30 Haziran 2018 Cumartesi

YARATILIŞ (Parodigma)




Ne kutsaldır göğün sonsuz karanlığında avunmak, bir başına, hiçliğin yurtluğunda, uçurumlarda bir uzay salı, tanrının ruhuna tutsak olup; kanında yükseldiğini, oradan boşluklara yayılıp, ilkinsil tözle bütünleştiğini duymak!
Aşağı, yukarı demeden, tüm olasılıkları estirmek acunda, uçtukça her yerde varlıkların soluduğunu, kımıldadığını, devinerek birbirine sarıldığını, yaklaşıp kucaklaştığını duyumsamak; gerilere bakmak ve ufukta doğurgular gözleyen bir tanrı gibi, varlığın kanatları tüm evreni kuşatsa bile, ne bir canlıyla ne de bir kımıltıyla karşılaşmak evrenin basamaklarında...
Ne kutsaldır sıradan doğumların bir okyanus gibi kaplaması tüm kozmosu ve tözün bir tanrı buyruğu gibi güvençli, düşüncenin; başına buyruk bir volkan gibi ilerlemesi, oluntularla, bozumlarla süslü, onun büyülü gerdanından çağlayarak dökülen cevherler gibi.
İzlemek, yitip giden varlığın tözünü, geride bırakmak tanrı parçacıklarını, varlığın o çıldırtıcı hengamesini; gurur içinde yükselen, kibir dolu meleklerini, sürgit kanatlarını çırpan. Elveda demek yaşamı kutsamaya, aldanışa ve sevdaya, geride bırakmak umut tacirliğini, ilk töz nasıl yadsırsa varlığın efendilerini.
Sonsuzluk kovuklarda yiter, varlığın rengi solar, töz kılıcını sallar gözdağı verircesine ve canevinin adımlarını, yuvalarını kıskanırlar ey yaratılış; ama karanlıktan korkarlar; oysa bir ninni tutturur, Odysseus gibi yürür durursun hiçliğe doğru; bağrının altın tüyleri ve kozmosun şanlı materyalleriyle.
Ey yaratılışın nenleri, bilirsin o atarcaya karışmaz, sessizliğe boyun eğer, gölgesi bile düşmez bastığı yere, sen ki her türlü ustalığı edindin, ey varoluşun becerileri, artık ne onun ne de ötekinin izleri döndürür seni yolundan; sen bilirsin varlığın cinlerinin göründüğü kozmik gölgeleri, içindeki düşlerin su içtiği derinlikleri bilirsin, bütün gizemler usundadır senin, var etmek belleğindedir dilediğini, pusu kurup hiçliklere; tılsımlarla, tasımlarla, kama gibi ışınlarla.
Uçurumlardan yükselip aydınlanırken yüzün, titremler içindeydi soylu bedenin, gözlerin kristal gibi parıldamış; yıldırım gibi, ışıklar saçmıştı bakışların gökadalarda, bu varlıksız evrenin ilahı, renk renk tüylü, o vahşi Quetzalcoatl'ı tahtından etmek için.
Sonsuzlukta görkünç zamanlar, gerdanlarında muskalar, hiçlikleri dev adımlarıyla sarsan korkunç varlıklarla geçti, yeni günün tanrısı evrenin ortasında durdu, zaman kurtuldu zincirlerinden ve yavaş yavaş, sınırsız, soğuk maviliklere, o bitimsiz, büyük karanlıklar çöktü; eski, şangırdayan avadanlıklarıyla kocamış tanrılar, uçsuz bucaksız boşlukları sarsan, umarsız naraları, evrenin bütün uçurumlarını dolduran gözyaşlarıyla yitip gitti...

29 Haziran 2018 Cuma

KAYAK TAKIMI
Herkes kısa yoldan varsıl oluyor, parayı buluyor, şöhret oluyor, ayağını yerden kesecek bir yordamı nasıl da buluyor diye hayıflanırdı. Gece gündüz hindiler gibi düşünür, evden haftalarca çıkmaz, projeler tasarlar, kurt deliklerinden geçerek kırk haramilerin mağarasına nasıl girileceğinin hesabını yapar, krokiler çizer, bacalardan inerek hayatı dolandırmanın, iskeleye bağlanan palamarı çözerek, bir gece yarısı, yelkenliyle dünyaya açılmanın kosinüslerine kafa yorar, ücretsiz, zahmetsiz, emeksiz düşleriyle bir sevgili arar, Helen lirizmini taklit ederek aftos diye bağırır, içli, gözyaşını çağırır şiirleriyle gökte devinen ayı uğurlar, günlerin güneşine el sallayarak aylarını, yıllarını savururdu ruh kafesinden.
Gençliğinin baharında, yirmili yaşlarında gelmişti İstanbul'a, Kocamustafapaşa'daki asmalı kıraathanede kağıt oynayanları izler, dördüncüyü bulamazlarsa, yedekliğe soyunur ve diğeri gelene kadar takımı tamamlar ve öğrencileri, oyuncuları, işsiz güçsüz kıvrananları, çalışanları kibirle süzer, acıyarak bakar ve nice çırpınmaların nasıl da boş bir çaba ve beyhude bir gayret olduğunu ima eden gözleriyle, çevresini süzerek, bir ayrıcalığın sahibiymişçesine, aylaklıktan kısılmış sesiyle kahkahalarla gülerdi.
Bir kin vardı iç dünyasında, belli bir birikimi de vardı belki de, bir mirasyedi miydi kim bilebilir, hiç para harcamaz ve yapacağı ölümcül hamlenin özlemiyle yanıp tutuşarak, şöminede çıtırtılar içinde düşlere dalacağı günü beklerdi. Uzaktan gözlüyordum onu, enteresan insandı, garip diyebiliriz ve meşum biriydi, özgüveni yüksek, alabildiğine tuhaf bir düşler cambazıydı belki de o... Yalıçapkını bir Frankeştayn, yolkesen, gönül yakan, bir çoban aldatan kuşuydu o aramızda, hiçbirimiz onunki gibi bir düşlerin insanı değildik, üç beş kuruş parayla okuyor, kimimiz çalışıyor, olmadık düşlere kapılmak şöyle dursun, sağ ve sıhhatte yaşayabilmek için dua ediyorduk belki de.
Düşlerini dumanlarla tütsüyor, alkollerle süslüyordu o, karınca kararınca eğlenir, yalnızlığını paylaşıp, işini bilir derlerdi onun için. Bir keresinde duman yalnızca Kızılderililere yarar demiştim, güldü, sevecen adamdı ve herkesle iyi geçinirdi, gerçekte biz ondan huylanıyor olsak bile, gene de yalnız kumara tövbeliyim ben demişti, öç alır gibi bakarak, kumar kağıtla olmaz, hayatla olur!..
Bir gün ortadan kayboldu, bir kayak takımı almış, Olimpos dağına giderek düşlerinin tarlasında, karlar içinde, büyük hayallerini işleme koymaya başlamış o dediler. Bir zamanlar başkent olan Burisa'nın Uludağ'ında... Orada şöyle düşünüyordu eminim, bir ahu gözlü kızla karşılaşacak, birbirlerine aşık olacak, kız ona yalvarıp yakaracak ve belki de babasının sayılmasız paralarla dolu iş dünyasına hükümdar olacaktı. Ayhan Işık, Belgin Doruk / İzzet Günay, Sema Özcan filmlerini çok mu izlemişti acaba, gözlerini bilerek kör etmesindi bu adam...
Sonradan başından geçen, usa sığmaz öyküleri dillere dolandı, bir keresinde kız düşünce ayağa kalkmasına yardımcı olmuş, üç beş laftan sonra, gözlerinin içine bakarak telefonunu istemişti kızcağızın, oda vermiş tabi, dünya yıkılacak değil ya, kısa bir süre sonra aramış da, kızda ne desin; hatırlayamadım!.. İlk hamlesi boşa gitmiş ama yazgısına yenilmemeye ant vermiş bu Karacaoğlan, maceralarla süslenen ataklarını sürdürmüş ve asmalı kahvede bekleyen hayranlarını hiç bekletmemiş ve hiç üzmemişti..
Arnavutköy'de ev tutmuş dediler bir zaman sonra, sahil yolunda slalomlarını sürdürüyordu belli ki, yürüyüşe çıkan yalı kızlarıyla karşılaşmanın heyecanıyla, sabahın erinde sokaklara çıkıyor, sıcak kahveler içiyor, soylu kalabalıklara sokularak avını bekliyormuş. Hamleleri nedense hep yarım kalıyormuş, Emirgan'a, Bebek'e, Rumelihisarı'na olta atıyor, Baltalimanı'ndan grubu seyrederken, İstinye'de, Yeniköy'de volta atıp, yokuşlara kolan vuruyormuş.
Çabalamadan nasıl yaşanır, durduk yerde nasıl Karun olunur, Kleopatra'nın günah kapısından nasıl girilirin kitabını yazmak isteyen bu insan acaba, yanlış bir ülkede dünyaya gelmiş, bir Karın Deşen Jack, bir Don Juan ya da yankesicilikle geçinen bir Şarlotan olmasındı...
Hepimizin hayran olduğu, içten içe onun gibi olmak istediği, onun maceralarına özendiği bu adama ilişkin aldığımız son duyum, dünya turuna çıkmış olduğuydu. Kimden yayılıyor bu duyumlar diye hiç düşünmezdik, o bir efsaneydi ve yerin kulağı, göğün dili varmış gibi her gün bir şey duyuyorduk ondan ve hayıflanarak, bir özlemi yakalamak isteyen, onun gibi ulaşılmaz avuntuların yollarında, birbirine sokulup, yoksulluktan daha acı, can alıcı yoksunluğun kollarında, makus talihlerimizi paylaşırcasına birbirimize bakıyorduk hep.
Tayland'a gitmiş, Güney Afrika'ya geçmiş, Peru'ya uçmuş diye dumanlar uçuruluyordu arkasından, ama hiç bir zaman amacına ulaşmış, şunu bunu yapmış ya da bir evceğize kavuşmuş, bir kızcağıza güvey olmuş ya da bir fabrikanın önüne divan kurmuş diye kıvılcımlar çakmıyordu ardından ne yazık ki... Hep bir arayış, hep bir özlem, hep bir kavuşmanın umudu, hep bir bekleyişin yolculuğuydu sözü edilen şey...
Aradan yıllar geçti. Bir gün bir köşe başında bekleşirken görmüşler onu, bir süre sonrada yakalandığı amansız hastalığa dayanamayarak öldüğü şayiası yayıldı mahallede... Tam otuz beş yaşında. Yaklaşık on beş yıl süren masallarla dolu yaşamı, bir masal gibi bitti. Kırmızı başlıklı kız kurtların koluna girmiş, beyaz atlı prenste, kanatlı atıyla, bulutların üzerinde uçarak, gözden yitip gitmişti sanki....
Kimsesizlerin, gariplerin, hayat kumarbazlarının tek bahtı, denize bakan Kazlıçeşme mezarlığıdır. Onu yaşamında sevmiş olan, mahallemizin tek kadını, platonik aşkının her bahar, taşsız topraksız kabrine gelir, ağaçların çiçekli dallarının 'Kayak Takımı'nı sarıp sarmalayışını, kollarına alışını izler ve onun tek utkusu olan, bu baharın müjdecisi ağaçlar altında, doğanın bu şaşılası tansığını kutsayarak dualar eder ve bir gölge gibi mezarlığın kapısından çıkar giderdi.
Bir gün onun gerçekte çok duygulu, dürüst bir aşık olduğunu söyledi ve kendisi için yazdığı, karşılığı ölüm olan, tumturaklı bir şiiri verdi bana...
''Özlem Hanım'ın Şarkısıdır''
'Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı. / Ağlayacağım, / hep bir geçmişi yaşadım / burada / denizin derinliklerinde. / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana… / Ağlayacağım bir kez daha / şurada, yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / bir sevda elçisiydi / iyi zamanlarda. / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / ıraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp, / denizin sesi, / gürlese de göğsümde / dalgalar okşayıp yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık / ilk hayatlardaki ışığın peşinden. / Umarsız, köpükler içindeki / cansız başımı, / vurup dursa da su perileri / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…'
Ne denir... Biz ona hala imreniriz, kaç kişinin şu yaşamda bir öyküsü oldu ki, kaç kişinin ardından böyle konuşuldu ki...
Borges diyor ki; İnsan öldüğünde yaşamını sürdürür. Onun gerçek ölümü son kez anıldığı gündür!..
KAYAK TAKIMI
Herkes kısa yoldan varsıl oluyor, parayı buluyor, şöhret oluyor, ayağını yerden kesecek bir yordamı nasıl da buluyor diye hayıflanırdı. Gece gündüz hindiler gibi düşünür, evden haftalarca çıkmaz, projeler tasarlar, kurt deliklerinden geçerek kırk haramilerin mağarasına nasıl girileceğinin hesabını yapar, krokiler çizer, bacalardan inerek hayatı dolandırmanın, iskeleye bağlanan palamarı çözerek, bir gece yarısı, yelkenliyle dünyaya açılmanın kosinüslerine kafa yorar, ücretsiz, zahmetsiz, emeksiz düşleriyle bir sevgili arar, Helen lirizmini taklit ederek aftos diye bağırır, içli, gözyaşını çağırır şiirleriyle gökte devinen ayı uğurlar, günlerin güneşine el sallayarak aylarını, yıllarını savururdu ruh kafesinden.
Gençliğinin baharında, yirmili yaşlarında gelmişti İstanbul'a, Kocamustafapaşa'daki asmalı kıraathanede kağıt oynayanları izler, dördüncüyü bulamazlarsa, yedekliğe soyunur ve diğeri gelene kadar takımı tamamlar ve öğrencileri, oyuncuları, işsiz güçsüz kıvrananları, çalışanları kibirle süzer, acıyarak bakar ve nice çırpınmaların nasıl da boş bir çaba ve beyhude bir gayret olduğunu ima eden gözleriyle, çevresini süzerek, bir ayrıcalığın sahibiymişçesine, aylaklıktan kısılmış sesiyle kahkahalarla gülerdi.
Bir kin vardı iç dünyasında, belli bir birikimi de vardı belki de, bir mirasyedi miydi kim bilebilir, hiç para harcamaz ve yapacağı ölümcül hamlenin özlemiyle yanıp tutuşarak, şöminede çıtırtılar içinde düşlere dalacağı günü beklerdi. Uzaktan gözlüyordum onu, enteresan insandı, garip diyebiliriz ve meşum biriydi, özgüveni yüksek, alabildiğine tuhaf bir düşler cambazıydı belki de o... Yalıçapkını bir Frankeştayn, yolkesen, gönül yakan, bir çoban aldatan kuşuydu o aramızda, hiçbirimiz onunki gibi bir düşlerin insanı değildik, üç beş kuruş parayla okuyor, kimimiz çalışıyor, olmadık düşlere kapılmak şöyle dursun, sağ ve sıhhatte yaşayabilmek için dua ediyorduk belki de.
Düşlerini dumanlarla tütsüyor, alkollerle süslüyordu o, karınca kararınca eğlenir, yalnızlığını paylaşıp, işini bilir derlerdi onun için. Bir keresinde duman yalnızca Kızılderililere yarar demiştim, güldü, sevecen adamdı ve herkesle iyi geçinirdi, gerçekte biz ondan huylanıyor olsak bile, gene de yalnız kumara tövbeliyim ben demişti, öç alır gibi bakarak, kumar kağıtla olmaz, hayatla olur!..
Bir gün ortadan kayboldu, bir kayak takımı almış, Olimpos dağına giderek düşlerinin tarlasında, karlar içinde, büyük hayallerini işleme koymaya başlamış o dediler. Bir zamanlar başkent olan Burisa'nın Uludağ'ında... Orada şöyle düşünüyordu eminim, bir ahu gözlü kızla karşılaşacak, birbirlerine aşık olacak, kız ona yalvarıp yakaracak ve belki de babasının sayılmasız paralarla dolu iş dünyasına hükümdar olacaktı. Ayhan Işık, Belgin Doruk / İzzet Günay, Sema Özcan filmlerini çok mu izlemişti acaba, gözlerini bilerek kör etmesindi bu adam...
Sonradan başından geçen, usa sığmaz öyküleri dillere dolandı, bir keresinde kız düşünce ayağa kalkmasına yardımcı olmuş, üç beş laftan sonra, gözlerinin içine bakarak telefonunu istemişti kızcağızın, oda vermiş tabi, dünya yıkılacak değil ya, kısa bir süre sonra aramış da, kızda ne desin; hatırlayamadım!.. İlk hamlesi boşa gitmiş ama yazgısına yenilmemeye ant vermiş bu Karacaoğlan, maceralarla süslenen ataklarını sürdürmüş ve asmalı kahvede bekleyen hayranlarını hiç bekletmemiş ve hiç üzmemişti..
Arnavutköy'de ev tutmuş dediler bir zaman sonra, sahil yolunda slalomlarını sürdürüyordu belli ki, yürüyüşe çıkan yalı kızlarıyla karşılaşmanın heyecanıyla, sabahın erinde sokaklara çıkıyor, sıcak kahveler içiyor, soylu kalabalıklara sokularak avını bekliyormuş. Hamleleri nedense hep yarım kalıyormuş, Emirgan'a, Bebek'e, Rumelihisarı'na olta atıyor, Baltalimanı'ndan grubu seyrederken, İstinye'de, Yeniköy'de volta atıp, yokuşlara kolan vuruyormuş.
Çabalamadan nasıl yaşanır, durduk yerde nasıl Karun olunur, Kleopatra'nın günah kapısından nasıl girilirin kitabını yazmak isteyen bu insan acaba, yanlış bir ülkede dünyaya gelmiş, bir Karın Deşen Jack, bir Don Juan ya da yankesicilikle geçinen bir Şarlotan olmasındı...
Hepimizin hayran olduğu, içten içe onun gibi olmak istediği, onun maceralarına özendiği bu adama ilişkin aldığımız son duyum, dünya turuna çıkmış olduğuydu. Kimden yayılıyor bu duyumlar diye hiç düşünmezdik, o bir efsaneydi ve yerin kulağı, göğün dili varmış gibi her gün bir şey duyuyorduk ondan ve hayıflanarak, bir özlemi yakalamak isteyen, onun gibi ulaşılmaz avuntuların yollarında, birbirine sokulup, yoksulluktan daha acı, can alıcı yoksunluğun kollarında, makus talihlerimizi paylaşırcasına birbirimize bakıyorduk hep.
Tayland'a gitmiş, Güney Afrika'ya geçmiş, Peru'ya uçmuş diye dumanlar uçuruluyordu arkasından, ama hiç bir zaman amacına ulaşmış, şunu bunu yapmış ya da bir evceğize kavuşmuş, bir kızcağıza güvey olmuş ya da bir fabrikanın önüne divan kurmuş diye kıvılcımlar çakmıyordu ardından ne yazık ki... Hep bir arayış, hep bir özlem, hep bir kavuşmanın umudu, hep bir bekleyişin yolculuğuydu sözü edilen şey...
Aradan yıllar geçti. Bir gün bir köşe başında bekleşirken görmüşler onu, bir süre sonrada yakalandığı amansız hastalığa dayanamayarak öldüğü şayiası yayıldı mahallede... Tam otuz beş yaşında. Yaklaşık on beş yıl süren masallarla dolu yaşamı, bir masal gibi bitti. Kırmızı başlıklı kız kurtların koluna girmiş, beyaz atlı prenste, kanatlı atıyla, bulutların üzerinde uçarak, gözden yitip gitmişti sanki....
Kimsesizlerin, gariplerin, hayat kumarbazlarının tek bahtı, denize bakan Kazlıçeşme mezarlığıdır. Onu yaşamında sevmiş olan, mahallemizin tek kadını, platonik aşkının her bahar, taşsız topraksız kabrine gelir, ağaçların çiçekli dallarının 'Kayak Takımı'nı sarıp sarmalayışını, kollarına alışını izler ve onun tek utkusu olan, bu baharın müjdecisi ağaçlar altında, doğanın bu şaşılası tansığını kutsayarak dualar eder ve bir gölge gibi mezarlığın kapısından çıkar giderdi.
Bir gün onun gerçekte çok duygulu, dürüst bir aşık olduğunu söyledi ve kendisi için yazdığı, karşılığı ölüm olan, tumturaklı bir şiiri verdi bana...
''Özlem Hanım'ın Şarkısıdır''
'Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı. / Ağlayacağım, / hep bir geçmişi yaşadım / burada / denizin derinliklerinde. / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana… / Ağlayacağım bir kez daha / şurada, yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / bir sevda elçisiydi / iyi zamanlarda. / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / ıraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp, / denizin sesi, / gürlese de göğsümde / dalgalar okşayıp yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık / ilk hayatlardaki ışığın peşinden. / Umarsız, köpükler içindeki / cansız başımı, / vurup dursa da su perileri / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…'
Ne denir... Biz ona hala imreniriz, kaç kişinin şu yaşamda bir öyküsü oldu ki, kaç kişinin ardından böyle konuşuldu ki...
Borges diyor ki; İnsan öldüğünde yaşamını sürdürür. Onun gerçek ölümü son kez anıldığı gündür!..
KAYAK TAKIMI
Herkes kısa yoldan varsıl oluyor, parayı buluyor, şöhret oluyor, ayağını yerden kesecek bir yordamı nasıl da buluyor diye hayıflanırdı. Gece gündüz hindiler gibi düşünür, evden haftalarca çıkmaz, projeler tasarlar, kurt deliklerinden geçerek kırk haramilerin mağarasına nasıl girileceğinin hesabını yapar, krokiler çizer, bacalardan inerek hayatı dolandırmanın, iskeleye bağlanan palamarı çözerek, bir gece yarısı, yelkenliyle dünyaya açılmanın kosinüslerine kafa yorar, ücretsiz, zahmetsiz, emeksiz düşleriyle bir sevgili arar, Helen lirizmini taklit ederek aftos diye bağırır, içli, gözyaşını çağırır şiirleriyle gökte devinen ayı uğurlar, günlerin güneşine el sallayarak aylarını, yıllarını savururdu ruh kafesinden.
Gençliğinin baharında, yirmili yaşlarında gelmişti İstanbul'a, Kocamustafapaşa'daki asmalı kıraathanede kağıt oynayanları izler, dördüncüyü bulamazlarsa, yedekliğe soyunur ve diğeri gelene kadar takımı tamamlar ve öğrencileri, oyuncuları, işsiz güçsüz kıvrananları, çalışanları kibirle süzer, acıyarak bakar ve nice çırpınmaların nasıl da boş bir çaba ve beyhude bir gayret olduğunu ima eden gözleriyle, çevresini süzerek, bir ayrıcalığın sahibiymişçesine, aylaklıktan kısılmış sesiyle kahkahalarla gülerdi.
Bir kin vardı iç dünyasında, belli bir birikimi de vardı belki de, bir mirasyedi miydi kim bilebilir, hiç para harcamaz ve yapacağı ölümcül hamlenin özlemiyle yanıp tutuşarak, şöminede çıtırtılar içinde düşlere dalacağı günü beklerdi. Uzaktan gözlüyordum onu, enteresan insandı, garip diyebiliriz ve meşum biriydi, özgüveni yüksek, alabildiğine tuhaf bir düşler cambazıydı belki de o... Yalıçapkını bir Frankeştayn, yolkesen, gönül yakan, bir çoban aldatan kuşuydu o aramızda, hiçbirimiz onunki gibi bir düşlerin insanı değildik, üç beş kuruş parayla okuyor, kimimiz çalışıyor, olmadık düşlere kapılmak şöyle dursun, sağ ve sıhhatte yaşayabilmek için dua ediyorduk belki de.
Düşlerini dumanlarla tütsüyor, alkollerle süslüyordu o, karınca kararınca eğlenir, yalnızlığını paylaşıp, işini bilir derlerdi onun için. Bir keresinde duman yalnızca Kızılderililere yarar demiştim, güldü, sevecen adamdı ve herkesle iyi geçinirdi, gerçekte biz ondan huylanıyor olsak bile, gene de yalnız kumara tövbeliyim ben demişti, öç alır gibi bakarak, kumar kağıtla olmaz, hayatla olur!..
Bir gün ortadan kayboldu, bir kayak takımı almış, Olimpos dağına giderek düşlerinin tarlasında, karlar içinde, büyük hayallerini işleme koymaya başlamış o dediler. Bir zamanlar başkent olan Burisa'nın Uludağ'ında... Orada şöyle düşünüyordu eminim, bir ahu gözlü kızla karşılaşacak, birbirlerine aşık olacak, kız ona yalvarıp yakaracak ve belki de babasının sayılmasız paralarla dolu iş dünyasına hükümdar olacaktı. Ayhan Işık, Belgin Doruk / İzzet Günay, Sema Özcan filmlerini çok mu izlemişti acaba, gözlerini bilerek kör etmesindi bu adam...
Sonradan başından geçen, usa sığmaz öyküleri dillere dolandı, bir keresinde kız düşünce ayağa kalkmasına yardımcı olmuş, üç beş laftan sonra, gözlerinin içine bakarak telefonunu istemişti kızcağızın, oda vermiş tabi, dünya yıkılacak değil ya, kısa bir süre sonra aramış da, kızda ne desin; hatırlayamadım!.. İlk hamlesi boşa gitmiş ama yazgısına yenilmemeye ant vermiş bu Karacaoğlan, maceralarla süslenen ataklarını sürdürmüş ve asmalı kahvede bekleyen hayranlarını hiç bekletmemiş ve hiç üzmemişti..
Arnavutköy'de ev tutmuş dediler bir zaman sonra, sahil yolunda slalomlarını sürdürüyordu belli ki, yürüyüşe çıkan yalı kızlarıyla karşılaşmanın heyecanıyla, sabahın erinde sokaklara çıkıyor, sıcak kahveler içiyor, soylu kalabalıklara sokularak avını bekliyormuş. Hamleleri nedense hep yarım kalıyormuş, Emirgan'a, Bebek'e, Rumelihisarı'na olta atıyor, Baltalimanı'ndan grubu seyrederken, İstinye'de, Yeniköy'de volta atıp, yokuşlara kolan vuruyormuş.
Çabalamadan nasıl yaşanır, durduk yerde nasıl Karun olunur, Kleopatra'nın günah kapısından nasıl girilirin kitabını yazmak isteyen bu insan acaba, yanlış bir ülkede dünyaya gelmiş, bir Karın Deşen Jack, bir Don Juan ya da yankesicilikle geçinen bir Şarlotan olmasındı...
Hepimizin hayran olduğu, içten içe onun gibi olmak istediği, onun maceralarına özendiği bu adama ilişkin aldığımız son duyum, dünya turuna çıkmış olduğuydu. Kimden yayılıyor bu duyumlar diye hiç düşünmezdik, o bir efsaneydi ve yerin kulağı, göğün dili varmış gibi her gün bir şey duyuyorduk ondan ve hayıflanarak, bir özlemi yakalamak isteyen, onun gibi ulaşılmaz avuntuların yollarında, birbirine sokulup, yoksulluktan daha acı, can alıcı yoksunluğun kollarında, makus talihlerimizi paylaşırcasına birbirimize bakıyorduk hep.
Tayland'a gitmiş, Güney Afrika'ya geçmiş, Peru'ya uçmuş diye dumanlar uçuruluyordu arkasından, ama hiç bir zaman amacına ulaşmış, şunu bunu yapmış ya da bir evceğize kavuşmuş, bir kızcağıza güvey olmuş ya da bir fabrikanın önüne divan kurmuş diye kıvılcımlar çakmıyordu ardından ne yazık ki... Hep bir arayış, hep bir özlem, hep bir kavuşmanın umudu, hep bir bekleyişin yolculuğuydu sözü edilen şey...
Aradan yıllar geçti. Bir gün bir köşe başında bekleşirken görmüşler onu, bir süre sonrada yakalandığı amansız hastalığa dayanamayarak öldüğü şayiası yayıldı mahallede... Tam otuz beş yaşında. Yaklaşık on beş yıl süren masallarla dolu yaşamı, bir masal gibi bitti. Kırmızı başlıklı kız kurtların koluna girmiş, beyaz atlı prenste, kanatlı atıyla, bulutların üzerinde uçarak, gözden yitip gitmişti sanki....
Kimsesizlerin, gariplerin, hayat kumarbazlarının tek bahtı, denize bakan Kazlıçeşme mezarlığıdır. Onu yaşamında sevmiş olan, mahallemizin tek kadını, platonik aşkının her bahar, taşsız topraksız kabrine gelir, ağaçların çiçekli dallarının 'Kayak Takımı'nı sarıp sarmalayışını, kollarına alışını izler ve onun tek utkusu olan, bu baharın müjdecisi ağaçlar altında, doğanın bu şaşılası tansığını kutsayarak dualar eder ve bir gölge gibi mezarlığın kapısından çıkar giderdi.
Bir gün onun gerçekte çok duygulu, dürüst bir aşık olduğunu söyledi ve kendisi için yazdığı, karşılığı ölüm olan, tumturaklı bir şiiri verdi bana...
''Özlem Hanım'ın Şarkısıdır''
'Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı. / Ağlayacağım, / hep bir geçmişi yaşadım / burada / denizin derinliklerinde. / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana… / Ağlayacağım bir kez daha / şurada, yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / bir sevda elçisiydi / iyi zamanlarda. / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / ıraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp, / denizin sesi, / gürlese de göğsümde / dalgalar okşayıp yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık / ilk hayatlardaki ışığın peşinden. / Umarsız, köpükler içindeki / cansız başımı, / vurup dursa da su perileri / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…'
Ne denir... Biz ona hala imreniriz, kaç kişinin şu yaşamda bir öyküsü oldu ki, kaç kişinin ardından böyle konuşuldu ki...
Borges diyor ki; İnsan öldüğünde yaşamını sürdürür. Onun gerçek ölümü son kez anıldığı gündür!..

3 Haziran 2018 Pazar

SARA


Sultanhisar nerede bilir misiniz, Buharkent, Güzelbahçe... Dünyanın tüm ülkelerini, tüm yörelerini dolaşan biri bu üç yerin adını bile duymadan geçip gidebilir... Kendi yurdunda sürgün diye bir söz var, insan dünyaya 'Özlem' duygusunu tatmak için gelir, keder veren ulaşılmazlık...
Geçmişte geçip gittiğim yerleri, başı öne eğik yürüyen insanları, göğe bakanları ve bir traktöre doluşmuş çığlıkla geçip gidenleri ölesiye merak ederdim. Kim bunlar, nereye gidiyorlar, akşamları ne konuşuyorlar, neleri dert ediniyorlar ve hangi düşleri kuruyorlar.
'Ben başkalarıyım.' Bu söz o kadar doğru ki, ömrümüzün yarısı seyri sefa ve başkalarını izlemek, başka yaşamlara imrenmek, gözlemek ve belki de umarsızca küçümsemekle geçiyor artık, çünkü insan istese de başkaları olamıyor!..
Göğüs kafesimiz hapishanemizdir bizim. O çürür ve biz artık özgür oluruz.
İşte geçmişte Nazilli'den, Sarayköy'e doğru bir aracın içinde, kırk kişiyle geliyordum. Okulu bırakmış, bir bilinmeyene doğru tükenen yaşamımla... Emel denizlerini aksatmanın kederleri içinde... Başımı cama dayamış, uzakta Menderes'in yeşillikleri ve uzayıp giden bozkırın ıssızlığı düşüncelerimi kuşatmışken, araba kara yolda yılan gibi akarken, boşlukta yolun az uzağında, bugün artık iki katlı olabileceğini düşündüğüm, tek başına, ovada yapayalnız bir evin önünden düşler içindeymişçesine geçip gittik. Küçücük kasabalar ekmeği nereden alır, suyu nereden bulur, ışık nereden gelir diye hep düşünmüşümdür. Binlerce kasaba, bir kaç evlik köyler, sazlığın kıyısında kulübeler, gezginlerle, bezginlerle, ezginlerle dolu dünyalar...
İşte o bozkırda tek başına duran evin, sanki ışık hızında, kıyısından geçip giderken biri bana baktı. Göz göze, pencerenin önünde duran, dağların şahinliğini, kırların ağır başlılığıyla birleştirmiş, tüm doğallığıyla serpilmiş, pencerenin önünden geçerken sanki beni gözleyen, sarı saçlı bir kız... Gözbebeklerimizin bir an çakıştığına eminim. Bir an...
Aradan kırk yıl geçti, o kız nerede şimdi, kimdi, ne oldu, en klasik sorusuyla sıradan yaşamımızın, evlendi mi, çoluk çocuğa mı karıştı, ölüm meleği gençliğinin baharında onu seçtiği için, ruhlara karışıp gitti mi yoksa...
Onun adı Sara'ydı. Sara...
Sara, seni görmeyeli kaç yıllar oldu, senin yüzünü, bakışını, saçlarını, o anı yaşamım boyunca unutmadım. Bu garip bir aşk diyecek değilim, kimse anlamak istemez ki bizi, acaba o ev ve sen hala orada duruyor musun, hala yaşıyor, gelip geçen araçların ardından, ruh ikizlerine bakmayı sürdürüyor musun...
'Bir mucizedir yaşamak.' Yaşamak... Neyi amaçlar ki, neyin peşindeyiz biz, ne için, nasıl, neden?..
Kimimiz paranın peşinden koşar, kimimiz şan ve şöhretin peşindedir, kimimiz prestij, saygınlık, kimisi de bir değer, bilgi, görgü ya da amansız bir sınıf mücadelesi...
Şattülarap ne demektir, bienal nedir, konservatif kolokyum pardon konsorsiyumun megaralarda agrandize edilmiş zerofobik kontrendikasyonları üzerine plebisit yoluyla gerçekliği test edildiği için artık en ufak bir kuşku kalmamış kara tavuk sürülerinin güney kutbuna doğru üç bin kilometre boyunca süren göç yollarında karşılaştıkları elem yağmurlarının romanını yazan Herman Melville uzay asıllı mıydı!..
İnsan hiç bir şey bilmez, her şey bir adlandırmadır, göğe çıkalım ve yarı baygın kızıl gerdan kuşu gibi dünyamıza bakalım, bu bir küre midir, sular çekilene kadar, üzerinde ne yaşıyor, türlü biçimde karıncalar, niçin ateş ediyorlar, o denli çoklar ki bazıları eziliyorlar, neden göğe bakıyorlar, bir kurtarıcıyı, tanrısını arıyorlar, gelecek mi, Samuel'e sorun, Godot'yu bekleyen o, dörtte üçü deniz olan bir gök parçasını bu denli ciddiye almak doğru mu peki... Bilmem... 'Barbarları Beklerken' bu tür sorular hazırlıksız yakalanmamıza neden olabilir...
'Yaşamak için, öldürmek gerekir...'
Sara, cüce tanrılar adına, ligra kuşu adına, kapulinler adına dinlemelisin, evvel zaman içinde iki İsa varmış, diyelim ki biri marangozmuş, ötekisi Nasıralı, babasız büyüyen, ikisi de aynı öğretinin peşine düşmüş, aynı öğretiyi yaymaya kalkışmışlar, öğreti tek bir kişinin bellek evinde çakan bir şimşek değil Sara, çağın gereksinimlerinin, zorunluklarının ortaya çıkardığı kavramlar bütünü, onları yayanlar yalnızca sözcü Sara...
İki İsa'dan birinin talihi yaver gitmiş değil, yakın çevresi güçlüceymiş ve öğretisini kolaylıkla yayma ve inanmışları toplama olanağına ehvenlikle erişmiş, artık o bir Mesih'miş. Diğeriyse bir meczup, bir yarı deli, bir kaytanbacak olarak ölüp gitmiş. Bu meseli Mephisto Kafe'de bir genç telefonda anlattı ve bir film ya da oyundan söz etti telefonun öbür ucuna... Ama her iki İsa öldüğünde tanrı yanlarına çağırmış, her ikisi de gelmiş tuhaf bakışlarla ve tanrı demiş ki, bir payenin peşinden koştunuz, bir iyiliğin adını koymak istediniz, biriniz bunun acılarıyla yaşayıp peygamber oldu, diğeriniz ise bir kimsesiz ve meczup olarak öldü. Ama hanginiz gerçek peygamber söyleyin şimdi, meczup hüzünle öbürünü göstermiş, öteki de meczubu, tanrı birbirinize lütufta bulunmayın demiş, siz göğün terazisinde 'tek' kişisiniz!..
Son bir şey Sara, İbni Arabi, günün birinde, kırk bin yıl önce ölmüş birini gördüğünü söylemiş. Ölen adam, kendisinin insan olduğunu söylermiş ama İbni Arabi insana benzemiyordu dermiş. Onun insan olup olmadığını anlamak için, yedi bin yıl önce ölen Adem'i sormak istemiş Arabi... Adam işte o an, o can alıcı sözleri haykırasıymış; Hangi Adem'i soruyorsun sen, Habil'i öldürenin babasını mı, sonuncu Adem!..
Sara, keşke senin öldüğünü bilmiyor olsaydım ben!..

MANİPRESİF


Ben neredeyim?.. Burası deniz mi, deniz ne ki... Ben uyuyorum değil mi... Hiç uyanmayacak mıyım...
Ama bakın nasıl çizmişler beni, PROSTETİK, siz şimdi sanatçıyı kutluyorsunuz değil mi, bir şey değişmeyecek ama sanat değişecek, ah sizleri tebrik ediyorum ben, hınçla kutluyorum, çok insaflısınız, çok vicdanlısınız, beni hiç bir zaman unutmuyorsunuz, hiç bir şey değişmeyecek biliyorsunuz, ama her yıldönümünde anıyorsunuz, olsun, sanatınız ilerliyor, aşama içindesiniz, bir tırnak boyu ilerliyorsunuz, o tırnakçığınıza uç uç böceği konabilir ama değil mi, uğur böceği...
Savaşlar sürüyor mu, barış geliyor mu, sonsuz mutlan, kaç şiir yazdınız, kaç resim yaptınız, bienal, yen al, nal!..
Sanatçınız sponsor arıyor canla başla, aspirin bayern olsun, green peace, shell company'nin paylarını satın almışlar, ah dedikodular, barış ve şenlik festivali düzenliyoruz, beer, bear, ayı ve biram gırla gidiyor!.. Şölen nerede, monarklarınız izin vermiyor demek, moon-art o ama, çok bilisiz çok kesin yargılar içindesiniz...
Ama barıştan yanasınız, adım atınız, adım adınız, adım gibi biliyorum adınızı, yak bir havai fişek bir gün düzelecek her şey!..
Ben uyuyorum merak etmeyin, bakın beşiğimdeyim, mutluyum ben, siz benim için ağlamayın, üzülmeyin canım, çok daha dokunaklı şarkılarınız var sizin, destanlarınız, kurbanlarınız, kahramanlarınız, hep aynı kapıya çıkan masallarınız, tıpkı -okuduğunuz- gibi, dönüp duruyorsunuz ve mutlusunuz, bende mutluyum, hiç merak etmeyin, bakın gülümsüyorum ve hepimiz her şeyi biliyoruz.
Demek yürüyüşe geçtiniz, demek gökten su yağdı size, ateş, kardeşiniz mi yaptı, demek o ünlü yerde pansuman oldunuz, Salome de var mıydı, ah demek birbirinizle tanıştınız ve herceğinizin melekler iyisi olduğunu anladınız, bir sakinleştirici alınız, akşam ay ışığında tartışmayı sürdürürüz, gülücükler dağıtarak, ama sponsorunuzun yüreğine dokunmayın, anlaşınız, barış anlamaktan geçer, sevgi anlamaktan geçer, her şey anlamaktan geçer, her sav, her aş ve her şey aynen sürmeli...
Seçim düzen sürsün diyedir, rekabet, düzen sürsün diyedir, alış veriş düzen sürsün diyedir. Ben uyuyorum, siz ağıt yakın ve vakvakların düzenlediği gecede, süitler eşliğinde ağlayın, gülücüklerle...
Ne güzel düşünüyorsunuz siz, en güzel doğruları siz söylüyorsunuz, şiddetle karşı çıkıyorsunuz, karşı çıktıklarınızın yürüyen merdivenlerinden iniyorsunuz, thySSen diyorsunuz sık sık kahkahalar atıyorsunuz, ironiler, bloodymaryler, satirler denizi kabartıyor, düşünce sörfü ne güzel ve mutluyum, mutlusunuz, mutluyuz ve ziyarete geliyorsunuz, göz kırpıyorsunuz ve ben anlıyorum...
Beni çok seviyorsunuz, ben uyuyorum, sakin, gülücükler dağıtarak, düşler görerek, denize şarkılar söyleyerek, söyleyeceğim hiç bir şeyin kalmadığını bilerek, yinelemeler denizinde solup giderek, ama sizleri seviyorum ben, lütfen inanın, yalvarıyorum, çabalıyorsunuz biliyorum, bale diyorsunuz, vole diyorsunuz, kelebekler gibi dönüyorsunuz, melekler gibi uçuşuyor, Platonlar açıyorsunuz, ah ne platonik piyanolar çalıyorsunuz, Pluton'da da olacak mıyız, tacirlerden, tüccarlardan, tecimenlerden, simsarlardan, bankerlerden, tröstlerden, bonkörlerden, kartellerden bağış topluyorsunuz, karanlık gecelerinizi aydınlatan neonlar eşliğinde, şiirler yazıyorsunuz ve benim ölümüme sabahlara kadar ağlıyor, göz yaşı döküyor, göğüs kafesinizi kan içinde bırakıyor ve ah biliyorum elem denizlerinde boğulmak üzereyken uyanıyorsunuz...
Hep aynı dünya!..
Telaşla sponsorunuza telefonlar ediyorsunuz, patronlarınıza dil döküyorsunuz, o babanız mıydı yoksa, komşunuz... İçinde sizin kadar ıstıraplı insan yavrularının oturduğu başka bir dünya!..
İşte ölmemişim, uyuyormuşum, düş görüyormuşum, gülücükler dağıtıyormuşum. Üzülmeyin ne olur, mutluyum, mutlusunuz, mutluyuz. Ağlıyorum, ağlıyoruz, ağlıyorsunuz.
Bakın her zaman birlikteyiz, hiç ayrılmıyoruz, baladlar söylüyorsunuz, bienaller, geceler, paneller, arılar, kelebekler, çiçekler...
Yaşıyoruz, yaşıyorsunuz, yaşıyorlar... Ölüm yaşamın bir parçası... Niçin alınmalı, barış, savaş, her şey...
Tekrar çal Sam!..
Şiirler çığırıyor, şarkılar söylüyorsunuz deja vu eşliğinde, karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir, diyoruz, diyorsunuz, diyorlar...
Siz her şeyi biliyorsunuz, siz yas tutuyorsunuz, siz ağıt yakıyorsunuz. Andolsun ki çabalıyorsunuz, günahınız yok, siz doğruyu söylüyorsunuz, ütopyalar gerçek olacak, hepinizi anlıyorum ben, her şeyi biliyorsunuz, her şeyi biliyoruz.
Ve tıpkı benim gibi bir sonbahar günü ölüyorsunuz ve aynı topraklara, aynı mezarlara, aynı tabutlara gömülüyorsunuz.
Ve biliyorum o denli vicdan sahibi, o denli düşünceli ve o denli barış seversiniz ki...
Bana eşlik edenlerinizde var.
Ve çünkü biliyor musunuz siz gerçekte bensiniz!..
Ve Kabil'de sizsiniz, Habil'se kardeşiniz.
Ben insanları eğlenmek için yarattım diyen tanrısınız siz.
Dünya evimiz.
Ve her şey manipresif.

1 Haziran 2018 Cuma

NEVEROPYA

 






Düşümde mi gördüm, yoksa birinden duydum da düşlerle mi karıştırıyorum bilemem, Amsterdam'da yaşarken, günün birinde bir Felemenkle lafa tutuşmuş, bizim ülkemizin ressamı, ikisi de kadın diye biliyorum kahramanlarımızın, laf lafı açarken Hollandalı oldukça sakin, şöyle bir söz sarfetmiş; Doğu bunun için ilkel, bilgiden ve çağdaşlıktan yoksun olmanız bu yüzden!..
Bu bir klişe.
Bu kuşağın ömrü bu tür yaklaşımlara boyun eğerek geçiyor, kendisini değersizleştirip, bilisiz taraf olduğunu alçak gönüllülükle kabul ederek!..
Her şey bir sanıdır yaşamda, başarılarımız, zamanda ve mekanda yer edinmenin tanrısal buyruğu - şeytani hilesi, minik devletlerimiz evlilikler ve ölüm bile...
Başkaca bir hayata inanmayan kaç kişi var şu dünyada, asıl sorunun, bunun var olmasını canıgönülden istemek-dilemek - olduğunu bile bile...
Başkaca bir umuda, yaşama sarılmanın özlemiyle yanıp tutuşmak ve bu dünyadan katıksız biçimde, kimsenin mutlu olarak ayrılamayacağını biliyor olmak...
Ressamımıza şunu söyledim, iyi de kuzeylilerin neden kayda değer bir şairi, tanrısal bir Yunus'u yok, oradakilerin hiç biri evrene ağıt yakan veya içli bir methiye düzmekte ustalık gösteren bir peygambere sahip olamamışlar.
Çünkü duyumları görüngüde oldukça mekanik, hatta vurdumduymaz ve sonsuzca pragmatik, lafı uzatmaya gerek yok; gerçekte kendilerini dünyanın efendileri sananlar, hem vandallaşırlar ve hem de barış şarkılarıyla eşlik ederler namludan yayılan, ölüm kıvılcımlarına!..
Her iki taraf için bıktıran bir saldırı ve savunma içgüdüsüyle kendimizi yinelemekten utanıyorum artık ben. Biz ve onlar dediğimiz et ve kan uygarlığının sapiensinden başka bir şey değil!..
Ve şu meseli anlattım ona...
Düşün ki dedim, insan yaratılmışların efendisi, öyle de sanırım ki, bunu saklamaya gerek yok, atomu parçalayan o, yakıcı güneşte gölgeleri yaratan, sayıları, üretmeyi, tüketmeyi denetleyen, her şeye karar veren, deneyen, değiştiren, ölen, öldüren, sadistçe, nihilistçe yaşayan ve dünyaya hükmeden o...
Ve gözlerinin içine bakarak, biliyor musun; Tanrı da o dedim!..
Ama biz bir maymunsuyuz hala ne yazık ki. Çünkü insanın evrendeki çabaları, kavgaları, amaçları ve ölümcül savaşlarının yanında; Bir de tropikal ormanlarda yaşayan, bir maymunu düşünelim dedim, insanlar ona acıyabilir, aşağılayabilir ve öldürebilir de nedensizce...
Ama dedim, bir de insanlara bakalım, insansı toplumlara, maymunumuzun yediği Havva meyvelerini bir kez bile tadamadan ölen milyonlar var şu dünyada ve de hatırı sayılır derecede çoklar, üstelik varsıl yoksul dinlemeden.
Bir düşün Newyork'tan Cakarta'ya kadar hormonlu gıdalar ve yapay içeceklerle cennetsi düşler kuran cehennem yolcularını. Kim bunlar gerçekte, kurtuluşu canına kıymakta bulan Marilynler, gırtlağının tadına safahatla yol alırken bakılan Kennedyler, 27 yıl lapede kalan Claudeler, hegemonik heykelleri, ölümünden yüz yıl geçmeden yerle bir olan Leninler, romantik Lennieler, toprakları arşınlayıp sonunda bir köşe başında ölümü bekleyen Kolombuslar, Mata Hariler, parasını iç edip ödülü reddetmek aymazlığında bulunan Sartreler, savaşçıl dehşetin pençesinde ölüme koşan Benjaminler...
Saymakla ömrümüz tükenebilir...
Oysa maymunumuzun, verili yaşamı boyunca, bu tür hiç bir derdi olmadı. O tüm insanlığa, büyük bir haklılık ve alelade bir acımasızlıkla, Felemenkli kardeşimizin ileri sürdüğü hükmü verebilir, kederle gülümseyip, küçümseyebilir.
Ormanların uçsuz bucaksız krallığında yaşıyor o, -insan denen yaratıkla karşılaşmadıkça ama!- ve can güvenliği neredeyse sonsuz, masalların uçan halısı gibi uzanmış cennetinde.
Tanrının düşlerinden bile yeşil olanın çıldırtıcı güzelliğinde, duru ve tapılası havanın, imrenilesi, süzülüp giden neşesinde, salt dünyayla değil, evrenimizle bile barışık olmanın tanrısal gizini sürdürerek, yaşayıp gidiyor o!..
Ah söylemeyi unuttum, maymunlar insanlar çalıştırır korkusuyla konuşmazlıktan gelirlermiş!..
Onlar çalışmak denen gönüllü köleliği aşmışlar, yaratılmışlığın naturasında, çalışarak ölmek, işsizmin çengellerinde asılı kalmak ya da Jean Valjean gibi Paris kanalizasyonlarının dehlizlerinde prangalara vurulmak gibi bir alışkanlıkta; Bizden başka hiç bir canlıda görülmeyen uçurumlardan uzak onlar.
Gerçekte vahşi de değiller, yaşamak denilen edimler birliğinin yönergesinden ve içgüdüsel yazgının zorbalıklarından başka, kan içmiyorlar et yemiyorlar!..
Oysa düşünüldüğünde, söylemek dilimizi tutuştursada, insan sanki bunun için var!..
'Ona dil verildi, şu yalan yani
Ona et verildi, toz olan!..'
İnsan ne yazık ki, vahşeti sunaklarda kutlayan bir hayvan!.. Füzelerin tadına bakmanın zamanı geldi diye tweet atan başka bir primat yoktur belki de evrende ve ölüm marşlarıyla bulvarları doldurup, kızıl bayraklar sallayabiliyor o.
Bu fener alayları, hangi canlıda var.
Ve uygarlığı, bu taraftan sığır sokup, öbür taraftan sosis çıkarmak sanıyorlar!..
Bundandır susamışlığına, vahşetine, sakınmasızca, acımasızca, sürekli ortak arıyor...
Yüzüklerin değil, günahların kardeşliği için.
Alçaklığın evrensel tarihine şan olmak, ölümü kutsamak için yaratıyor tanrısını o ve günahlarından ve ölüm severliğinden kurtulmak için, sarılmak istiyor tanrısına, çünkü celladın masum sayılacağı gün için tutulan defter onun elinde!..
Şimdi bu maymunun insana, insanlığa acıması, onu küçümsemesi ya da kederinden kendinden geçmesi doğal değil mi, hak değil mi!..
İşte vandal ve barbar sözcüklerinin mucidi, kızıl lalemizin, iyi niyetinden kuşku duyulamayacak kuzeyli kardeşimizin, seni küçümsemesi, aşağılamaya çalışması, burada sözü edilen maymunun insan karşısında ki durumu gibidir ne yazık ki...
Mikromegasdaki ironi gibi tüm belirtiler, kuzeyin veya batının üstün olduğu, verili değerleri ve yaptırımları tekelinde bulundurduğu ve insani egemenlik konusunda çağcıl bir yetkeye sahip olduğu izlenimini veriyor ama hakkaniyetin karmaşık ve çıkmazlarla dolu organik yapısı ve bakış açılarının, görecelikle değişken, sanalitik akışında, o henüz bir maymun seviyesine bile ulaşabilmiş değil!..
Ne yazık ki?..