1 Haziran 2018 Cuma

NEVEROPYA

 






Düşümde mi gördüm, yoksa birinden duydum da düşlerle mi karıştırıyorum bilemem, Amsterdam'da yaşarken, günün birinde bir Felemenkle lafa tutuşmuş, bizim ülkemizin ressamı, ikisi de kadın diye biliyorum kahramanlarımızın, laf lafı açarken Hollandalı oldukça sakin, şöyle bir söz sarfetmiş; Doğu bunun için ilkel, bilgiden ve çağdaşlıktan yoksun olmanız bu yüzden!..
Bu bir klişe.
Bu kuşağın ömrü bu tür yaklaşımlara boyun eğerek geçiyor, kendisini değersizleştirip, bilisiz taraf olduğunu alçak gönüllülükle kabul ederek!..
Her şey bir sanıdır yaşamda, başarılarımız, zamanda ve mekanda yer edinmenin tanrısal buyruğu - şeytani hilesi, minik devletlerimiz evlilikler ve ölüm bile...
Başkaca bir hayata inanmayan kaç kişi var şu dünyada, asıl sorunun, bunun var olmasını canıgönülden istemek-dilemek - olduğunu bile bile...
Başkaca bir umuda, yaşama sarılmanın özlemiyle yanıp tutuşmak ve bu dünyadan katıksız biçimde, kimsenin mutlu olarak ayrılamayacağını biliyor olmak...
Ressamımıza şunu söyledim, iyi de kuzeylilerin neden kayda değer bir şairi, tanrısal bir Yunus'u yok, oradakilerin hiç biri evrene ağıt yakan veya içli bir methiye düzmekte ustalık gösteren bir peygambere sahip olamamışlar.
Çünkü duyumları görüngüde oldukça mekanik, hatta vurdumduymaz ve sonsuzca pragmatik, lafı uzatmaya gerek yok; gerçekte kendilerini dünyanın efendileri sananlar, hem vandallaşırlar ve hem de barış şarkılarıyla eşlik ederler namludan yayılan, ölüm kıvılcımlarına!..
Her iki taraf için bıktıran bir saldırı ve savunma içgüdüsüyle kendimizi yinelemekten utanıyorum artık ben. Biz ve onlar dediğimiz et ve kan uygarlığının sapiensinden başka bir şey değil!..
Ve şu meseli anlattım ona...
Düşün ki dedim, insan yaratılmışların efendisi, öyle de sanırım ki, bunu saklamaya gerek yok, atomu parçalayan o, yakıcı güneşte gölgeleri yaratan, sayıları, üretmeyi, tüketmeyi denetleyen, her şeye karar veren, deneyen, değiştiren, ölen, öldüren, sadistçe, nihilistçe yaşayan ve dünyaya hükmeden o...
Ve gözlerinin içine bakarak, biliyor musun; Tanrı da o dedim!..
Ama biz bir maymunsuyuz hala ne yazık ki. Çünkü insanın evrendeki çabaları, kavgaları, amaçları ve ölümcül savaşlarının yanında; Bir de tropikal ormanlarda yaşayan, bir maymunu düşünelim dedim, insanlar ona acıyabilir, aşağılayabilir ve öldürebilir de nedensizce...
Ama dedim, bir de insanlara bakalım, insansı toplumlara, maymunumuzun yediği Havva meyvelerini bir kez bile tadamadan ölen milyonlar var şu dünyada ve de hatırı sayılır derecede çoklar, üstelik varsıl yoksul dinlemeden.
Bir düşün Newyork'tan Cakarta'ya kadar hormonlu gıdalar ve yapay içeceklerle cennetsi düşler kuran cehennem yolcularını. Kim bunlar gerçekte, kurtuluşu canına kıymakta bulan Marilynler, gırtlağının tadına safahatla yol alırken bakılan Kennedyler, 27 yıl lapede kalan Claudeler, hegemonik heykelleri, ölümünden yüz yıl geçmeden yerle bir olan Leninler, romantik Lennieler, toprakları arşınlayıp sonunda bir köşe başında ölümü bekleyen Kolombuslar, Mata Hariler, parasını iç edip ödülü reddetmek aymazlığında bulunan Sartreler, savaşçıl dehşetin pençesinde ölüme koşan Benjaminler...
Saymakla ömrümüz tükenebilir...
Oysa maymunumuzun, verili yaşamı boyunca, bu tür hiç bir derdi olmadı. O tüm insanlığa, büyük bir haklılık ve alelade bir acımasızlıkla, Felemenkli kardeşimizin ileri sürdüğü hükmü verebilir, kederle gülümseyip, küçümseyebilir.
Ormanların uçsuz bucaksız krallığında yaşıyor o, -insan denen yaratıkla karşılaşmadıkça ama!- ve can güvenliği neredeyse sonsuz, masalların uçan halısı gibi uzanmış cennetinde.
Tanrının düşlerinden bile yeşil olanın çıldırtıcı güzelliğinde, duru ve tapılası havanın, imrenilesi, süzülüp giden neşesinde, salt dünyayla değil, evrenimizle bile barışık olmanın tanrısal gizini sürdürerek, yaşayıp gidiyor o!..
Ah söylemeyi unuttum, maymunlar insanlar çalıştırır korkusuyla konuşmazlıktan gelirlermiş!..
Onlar çalışmak denen gönüllü köleliği aşmışlar, yaratılmışlığın naturasında, çalışarak ölmek, işsizmin çengellerinde asılı kalmak ya da Jean Valjean gibi Paris kanalizasyonlarının dehlizlerinde prangalara vurulmak gibi bir alışkanlıkta; Bizden başka hiç bir canlıda görülmeyen uçurumlardan uzak onlar.
Gerçekte vahşi de değiller, yaşamak denilen edimler birliğinin yönergesinden ve içgüdüsel yazgının zorbalıklarından başka, kan içmiyorlar et yemiyorlar!..
Oysa düşünüldüğünde, söylemek dilimizi tutuştursada, insan sanki bunun için var!..
'Ona dil verildi, şu yalan yani
Ona et verildi, toz olan!..'
İnsan ne yazık ki, vahşeti sunaklarda kutlayan bir hayvan!.. Füzelerin tadına bakmanın zamanı geldi diye tweet atan başka bir primat yoktur belki de evrende ve ölüm marşlarıyla bulvarları doldurup, kızıl bayraklar sallayabiliyor o.
Bu fener alayları, hangi canlıda var.
Ve uygarlığı, bu taraftan sığır sokup, öbür taraftan sosis çıkarmak sanıyorlar!..
Bundandır susamışlığına, vahşetine, sakınmasızca, acımasızca, sürekli ortak arıyor...
Yüzüklerin değil, günahların kardeşliği için.
Alçaklığın evrensel tarihine şan olmak, ölümü kutsamak için yaratıyor tanrısını o ve günahlarından ve ölüm severliğinden kurtulmak için, sarılmak istiyor tanrısına, çünkü celladın masum sayılacağı gün için tutulan defter onun elinde!..
Şimdi bu maymunun insana, insanlığa acıması, onu küçümsemesi ya da kederinden kendinden geçmesi doğal değil mi, hak değil mi!..
İşte vandal ve barbar sözcüklerinin mucidi, kızıl lalemizin, iyi niyetinden kuşku duyulamayacak kuzeyli kardeşimizin, seni küçümsemesi, aşağılamaya çalışması, burada sözü edilen maymunun insan karşısında ki durumu gibidir ne yazık ki...
Mikromegasdaki ironi gibi tüm belirtiler, kuzeyin veya batının üstün olduğu, verili değerleri ve yaptırımları tekelinde bulundurduğu ve insani egemenlik konusunda çağcıl bir yetkeye sahip olduğu izlenimini veriyor ama hakkaniyetin karmaşık ve çıkmazlarla dolu organik yapısı ve bakış açılarının, görecelikle değişken, sanalitik akışında, o henüz bir maymun seviyesine bile ulaşabilmiş değil!..
Ne yazık ki?..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder