, umut bir soyutlama ve ufki, sakince düşünmeliyiz, belki hızlanmak için geri geri gitmek gerekir ve sonra koşmayı denemeliyiz, sorunlar sonsuz ve açımları da bir o kadar sonsuz gerçekte, temel sorun kendimizi görmeli ve ona göre çözümler üretmek noktasında, bir karar ve mantık birliği, düşünce silsilesi içinde yol almalıyız düşüncesindeyim, bunlar ileri sürüldü belki de, ama dünyanın bir anomali içinde olduğunu kabul etmeliyiz öncelikle...

Sonsuzluk  denizinde bir çözüm bulabileceğimizi düşünüyor musun yine de...

Yaşamı gerçekte yadsıyorum ben, beğenmiyorum, kendime dönmek istiyorum ve varabileceğim, deneyebileceğim tek gerçeklik bu, burada olmam sizi şaşırtıyor, oysa burada değilim ben, yalnızca olabildiğince ilkel ve ilk günümüze dönmek istiyorum, ana rahmine dönmek gibi, sıfırı görme ve yeniden başlamak, tuhaf olabilir ama algılarımız hep bir saplantı içinde ve hepimiz birbirimizi, her şeyi, evreni, tanrıyı, varlığı, yokluğu  yanlış algılamakta direniyor gibiyiz. Doğrulardan ve gerçeklerden nefret  ettiğimi söyleyebilirim. Başka bir dünyadan, dumanlı vaatlerden, cennet ve cehennemden de nefret ediyorum ben, belki içimde ya da burada başka bir gezegende olduğumu düşünerek kendimi avutuyorumdur, bir 'otopya' demem yinelemenin tuzağına düşmek olur benim için ama başkaca  ne yapabilirim ki...


Delia, ağlama isteği uyandırıyorsun bende, başka hiç bir şey değil...

''Hiç kimse bu uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanında / Bu hesapsız dünyanın, hiçbir zaman görmez / kendi bildiği Tanrı’yı, / Yalnızca rüzgarın taşıdığı, rüzgarın taşıdığıdır duyulan. / Kafa yorduğumuz ne varsa, aşklarımız, tanrılarımız, / Geçer giderler, bizim gibi...''
Algılarımız hiç değişmedi ve değişmeyecek!..

Minicik bir özlem yumağıyla 'Hoşçakal' demek istiyorum sana...
Büyük bir gök parçasıyla; Hoşçakallar bir arada olsun diyorum bende...

Delia'yı bir daha  göremedim...

***

''Nasılsınız, dedim. 'İyiyim' dedi. Yalnız, 'İyiyim' derken, 'İ'yi oldukça uzattı, ses aralığını uzun tuttu diyebilirim. Bununda, buraya gelirken, oldukça sakinlikle yola çıktığını, diyelim eşikten adımını attığında, usunun dingin, tininin de dertsiz ve uğultusuz olduğunun bir göstergesi sayılması gerektiğini düşünebiliriz. Ama 'İyiyim'in son harfçiği  'm'yi üstüne basarak, içsellikle keskinleştirilmiş ve ama sonuçta gizlenmek istenen bir hışım ve kinle söylediğini de ileri sürebiliriz. Bu, yolda, diyesim taşıtta, olası can sıkıcı olaylarla karşılaştığını, buna karşın kendini tuttuğunu, küçük ama baş ağrıtan sorunlara bulaşmak istemediğinden, zorlasalar bile, beceriyle ıvır zıvır dertlere yol açabilecek bu durumdan sıyrılmayı başardığını gösteriyor...

Sonuç olarak, 'İ' ile 'm' arasındaki, eşlikli dört harfçikten doğuşmuş aralığınsa, epey titrek ve harflerin ses tellerinde denetsiz biçimde; soluk borusunda yuvarlayarak, çok az yırtımlı bir tınıyla yansıyıp, algılandığına bakacak olursak; sinirlerinin gerçekte, geçmişten gelen, uzunca bir zamandır bozuk olduğunu, bu durumun, zamana yayıldığı için sinirsel uçlarının törpülenip görünmezleştiğini ve dolayısıyla ustalıkla gizlenip, saklandığını ya da bu düşünseme içinde değerlendirilmek gerektiğini anlayabilmemiz gerekir.

Verili görüngüde, şu an sakin aralıklarla ve denetlenmiş gözüken bir ıra yapısıyla sözler edip, sandalyede yavaş eskivlerle, eğik açıda hareketlerini sürdürmekte olan bireyimiz, soyun öbür bireylerinden ayrılıkla, geçirmekte olduğu şu saatlerde kolaylıkla sinirlenmeyeceğini ve edimini uzun süre koruyabileceğini; ama uzun süreli baskın bir konuşma biçimiyle karşılaştığında (ya da dayatıldığında), tehlikeyle umursuzlaşıp, saldırganlaşabileceğini, kendisine karşı pasif tutumun sürdürülüp, sergilenmesi durumundaysa etkin ve egemen bir role kolaylıkla geçiş yapmayı önelleyip, (yeni durumu benimsemek) istemeyeceğini, üstelik tam da karşıtı, dozunda bir kibirle, kendi özgün tutumunda yol alacağını ve karşısındakini; diğer bir deyişle ötekini koruyup kollayacak bir imaya bile bürünebileceğini, büyük olasılıkla savlanan ve kuramsal sınırlara yaslı, bu vargı ve belirimlere koşut olarak, birlikte ılımlı saatler, yatay, edilgen bir anlar boyutu ve inişi çıkışı olmayan; ansınır deyimle kazasız belasız geçirilecek bir günün bizleri beklediğini, güvenilirlikle ve neredeyse tümel olarak söyleyebiliyor, düşünüyor ve umuyorum...''


Bir an gözlerimi açtım, ay bir yarı-tanrı gibi yükseliyordu gökte...

Düş görmüşüm.