29 Temmuz 2018 Pazar

BEYNELMİLELİZM

 
Neden Arabi isimlerimiz var, bu ahım şahım bir konu değil, kaygılanmak gereksiz, Bünyamin, İshak, İlyas'la dolu Anadolu, hepsi Musevi ismi, bizim köyün adı İsabey ben yandım mı şimdi!.. Lübnan'ın ozanı Adonis, Anadolu kültünden bu isim... Aaa Alp dağları neyin nesi, bize gelince benzerlik diyen köpeciklerden kurtulamadık gitti. Demek ki sorun değil, dünya kültürü böyle... Üzülmeyin biz köklü bir ulusuz!.. Hiç olmayacak kadar, bunu herkes biliyor, biz hariç!..
Atilla Macarların ulusal kahramanı, Hunların hükümdarı, Roma'ya göre de Tanrının Kılıcı... Mamma Mia Turchia efsanesi Osmanlı'dan kaynaklı değil, bir Attila efsanesi. Attila, Hakan, Fatih, Yakup, İlyas, Hektor, Muhammed, Che bütün dünyada insanların çocuklarına verdiği isimler, çağ devrimini, alışkanlıklarını ve dayatmalarını yaratır!.. Bütün Avrupa hatta Arjantin çocuklarına Hektor ismi veriyor Hektor Babenko, Hektor Berlioz, ama bu kültürün asıl muhatabı Türkiye de, köpeklere veriliyor bu isim, Büyük Önder'in bile kutsadığı adamın ismini köpeklere veren bir nesilin köle ve sömürge toplumunun bir medarı iftiharı olması nasıl da kaçınılmaz değil mi!.. Yazıklar olsun bu mantalitenin köpeklerine!..
Bu işin elbet biçimsel yanı, işte içerikle birleştiren toplumlar bu kültürel ivmeyi, harikalar yaratıyor. Karl Marks'ın Karl'ı (Karolenjler) hanedan ismi, İsaac Newton'un İsaac'ı yalvaç İshak, Attila Josef Macar şair, Muhammed Ali Clay'ın Muhammedi ne peki, dünya renklerle, kültürlerle, teknolojilerle, şarkılarla türkülerle bir bayram yeri ve bir kolezyum, becerilerini iyi sergileyen kazanıyor ama!...
Peki sorun ne bu konularda, sorun Türkiye Cumhuriyeti'nin haklı ya da haksız kültürel konularda korkunç bir araz göstermesi ve 193 ülke arasında 149. sıraya demir atması, bu bile sorunun ne denli derin olduğunun göstergesidir. Çünkü Türkler tarih boyunca imparatorluklar ve öncül devletler kurdu, inceleyebilirsiniz, aksini söyleyebileni duymak isterim.
Biz hatayı nerede yapıyoruz, bir kere kültürümüzü daraltmak için can atıyoruz, geri kalmaklığın birinci kuralıdır bu, ikincisi biçimle uğraşmayı adet edinmişiz, ye kürküm ye mantığıyla saygı göreceğimizi sanıyoruz, oysa tilkiyi bir kere aldatabilirsin, kürkün sentetik ya da uydurma olduğunu anlayan düşmanınız ikinci rauntta size gülümseyecektir!..
İncil'i boynuna tasma yapmaktan başka bir işe yaramayan İngilizceleriyle övünüp gerinen Afrikalılar gibi, salt dil öğrenerek kukumav kuşları üretiyoruz, bunu bir kere Çin denedi Afyon Ülkesi oldu, kurtuluncaya kadar anası ağladı, şimdi Çince İngilizceden fazla konuşuluyor. Dil değil çeviriyle uygarlıklar oluştu tarihte, dil köleler ve tasmalı zihinler yaratır görüldüğü gibi, üçüncüsü teknoloji düşmanıyız, geri kalmak ve Rize'de tahta Ferrari yarıştırmakla oyalanıyoruz, yüz yıldır yerli araba üretememiş bir toplum bu duruma düşüyorsa, bu toplum sömürenlerin taklitçisi, ucuz bir Papağancısıdır olsa olsa, çünkü burjuvazinizin tamamı, hala yerli araba rantabl değil diyebilen kuyruklu piyano sesi çıkarabilen evrilmiş maymunlarla dolu!..
Bu piyanocuların bir adet Bach'ı yok ama yüz yıldır, Bahtı kara bu piyanocuların!.. Olmayacakta bunu bilin, çünkü piyano üretmeden, bir kültürü eylemcil yanlarıyla özümsemeden, taklitçi boyutlarıyla şınav çekerseniz, sendeler yere düşer , kroke olursunuz, bunu tarih söylüyor ve salsa oynar komparsita yaparsanız şinanaylarla, her daim sonuncu olursunuz canlarım!.. Üstelik karga keklik gibi yürümek istemiş, derken kendi yürüyüşünü unutmuş mavalına gark olursunuz!..
Konu çok uzun, ama uzun yazıyı okumak zahmetine katlanmayan İvedik toplumuyuz biz, onun için kısa kesmek zorundayız!..
Bakın Avrupa zerre kadar kendisiyle ilgisi olmayan, İyon-Anadolu kültürünü sahiplendi, özümsedi ve Voltaireler, Shakespeareler ve Habermaslar yetiştirdi, siz ne yaptınız Yunus dindar, Evliya Çelebi deli, Oğuz -sümme haşa, öküz!- bu yaklaşım toplumun mankafalaştırıldığının kanıtsal anlamda doruk noktasıdır, O yetmedi Osmanlıyı Türk değil, Arap fellah, Anadolu halkı çapulcudur dediniz, çarıklı erkan lafını üreten sinikler -köpeksi- bugünkü durumumuzun mimarıdır.
Sonuç şu; bu toplumda herkes birbirini suçluyor ve aşağılıyor, keçi koyuna koşarken şeyin görünüyor diyor, koyun seninki hep açıkta diyor, 'şerli' köylüyü kokarca ilan ediyor, şerlinin 'hükümdarı', 'Köylü Türk'ün efendisidir' diyor, köylüde şerliye 'mama' diyor tabi, haklı çünkü Yeşilçam garabetinden alıyor bu hakkı ve akla kara, doğruyla yanlış inanılmaz derecede birbirine karışıyor.
Sorunun kanıksanması değil düğümün bir yerde çözülmesi için, biçimsellikten uzaklaşmak, derinleşmek ve eylemlerinizi özümseyerek, kültür, sanat, bilim ve teknolojide adımlar atmak, mankurt toplum olma sevdasından vazgeçmek ve teoriyle, biçimle değil, eylemle, pratikle oyalanmak. Araplar geri kalmış doğru, ama Çanakkale'de sizleri denize gömen İngilizler kadar düşmanınız değil aslında, çünkü onlar Vahdettin'e gemi tahsis etmedi!..
Kim suçlu peki, hepimiz, baştan sona, hepimiz!.. Ama o kadar değil, bu silsile aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya doğru, çünkü aydınlarımız tasmalı köle öncelikle bizim!..
Batıyı taklit noktasında kalmışız. Oysa Grek kültürü dedikleri -yanlış bu da bir ahmaklaştırma opreasyonu- Mısır ve Sümerleri özümsedi ve yararlandı, Abbasi ve Endülüs İyon-Anadolu kültürünü özümsedi, -Anadolu uygarlık yatağıydı tarih boyunca bugün hariç- kendine rehber edindi ama 'şapkayla' değil dikkat ederseniz, Biruniyle, İbni Sina, Rüşt ve El Kindiyle dostlarım, bu gerçeği kabul etmediğiniz sürece Almanya'ya iki ayaklı ham madde gönderirsiniz ama, sizin erkinizin lideriyle 'poz verdi' diye cümbür cemaat aşağılanmaktan kurtulamazsınız ve içinizde buna sevinenler, sömürge bir toplumun evlatları olarak, sırıta kırıta kahve köşelerinde, diskolarda, rezidanslarda nalları dikeceği günü bekler ve Kapıkule'den çıkar çıkmaz donlarınız aranır.
Onların gerekçesi hazır ama, bu toplum gönüllü misyonerler yetiştirme de öyle ustaki, tarihi eserlerimize batı bir yolunu bulup el koyuyor dediğimde, onlar iyi koruyor ama diyen TANRI KATINDA İDİOT BİLE KABUL EDİLEMEYECEK MAHLUKLAR GÖRDÜM BEN!..
Sonuç, isim resim sorunu değil, isimlerimiz Osmanlı kültüründen kalıt, gurur duymayı öğrenmedikçe ezilmek sizin şanınız olacaktır, çünkü üç Mustafa var Osmanlıda, en büyüğü sizin Mustafa ama ve peygamberinizin mahlaslarından biri o, ama siz adım neden Abdi, lakabım neden Şaban dedikçe Rize'de daha çok Ferrari yarıştırırsınız!..
Çünkü siz içeriğe, özümsemeye, üretmeye değil taklit etmeye programlanmış maymunlarsınız. Fasonizm kurbanlarısınız. Fasonizm; Taklit, kur tak piyasaya sür, üretme tüket ideolojisinin dünya arenasındaki köle devletlerin bel bağladığı abra kadabra doktininin adı. Onun için kullarınız liderinizle poz verdi diye tüm Almanya ayağa kalkıyor, Hitler'le yan yana duranlar bile bu kadar dile düşmedi, neden, siz sömürgesiniz vallahi, şamar oğlanısınız, içinizde bu duruma sevinenleriniz cabası, mazohizm bunun adı, acı çekmekten hoşlanmak!.. Külliyen tabi!.. Ama gerekçeleriniz dudak uçuklatıyor biliyorum!..
Romanofllar, Sovyet devini, 1789'un Frenk eyaleti nükleer güç Fransa'yı, Sanayi devrimi İngiliz ve Amerikan Kingkongunu yarattı, beğenmediğiniz Osmanlı 600 yıl dünyanın incisi oldu (Konstantinopl için inci sözünü levanten yazarlar üretti sizin herzeniz değil) peki ne oldu da zamanı gelince yıkılan Osmanlı'nın bakiyesi dünya arenasında madara oldu, Sovyet, Birleşik Krallık, Frenk Horozu varken, suç kimin Osmanlının, inandım yahu! Yahu bu meyanda -tavşandan şapka çıkaran- tek meyus millet siz çıktınız kardeşlerim, kusura bakmayın!
Bitmedi Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi diyen köklerine kadar haklı!.. Siz yüz yıldır terör cumhuriyetisiniz, ithalatınız ihracatınızın üç katı, şimdi kalkın ayağa bir İzmir marşı söyleyinde kafamızı bulalım! Böyle hengame olmaz olsun. Haklıysanız vallahi özür dilerim, haksızsanız bir zahmet aşağıya bakın iyi mi!..
Sizi Allah kurtarsın!
Her zaman ki gibi!..

21 Temmuz 2018 Cumartesi

BARBARLIK





BARBARLIK

Barbar kök olarak İskandinav dillerinden aşırma bir sözcük, Helence olduğu da söyleniyor, diller karışıktır, anlamı dolayımı kızıl sakal olsa da, yaban, uzaklardan gelen anlamını içeriyor.

Borges'in bir öyküsü var, Lombardlar, kuzeyden gelenler yani, İtalya'nın Ravenna şehrini kuşatır. İçlerinde Droctulft adında bir savaşçı vardır, kuzeyin ormanlarından, dumanlı dağlarından ve ırmak boylarında vahşice avlanarak geçimini sürdüren, hayvancılıkla geçinen otlakların diyarından gelme bir baltalı ilah, bir yabandır kendisi.

Ravenna önlerine gelince, parıldayan güneşte, şehrin yivli sütunlarıyla göz alan, görkemli binalarıyla karşılaşır; surları, dudak uçuklatan burçları, kaldırımlarında Senecaların, Ovidiusların dolandığı meydanlarıyla karşılaşır...

Uygarlıkla tanışır!..

Ve şehrin yağmalanmasına, yakılıp yıkılmasına gönlü el vermez, yüreği cız eder!.. Çok tuhaf ve aklının kıvrımlarında kimsenin anlayamayacağı, belki de haince bir karar vererek, Ravennalıların tarafına geçer ve kendi uyruğuna, kendi ordularına, karanlık göklerine karşı kahramanca savaşarak ölür ve Ravenna düşer. Bugün Ravenna'da Lombardlı hain savaşçı Droctulft'un bir heykeli vardır. Uygarlık yanlısı, çağdaş bir şövalyenin ibret verici anısıdır bu!..

Ama işin aslı karmakarışıktır açıkçası, Ravenna ve tüm İtalikler; Büyük Roma İmparatorluğu nasıl yükselmiştir tarih sahnesinde, nasıl olmuştur bu...

Bunun yanıtı hiç bir zaman değişmez; Barbarlıkla, kan dökmekle, insanoğullarını yetim bırakmakla, Kartacayı yerle bir etmekle, yetmedi İsa gibi reformist ve barışçı bir dünyanın savunucusu, gerçek devrimci ve elini kana bulamamış tanrının biricik elçisi, bir peygamber sıfatını taşıyan, sıradan bir marangozu; Alpleri aşarak, ta Kenan ülkesine kadar gelip, çarmıha germeye tenezzül edecek denli, insanlığın düşmanı olmakla!..

Neden, çünkü İsa yeni bir dünya düzenini savunuyordu ve Romanın bekasına aykırı bir tutumdu bu ve sinek bataklığı ele geçirmeden ezilmeliydi!..

Kısası şu, bugün ve dün, geçmiş ve gelecekte çağdaşlığın, modernitenin temsilcilerinin altında yatan bu olağanüstülüğün yaratılmasında, tek bir saik vardır; Talan ve yağmacılıkla oluşturulmuş, güçsüzlerin ezilmesiyle birikmiş sermayenin, altın gibi parıldar gökdelenlerin ve görkemin altında akıp giden kan ırmakları, et ve kemik yığınlarıyla yükselen borsa binaları, kutsal meclisler, kur ve döviz cehennemleri, nükleer kışın gölgesinde sürüp giden refah ve tanrının yegane temsilcisi konkistadorlar...

Yani çağların ve yeni çağımızın Fatih'i, prezidentler!..

Bir paradokstur bu, insanlık henüz çağdaşlığın kök salmasının, barbarlıktan geçmediği bir uygarlığı oluşturacak yeteneğe sahip değildir. Belki tanrıda öyledir. Çarpışan evrenler ve alev okyanuslarından ancak bir primat -bizler- üretebildiğine göre! Tanrıya layık olabilmeliyiz diye geçiştirebiliriz bu duygumuzu!..

Maymundan gelmedik, maymuna doğru gidiyoruz diye bir söz var.

Yani İskender doğuya uygarlık götürdü, Atilla adındaki barbar Romayı yakacakken Honoria'nın işvesine yenildi yaklaşımlarının hepsi birer hurafedir, kültür h'egomonyasının, emperyal bir güce dönüştüğü, silahların gölgesinde uygarlığın anavatanı olarak, yeryüzünü cehenneme çeviren metropollerin gösterildiği bir dünyada, örneğin barbar Türkler yakıştırması, aldatmacadan öte, insani ahlaksızlığın, olağanüstü bir nişanesidir, her zaman şunu düşünürüm, bizler; içimizdeki Truva atları böyle bir yakıştırmayı nasıl da benimsiyorlar ve güçlünün yanında nasıl da bir tasmalı köle olarak ömürlerini tüketiyorlar.

(Ezilmenin -sömürülmenin- ilk kuralı atalarını yadsımak ve yalnızlaşmaktır. Türkün Türkten başka dostu yoktur vecizesi size verilen teselli ikramiyesi ve çiğneyebileceğiniz tek şekerli çiklettir artık!.. Bundan ötürü, hangi nedenle olursa olsun Osmanlıyı yadsıyanlar ki bu kesinlikle Türkleri yadsımaktır, fare kapanında -gravyerle- beslenen kobaylardır ve hiç bir dünya ulusunda böyle bir mantalite görülmemiştir ve olamaz! Bu batıya sarkan, Orleans'a ulaşan Atilla barbar ve ama doğuyu dize getiren, anatomisi bozuk ölüm makinesi, Nemrut gibi bir sineğe yenik düşmüş İskender'i uygar ilan eden düşüncenin versiyonudur ve toplumumuz yüz yıldır bu masalla kimliksizleştirilmekte ve 'Polyanna Uykusu'yla avutulmaktadır!

Her gün 4 sayfa boş bulmaca sayfası verip, çeyrek sütun bilim sanat teknoloji sayfası ayıramayan, küfrün baş harflerini gazeteye adını veren tasmalı basının, uzaktan kumanda ve kuşkusuz yurtsever köşe yazmanlarına göre -bunların katip olduğu ve talimatla yazdığını bilmeyeniniz hangi idiot!-, padişahlar Türk değilmiş, yabancı kadınlarla evliymiş, bu beyin veremi geçirmiş zatlar, Romanofları, Habsburgları, İngiliz ve Frank İmparatorluklarını incelemiyor mu, dünyanın bütün imparatorlukları birbirinden kız alıp veriyor, bu alelusül bir barış paktı yerine geçiyor belki, bir hoşgörüye dönüşüyor, bu manipülasyon tüccarları v e vatan simsarlarına göre Musevi Marks, Alman olamaz, Einstein Amerikalı olamaz, Danimarka'dan göç eden Saksonlar İngiliz olamaz ve biz inanın Türk olamayız, Polonyalı paşanın evlatçığı Nazım'ı da vatandaşlıktan çıkardınız, hapse atıp, ömrünü çaldınız aziz yurtseverlerim, kim mi bunlar bir araştırın, vaktiyle, hatta bugün bile fikir birliği içinde olduklarımız, hah şunu bilin, bu kadar skolastik beyinlerle bu moronluklarla diyorum ki, 193 ülke arasında 149. sıraya demir atmışız biz yüz yıldır, eveleme gevelemelerinizle geldiğimiz nokta bu, bu beyin meflucu  insanlarla, gardırop cumhuriyetçisi sakatatlarla daha ne kadar oyalanacak, beyinlerinizi dağlayacak, Kapıkule'den bir adım sonra aşağılanmayı, donunuza kadar aranmayı göze alacaksınız kardeşlerim, size herkes vize uyguluyor, siz herkese sınırlarınızı açıyorsunuz öteden beri, yetmiyor mu aşağılanmanız, yetmiyor mu adam yerine konmamanız, utanmayı öğrenin artık, siz karakter zaafına uğramışsınız, iflah olmayacaksınız bu hurafelerle ne yazık ki!.. Çözüm batının tasmalı köleliği değil, kendiniz olmaya ant içmeniz  ne yazık ki! Çünkü sonuç ortada siz terör cumhuriyetisiniz ve çocuklarınız bu ülkeden kaçmak için can atıyor, bu ülkeyi bu noktaya sizler getirdiniz, bu kafa yapısı ve bu fason ulusalcılık, yap satçı al satçı karaborsacı, komisyoncu milletiniz!.. Yaşasın şepkecilik!.. Metro yanlış yere kuruldu, dört duvardan üniversite olmaz ve yerli araba da rantabl değil zaten köleciklerim!.. Türk olmak anayla babayla olmaz, her kim ki bu toprağın kültürünü, dilini ve sosyal gerçekliğini yüceltme çabası içindedir, teknoloji ve ilimi için canını dişine takar TÜRK odur. Anasının babasının sabun artığı değil!.. Bütün dünyada böyledir bu!..


Sizin basın özgürlüğün anarşisini yaşıyor, sizi mankafalaştırıyor, bakın gazetelerinize 1 yıl önceki cinayet, iki yıl önceki taciz, üç yıl önceki hırsızlık haberlerinin versiyonlarıyla dolu, ben onlara değil, bu kültür ve bu vahşet gazeteciliğini benimseyen, utanç verici, aşağılık basın anlayışının vaveylasıyla ömür geçiren sözde yurtseverlerimize şaşıyorum. İnsana yakışır bir tek haber yok basında, burası Teksas, burası Mozambik, burası Burkina Faso benzeri bir memleket olsun yeter diyen HAİN sürüleri bunlar! Bunlar batının gönüllü köpekleri, sizi fistanla, donla, Madonna'nın jartiyeri, Zeki Müren'in utanç verici esprileriyle oyalayıp, arka sayfada aynı esprinin yol açtığı, kahve cinayetiyle ömür geçirmenize neden oluyorlar, tasmalı olan onlar değil biziz bu durumda, çünkü tasmalının tasması sizin boynunuza geçiyor, onlar efendilerinin artıklarını yalarken siz market kuyruklarında her gün değişen fiyatlarla göz göre göre aşağılanmanın gururuyla, pop manyağınızın yaz şarkılarıyla çocuğunuzun elinden tutup, zorla size giydirilmiş -batılyaşar, batılı- kimliğini taklit ederek ağıllarınıza doluşuyorsunuz, dikkat ediyorum, yoksulunuz, varsılınız hep birlikte bay çekiyor, hep birlikte şivenizin incelikleriyle narenciyenizi -narin dilinizi- satıyor, Polyannacılık oynuyorsunuz, gerçek sorunlarınızdan kaçarak, geçici çözümlerle, her şeyinizin batının gerisinde kaldığını bile bile sahillerde oturduğunuz yeri çöp gölüne çevirerek -hepiniz ama, varsıl yoksul- yaşayıp gidiyorsunuz, siz paranoid şizofrenisiniz haberiniz olsun. Size giydirilen deli gömleğini, biçimle uyutulmuş, markalı tişörtlerle avunan, bisikletle hız yapan, kaldırıma çıkan, ters yola girip -İNSAN'a çarpan!-, cezasız kalan, salıverilen, siz oto üreticisi olabilseydiniz, cezasız kalmazdı bu bayramlarınız yurtseverlerim, siz başkasının eşeğine binip kıta değiştiren piyango mudilerisiniz, , elbette ölmwekte kalmakta elel olacak sizler için, kader kurbanısınız siz canlarım!. Siz başkasının mallarının satış ve rekolte kurbanı klonlarısınız oysa!.. Müşteri portföyü, kategorisiniz yani! Yükselen dövizin sizi aşağılamak olduğunu bile bile onunla zengin olmaya çalışan bir sömürgesiniz siz ve iflah olmayacaksınız, hem de yüz yıldır, yazıklar olsun!..





İnsanın acaba diye düşünmesi gerekir, buna bir diyeceği olanlara sözüm şu, Büyük Önder'in Osmanlı aleyhine tek bir sözcüğü yoktur -varsa buradayım- ve kendisi tepeden tırnağa, katıksız bir Osmanlı paşasıdır, yıkılmayan imparatorluk mu var! Kim ki tersine bir tutum içindedir, ki genel kanı böyledir, bu sizin görüşünüz değil inanın; öteden beri buyurganlar sizin böyle düşünmenizi istiyor, haberiniz olsun.

Çünkü, örneğin şapka devrimi diye tarihin sosyalitesinde bir kavram yok, peki neden biz bunu söylemekten kaçınıyor ya da utanıyoruz, bu bir iyi niyet ve demokratik hak değil mi, hayır, neye karşı çıkacağınızın sınırları var bu dünyada, demokrasi paketleri var canlarım, oto sansür seminerleri pek yaygın katılmışsınızdır dilerim, ona göre düşünün!.. Devrim nedir hepimiz biliyoruz oysa; Köklü dönüşüm!..

Devrim; Temel gereksinimlerin araç ve amaçlarında yapılan radikal değişimler!.. Bir alt yapı organizasyonu. Şapka nedir peki bu meyanda, ambalaj sektöründe yenilenen hafif dalga yayıncılığı, biçimsel Truva atlığı, luna park metroculuğu, yas tutmak insafınıza kalsın!.. At arabasının -faytonun- yerini taksi ya da otolar, deve kervanının yerini tren, küreklerin şıpırtısını feribotlar alır devrimde, en kısa zamanda!.. Hatta iş gücünün, kol ve emeğin birlikteliğinin yerini makine-robot konsorsiyumu alır. Var işte diyeceksiniz ama sermayedarınız yerli araba için -rantabl değil!- dedi daha dün!.. İngiliz sanayi devrimi, Fransız burjuva devrimi, Rus Ekim devrimi, üçüde nükleer güç oldu. Biz de şapka devrimiyle, batının palyaçosu olduk.

Oynayamayan gelin yerim dar dermiş, yer açarlarsa da yenim dar -kolum kısa- dermiş! Vurun Osmanlıya Endülüs gazileri; 'Vatanı için çarpışmayana ağlamak yakışır!..' Batı 1600'lere kadar vebayla uğraşıyor, cadı bayramlarında kadınları yakıyordu!.. Dünyanın turbomotoru, İyon-Anadolu (Küçük Asya) kültürünü sizden çaldılar, İzmirli Homeros'un İlyada'sını batının destanı yaptılar ve Dante'ye tapan! Ama Yunus'u batıl zanneden yurtseverler üreterek hepiniz, üç maymunları oynayan sağır-dilsizler oldunuz bilin ki!.. Ve yüz yıldır maytap gürültüleriyle anneciğinizi ağlattılar ve ağlatmaktalar!.. Siz göçebesiniz ve etrakı bidraksınız yavrularım. Globe süpürgecisi, Shakespeare'de ömründe binlerce kişilik antik tiyatroları görmeden, sizin soytarılarınızın bulvar tiyatrolarında, yüz yıldır açılış-kapanış yapsın, antik çağdan devşirme, saray magazini entrikalarıyla!.. İyiyiz, iyisiniz, iyiler, beyin'ciğinize girdi Jedyler!.. Hayır mı dediniz, uyruğunuz böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyor, prospektüsünüze bir bakın, çok daha ağır seyrediyor ağrılarınız, buradakiler işin kasket bölümü!..

İster inanın, ister inanmayın, size kalmış, kültür buradan yayıldı dünyaya, Latin kültürü Truva'dan kurtulanların çocukları, ilk barışın adı Kadeş, kutsal kitapların sosyal içeriği bile, bu toprağın öyküleriyle süslü, ama dönüşü ne oldu bu ışığın, 'Bon pour l'orient', 'Doğu için yeterlidir', siz bunu hak etmediniz, onlar gibi olun diyemem, kendiniz gibi olun yeter!.. Size bilisiz ve kültür düşmanı gözüyle bakanlar, yağmacı ve eski eser celladıdır, dünyanın papazıdır, rehabilite gereklidir, daha dün çarıksız atalarınızın kanlarına kadeh kaldırdılar, kızılderililerin tanrısı oldular, Hiroşima'yı ışıklara boğdular. Güney Amerika kan ırmaklarıyla doldu, Afrika'da İncil boyundurukları oldu, Afyon ülkeleriyle taştı dünyamız, öykündüğünüz uygarlık bu mu, göreceğinizden başka!.. İş başa düşüyor ve yurtta barış, dünyada barış nasıl olmalıymış gene siz göstereceksiniz!.. Yaptınız, gene yapacaksınız!.. Ama oturup düşünmek ve acımasızca özeleştiri yapmak çağındayız biz...

Kısacası, fesin yerine kasket geldi, devrim oldu diyen toplum, şizofreninin uçurumuna düşmek şöyle dursun, terörü kanıksayan ve eşeğini kaybedip, her seferinde bularak yaradana şükreden köylüsünden farksızdır ne yazık ki!.. Kesin mi, bilemem... Acaba diye düşünmek gerekir...

Biz metroyla tanışmayı 2000 li yıllara ertelemiş bir ırkın ahfadıyız, 200 yıl geriden geliyoruz ve hala şapkayla gurur duyan ve metroyla alay eden soydaşlarımız var. Pes!.. Bir hata yapıyor olamaz mıyız demeyeceğim, hatanın böylesine hayran olduğumu belirteceğim!.. Dertlerin okyanusu ötelerde değil, o bizim içimizde bir cerahat ve henüz vakit var diyelim, çünkü umudun olmadığı yerde düşünce barınamaz!..

Şöylede düşünebiliriz; 1789 Fransız ayaklanmasının dretnotlarına hayranlıkla ömrünü geçiren yurttaşlarımızın, Şeyh Bedreddin'in Marks'ın öncülü olduğunu bilmesinde yarar var. Bu topraklarda Yunus diye bir şair, dünyaya bir kere geldi ve bir kere daha gelmeyecek, bunun nedenini bilmeyenlerin Allah taksiratını affetsin, Mehmet Siyahkalem diye bilip görmemekte direndiğimiz -yalnızca bize özgü garabet bunlar-, Hieronymus Bosch'un, fantazma ve gerçeküstülüğün babasıdır kendisi ve doğuda resim yasaktır mavalının açıkça bir küfrü bu topraklarda büyüdü, daha sayayım mı kendini aşağılamayı beceri ve alışkanlık bellemiş karakamunun herzelerini, atamız Adem'in bize bahşettiği heykellerini, siz dur deyinceye kadar sayarım bilesiniz, uyu yavrum ninni, uyutayım seni, ivedikle, hababamla avutayım seni!

Şunu da unutmayın ensestte İngiltere, intiharda İsveç, hayvanseverliğin krallığına oynayan Norveç'te, kürk üretiminde dünya birincisi dostlarım, Hollanda ise kasaba büyüklüğünde ama silah ve sömürü pazarında, yani kan içiciler sıralamasında devlerin hemen arkasında, siz hala çöl sıcaklığında erkeklerinin bile türban taktığı ortadoğu geleneklerine kafa yorun, Paris'de kırmızı fener fahişelerinin çığlıklarına, ne özgür bir dünya deyip durun iyi mi!..

Bakın örtünen kafalar değil yoksulluktur!.. Gelir dağılımı dünyasında son sıralara oynayan bir ülkenin kadını çırılçıplakta dolaşsa aşağılanır, baştan kara olsa da, Afrika'da kabile kadınları birer Havva ana gülüyorsunuz, baştan kara olsa acıyorsunuz, onların kaderi aşağılanmak, ama Kraliçe Elizabeth'in çırılçıplak tablosuna -var bu tablo, demokrasinin beşiği İngiltere'nin kraliçesi neden çırılçıplak poz veriyor acaba, onun düşüncesine göre de kadın meta mı!- hayran oluyorsunuz!..

Kız çocuklarını dernek kurarak, sağırlar birbirini ağırlar oyunlarıyla kurtaramazsınız, batının misyonerlerinin tasmalı maymunları olursunuz ancak, çünkü bildim bileli kız çocukları kurtulacak bu ülkede, ne bitmez tükenmez bir yaraymış bu yahu, kadını değil, temel sorunları irdeleyip, masaya yatırın, palyatif -soruna üst perdeden, köksüz, soytarıca yaklaşımlar- çözümlerden uzak durun ki, güldürmeyin efendilerinizi!..

Biz savaş kazanmış olabiliriz ama benliğimizi kaybetmişiz. Yenilmek budur işte! Fransa'dan şiir, Almanya'dan felsefe, Şekerpare'den de tiyatroyu ithal etmiş bir ırkın -utanç dolu- ahfadıyız biz senelerdir! Oysa Anadolu'daki -theteatreler- dünyada yok, böyle bir nesil nasıl üretildi, hayran olmamak elde değil! Neden bu yüz kızartıcı hal, kültür tek yanlı bir yaygara değildir kardeşlerim, biz uzaktan kumanda bir ülkeyiz ne yazık ki yüz yıldır, çünkü tek yanlı olan harala gürelenin adı, ne derseniz deyin sömürgeciliktir!.. Tarih ikiye ayrılır, taklit eden devletler ve taklit edilenler, taklit edenlerin başa güreştiği görülmemiştir, oysa daha düne kadar uygarlığın, dünya ahvalinin lokomotifi bir toplumsal silsileydik biz, yazık sana ey tatillerde iskambil falı açarak, alzheimer tetikleyicisi ödüllü çengel bulmacayla akşamı yaparak ömür geçiren, mangalda kül bırakmaz, aydınlar aydını necip milletimiz!)

Marks'ın bir sözü var; Uygarlık diye bir şey yoktur!..

Diyorum ki, uygarlık sanal bir kavramdır, et ve kan, ekmek ve şarabın hükümranlığıyla süslenmiş bir yortu, el değiştiren -bloody mary(!)- türü bir eğlencenin adıdır uygarlık.

Ve onu yıkmak için nereden geldiği belirsiz bir fiske yeterlidir daima tarih sahnesinde!..

Maymunsuların, genlerindeki şiddet dürtüsünden, gurur ve kibirden kurtulabilmesi için daha yüzyıllar var!..

***
DÜŞKIRAN

Laleler koklar ve adını saklar Zehra
1789 teyzeyle, şu Lozan hala
Bir sadakor akar her daim
Boynunun gümüş ovasında.

Bir jüponluk ağıtlarda biter işi
Haminneler aç gözlü cin bardaklarda

Severler birbirlerini gizliden düşmen!
Bir kombinezon yakar gene de
Aydın değil Deniz'lisi.

Blody Mary içmek şöyle dursun
Başında eser bir kavak yeli
İşte marleyde kaplama dişler

Kan ter içinde zaten Siena yokuşu
Düşer düşlerinden, varoş leydisi!


***







11 Temmuz 2018 Çarşamba

PARONOYA

PARONOYA

Tanrı karanlık bir evrene doğurmuştu onları.
Bir örnek sonsuz sayıda dünyalar,
hiç bir anlamı olmayan, bir diğerinden kopmayan,
kurt delikleriyle dolu, pulsarlar
kuasarlar, irili ufaklı taşlar,
yörüngeler,
dönenceler, ejderhalarla,
birbirini tüketen ve hınç dolu doymak bilmez içgüdülerle yaşayan.
Tanrının kaprisleri uğruna kurulmuştu bu düzen.
Bu görkünç dünyalardan birinde doğmuştu
Adem. Hunok ise, adına Babil dedikleri kovuklarda öğrenmişti abeceyi
Şeytanı anlayabilmek için.
Öbürü melekleri sevdiğini söylerdi, adını
bir uçurumun kenarında öğrendiği.
Et ve kanın ekmek ve şarabın hükümranlığında, bir kez görebildiler birbirlerini
özleyişten başka bir şey olmayan zamanlarında.
Kimisi İblis'ti, kimisi Mesih.
Birlikte vardılar tanrının karşısına.
İkisi de cehennemin volkanlarında şimdi.
Bir bildiği vardır belki de Tanrı'nın
Anlaşılmaz bir şey yazmak ya da yaratmak gibi.
 
 



PARODİGMA
(Yaratılış)
Ne kutsaldır göğün sonsuz karanlığında avunmak, bir başına, hiçliğin yurtluğunda, uçurumlarda bir uzay salı, tanrının ruhuna tutsak olup; kanında yükseldiğini, oradan boşluklara yayılıp, ilkinsil tözle bütünleştiğini duymak!
...
Aşağı, yukarı demeden, tüm olasılıkları estirmek acunda, uçtukça her yerde varlıkların soluduğunu, kımıldadığını, devinerek birbirine sarıldığını, yaklaşıp kucaklaştığını duyumsamak; gerilere bakmak ve ufukta doğurgular gözleyen bir tanrı gibi, varlığın kanatları tüm evreni kuşatsa bile, ne bir canlıyla ne de bir kımıltıyla karşılaşmak evrenin basamaklarında...
Ne kutsaldır sıradan doğumların bir okyanus gibi kaplaması tüm kozmosu ve tözün bir tanrı buyruğu gibi güvençli, düşüncenin; başına buyruk bir volkan gibi ilerlemesi, oluntularla, bozumlarla süslü, onun büyülü gerdanından çağlayarak dökülen cevherler gibi.
İzlemek, yitip giden varlığın tözünü, geride bırakmak tanrı parçacıklarını, varlığın o çıldırtıcı hengamesini; gurur içinde yükselen, kibir dolu meleklerini, sürgit kanatlarını çırpan. Elveda demek yaşamı kutsamaya, aldanışa ve sevdaya, geride bırakmak umut tacirliğini, ilk töz nasıl yadsırsa varlığın efendilerini.
Sonsuzluk kovuklarda yiter, varlığın rengi solar, töz kılıcını sallar gözdağı verircesine ve canevinin adımlarını, yuvalarını kıskanırlar ey yaratılış; ama karanlıktan korkarlar; oysa bir ninni tutturur, Odysseus gibi yürür durursun hiçliğe doğru; bağrının altın tüyleri ve kozmosun şanlı materyalleriyle.
Ey yaratılışın nenleri, bilirsin o atarcaya karışmaz, sessizliğe boyun eğer, gölgesi bile düşmez bastığı yere, sen ki her türlü ustalığı edindin, ey varoluşun becerileri, artık ne onun ne de ötekinin izleri döndürür seni yolundan; sen bilirsin varlığın cinlerinin göründüğü kozmik gölgeleri, içindeki düşlerin su içtiği derinlikleri bilirsin, bütün gizemler usundadır senin, var etmek belleğindedir dilediğini, pusu kurup hiçliklere; tılsımlarla, tasımlarla, kama gibi ışınlarla.
Uçurumlardan yükselip aydınlanırken yüzün, titremler içindeydi soylu bedenin, gözlerin kristal gibi parıldamış; yıldırım gibi, ışıklar saçmıştı bakışların gökadalarda, bu varlıksız evrenin ilahı, renk renk tüylü, o vahşi Quetzalcoatl'ı tahtından etmek için.

Sonsuzlukta görkünç zamanlar, gerdanlarında muskalar, hiçlikleri dev adımlarıyla sarsan korkunç varlıklarla geçti, yeni günün tanrısı evrenin ortasında durdu, zaman kurtuldu zincirlerinden ve yavaş yavaş, sınırsız, soğuk maviliklere, o bitimsiz, büyük karanlıklar çöktü; eski, şangırdayan avadanlıklarıyla kocamış tanrılar, uçsuz bucaksız boşlukları sarsan, umarsız naraları, evrenin bütün uçurumlarını dolduran gözyaşlarıyla yitip gitti...

PARODYA
 
Vega doğumsuz karanlıklar boyunca
Işıldamakta.
Başsız bir tanrı
Buyruklarıyla uçurumlardan akmakta.
Orion'da, nötronlar
Kulaç kulaç yutmakta gölgeleri ve hiçliği.
Yitip giden siborglarız biz, birbirini
Klonlayan öteki siborgların;
Bellatriks ile Proksima.













 

PARONOYA


Tanrı görkül bir evrende doğurmuştu onları.
Bir örnek sonsuz sayıda dünyalar,
hiç bir anlamı olmayan, birbirinden kopmayan,
kurt delikleriyle dolu, pulsarlar
kuasarlar, irili ufaklı kayalar,
dönenceleriyle,
ejderhaların, canavarlarıyla,
birbirini tüketen ve doymazlıklar iç güdülerle yaşayan.
Tanrının kaprisleri uğruna kurulmuştu bu dünyalar.
Bu dünyalardan birinde doğmuştu
Adem. Hunok ise, adına Babil dedikleri kovuklarda öğrenmişti abeceyi
Şeytanı anabilmek için.
Öbürü melekleri sevdiğini söylerdi, adını
bir uçurumun kenarında öğrendiği.
Et ve kanın hükümranlığında  bir kez görebildiler birbirlerini
özleyişden başka bir şey olmayan yaşamlarında.
Kimisi Deccal'dı, kimisi Mesih.
Birlikte vardılar tanrının karşısına.
İkisi de cehennemin volkanlarında şimdi
Bir bildiği vardır belki de Tanrı'nın
Anlaşılmaz bir şey yazmak yaratmak gibi.



Garip bir zamanda yaşamak yazgılarıydı onların.
Ayrı ayrı ülkelere bölünmüştü gezegen,
her birine bağımlılık duyulan, her biri tatlı acıların,
kuşkusuz şanlı bir geçmişin, eski yeni
geleneklerin, hakların, haksızlıkların,
kendi efsanelerinin,
tunçtan atalarının, yıldönümlerinin,
halk avcılarının ve simgelerin zenginlikleriyle yaşayan.
Savaş için elverişliydi bu bölünme.

Kımıltısız nehrin kıyısındaki kentte doğmuştu
Lopez. Ward ise, sokaklarında Rahip Brown’ın
dolaştığı kentin varoşlarında öğrenmişti İspanyolcayı
Don Kişot’u okumak için.
Öbürü Conrad’ı sevdiğini söylerdi, adını
Viamonte Caddesinde bir sınıfta duyduğu.
Dost olabilirlerdi, oysa yalnız bir kez karşılaştılar
o çok iyi bilinen adalarda.
Her biri Kabil’di, her biri Habil.
Birlikte gömdüler ikisini de.
Şimdi kar ve kurtlar tanıyor onları.
Anlayamayacağınız bir zamanda geçti
Burada anlattığım öykü.






2 Temmuz 2018 Pazartesi

BASİT HER ŞEYDEN KARMAŞIKTIR



Mısır Firavunu, Babil Kralı'nın ülkesini ziyaret etmiş. Güzel geçen ziyaret sonunda, Babil Kralı, firavunu kendisinin yaptırdığı bir labirente girmeye davet etmiş ve demiş ki; Ey Nil'in Hükümdarı, bu labirent bizim matematiğimizin, gök bilimlerimizin bir şah eseridir, eğer bu labirente girdikten sonra çıkış yolunu bulabilirsen, senin ülken bizimkinden daha büyük, sen de benden daha büyük bir hükümransın demiş.

Firavun labirente girmek nezaketinde bulunmuş ama bir süre sonra yolunu kaybetmiş ve kurtulup, tekrar güneş ışığına çıkabilmek için yalvarmaya başlamış. Babil Kralı'nın muhafızları, labirentin gizemini bildikleri için firavunu hemen kurtarmışlar. Babil Kralı gülümsemekle yetinmiş.

Aradan bir yıl geçmiş ve Babil'in Kralı iade-i ziyarette bulunmuş Mısır diyarına...

Güzel geçen günlerden sonra firavun, kralı develer üstünde bir çöl gezisine davet etmiş. Sarının egzotik renkleri, ıssız gecede ayın büyüleyiciliği, hurmalar ve serabın oyunlarında, aşkın ve aldanışın tadına bakmak için.

Meğer firavunun bir bildiği varmış, en ufak bir işaretin görünmediği, sonsuz çölün ortasına geldiklerinde demiş ki krala; Ey Babil'in ele avuca sığmaz sultanı, yetkileri sonsuz kral, işte benim labirentim bu, seni burada çölün ortasında bırakıyorum, eğer geldiğimiz yolu bulup, günlerimizi, gecelerimizi paylaştığımız saraya dönebilirsen, Babil benim naçiz ülkemden daha büyük, sen de, bütün dünyadakilerden daha büyük bir kralsın!..

30 Haziran 2018 Cumartesi

YARATILIŞ (Parodigma)




Ne kutsaldır göğün sonsuz karanlığında avunmak, bir başına, hiçliğin yurtluğunda, uçurumlarda bir uzay salı, tanrının ruhuna tutsak olup; kanında yükseldiğini, oradan boşluklara yayılıp, ilkinsil tözle bütünleştiğini duymak!
Aşağı, yukarı demeden, tüm olasılıkları estirmek acunda, uçtukça her yerde varlıkların soluduğunu, kımıldadığını, devinerek birbirine sarıldığını, yaklaşıp kucaklaştığını duyumsamak; gerilere bakmak ve ufukta doğurgular gözleyen bir tanrı gibi, varlığın kanatları tüm evreni kuşatsa bile, ne bir canlıyla ne de bir kımıltıyla karşılaşmak evrenin basamaklarında...
Ne kutsaldır sıradan doğumların bir okyanus gibi kaplaması tüm kozmosu ve tözün bir tanrı buyruğu gibi güvençli, düşüncenin; başına buyruk bir volkan gibi ilerlemesi, oluntularla, bozumlarla süslü, onun büyülü gerdanından çağlayarak dökülen cevherler gibi.
İzlemek, yitip giden varlığın tözünü, geride bırakmak tanrı parçacıklarını, varlığın o çıldırtıcı hengamesini; gurur içinde yükselen, kibir dolu meleklerini, sürgit kanatlarını çırpan. Elveda demek yaşamı kutsamaya, aldanışa ve sevdaya, geride bırakmak umut tacirliğini, ilk töz nasıl yadsırsa varlığın efendilerini.
Sonsuzluk kovuklarda yiter, varlığın rengi solar, töz kılıcını sallar gözdağı verircesine ve canevinin adımlarını, yuvalarını kıskanırlar ey yaratılış; ama karanlıktan korkarlar; oysa bir ninni tutturur, Odysseus gibi yürür durursun hiçliğe doğru; bağrının altın tüyleri ve kozmosun şanlı materyalleriyle.
Ey yaratılışın nenleri, bilirsin o atarcaya karışmaz, sessizliğe boyun eğer, gölgesi bile düşmez bastığı yere, sen ki her türlü ustalığı edindin, ey varoluşun becerileri, artık ne onun ne de ötekinin izleri döndürür seni yolundan; sen bilirsin varlığın cinlerinin göründüğü kozmik gölgeleri, içindeki düşlerin su içtiği derinlikleri bilirsin, bütün gizemler usundadır senin, var etmek belleğindedir dilediğini, pusu kurup hiçliklere; tılsımlarla, tasımlarla, kama gibi ışınlarla.
Uçurumlardan yükselip aydınlanırken yüzün, titremler içindeydi soylu bedenin, gözlerin kristal gibi parıldamış; yıldırım gibi, ışıklar saçmıştı bakışların gökadalarda, bu varlıksız evrenin ilahı, renk renk tüylü, o vahşi Quetzalcoatl'ı tahtından etmek için.
Sonsuzlukta görkünç zamanlar, gerdanlarında muskalar, hiçlikleri dev adımlarıyla sarsan korkunç varlıklarla geçti, yeni günün tanrısı evrenin ortasında durdu, zaman kurtuldu zincirlerinden ve yavaş yavaş, sınırsız, soğuk maviliklere, o bitimsiz, büyük karanlıklar çöktü; eski, şangırdayan avadanlıklarıyla kocamış tanrılar, uçsuz bucaksız boşlukları sarsan, umarsız naraları, evrenin bütün uçurumlarını dolduran gözyaşlarıyla yitip gitti...

29 Haziran 2018 Cuma

KAYAK TAKIMI
Herkes kısa yoldan varsıl oluyor, parayı buluyor, şöhret oluyor, ayağını yerden kesecek bir yordamı nasıl da buluyor diye hayıflanırdı. Gece gündüz hindiler gibi düşünür, evden haftalarca çıkmaz, projeler tasarlar, kurt deliklerinden geçerek kırk haramilerin mağarasına nasıl girileceğinin hesabını yapar, krokiler çizer, bacalardan inerek hayatı dolandırmanın, iskeleye bağlanan palamarı çözerek, bir gece yarısı, yelkenliyle dünyaya açılmanın kosinüslerine kafa yorar, ücretsiz, zahmetsiz, emeksiz düşleriyle bir sevgili arar, Helen lirizmini taklit ederek aftos diye bağırır, içli, gözyaşını çağırır şiirleriyle gökte devinen ayı uğurlar, günlerin güneşine el sallayarak aylarını, yıllarını savururdu ruh kafesinden.
Gençliğinin baharında, yirmili yaşlarında gelmişti İstanbul'a, Kocamustafapaşa'daki asmalı kıraathanede kağıt oynayanları izler, dördüncüyü bulamazlarsa, yedekliğe soyunur ve diğeri gelene kadar takımı tamamlar ve öğrencileri, oyuncuları, işsiz güçsüz kıvrananları, çalışanları kibirle süzer, acıyarak bakar ve nice çırpınmaların nasıl da boş bir çaba ve beyhude bir gayret olduğunu ima eden gözleriyle, çevresini süzerek, bir ayrıcalığın sahibiymişçesine, aylaklıktan kısılmış sesiyle kahkahalarla gülerdi.
Bir kin vardı iç dünyasında, belli bir birikimi de vardı belki de, bir mirasyedi miydi kim bilebilir, hiç para harcamaz ve yapacağı ölümcül hamlenin özlemiyle yanıp tutuşarak, şöminede çıtırtılar içinde düşlere dalacağı günü beklerdi. Uzaktan gözlüyordum onu, enteresan insandı, garip diyebiliriz ve meşum biriydi, özgüveni yüksek, alabildiğine tuhaf bir düşler cambazıydı belki de o... Yalıçapkını bir Frankeştayn, yolkesen, gönül yakan, bir çoban aldatan kuşuydu o aramızda, hiçbirimiz onunki gibi bir düşlerin insanı değildik, üç beş kuruş parayla okuyor, kimimiz çalışıyor, olmadık düşlere kapılmak şöyle dursun, sağ ve sıhhatte yaşayabilmek için dua ediyorduk belki de.
Düşlerini dumanlarla tütsüyor, alkollerle süslüyordu o, karınca kararınca eğlenir, yalnızlığını paylaşıp, işini bilir derlerdi onun için. Bir keresinde duman yalnızca Kızılderililere yarar demiştim, güldü, sevecen adamdı ve herkesle iyi geçinirdi, gerçekte biz ondan huylanıyor olsak bile, gene de yalnız kumara tövbeliyim ben demişti, öç alır gibi bakarak, kumar kağıtla olmaz, hayatla olur!..
Bir gün ortadan kayboldu, bir kayak takımı almış, Olimpos dağına giderek düşlerinin tarlasında, karlar içinde, büyük hayallerini işleme koymaya başlamış o dediler. Bir zamanlar başkent olan Burisa'nın Uludağ'ında... Orada şöyle düşünüyordu eminim, bir ahu gözlü kızla karşılaşacak, birbirlerine aşık olacak, kız ona yalvarıp yakaracak ve belki de babasının sayılmasız paralarla dolu iş dünyasına hükümdar olacaktı. Ayhan Işık, Belgin Doruk / İzzet Günay, Sema Özcan filmlerini çok mu izlemişti acaba, gözlerini bilerek kör etmesindi bu adam...
Sonradan başından geçen, usa sığmaz öyküleri dillere dolandı, bir keresinde kız düşünce ayağa kalkmasına yardımcı olmuş, üç beş laftan sonra, gözlerinin içine bakarak telefonunu istemişti kızcağızın, oda vermiş tabi, dünya yıkılacak değil ya, kısa bir süre sonra aramış da, kızda ne desin; hatırlayamadım!.. İlk hamlesi boşa gitmiş ama yazgısına yenilmemeye ant vermiş bu Karacaoğlan, maceralarla süslenen ataklarını sürdürmüş ve asmalı kahvede bekleyen hayranlarını hiç bekletmemiş ve hiç üzmemişti..
Arnavutköy'de ev tutmuş dediler bir zaman sonra, sahil yolunda slalomlarını sürdürüyordu belli ki, yürüyüşe çıkan yalı kızlarıyla karşılaşmanın heyecanıyla, sabahın erinde sokaklara çıkıyor, sıcak kahveler içiyor, soylu kalabalıklara sokularak avını bekliyormuş. Hamleleri nedense hep yarım kalıyormuş, Emirgan'a, Bebek'e, Rumelihisarı'na olta atıyor, Baltalimanı'ndan grubu seyrederken, İstinye'de, Yeniköy'de volta atıp, yokuşlara kolan vuruyormuş.
Çabalamadan nasıl yaşanır, durduk yerde nasıl Karun olunur, Kleopatra'nın günah kapısından nasıl girilirin kitabını yazmak isteyen bu insan acaba, yanlış bir ülkede dünyaya gelmiş, bir Karın Deşen Jack, bir Don Juan ya da yankesicilikle geçinen bir Şarlotan olmasındı...
Hepimizin hayran olduğu, içten içe onun gibi olmak istediği, onun maceralarına özendiği bu adama ilişkin aldığımız son duyum, dünya turuna çıkmış olduğuydu. Kimden yayılıyor bu duyumlar diye hiç düşünmezdik, o bir efsaneydi ve yerin kulağı, göğün dili varmış gibi her gün bir şey duyuyorduk ondan ve hayıflanarak, bir özlemi yakalamak isteyen, onun gibi ulaşılmaz avuntuların yollarında, birbirine sokulup, yoksulluktan daha acı, can alıcı yoksunluğun kollarında, makus talihlerimizi paylaşırcasına birbirimize bakıyorduk hep.
Tayland'a gitmiş, Güney Afrika'ya geçmiş, Peru'ya uçmuş diye dumanlar uçuruluyordu arkasından, ama hiç bir zaman amacına ulaşmış, şunu bunu yapmış ya da bir evceğize kavuşmuş, bir kızcağıza güvey olmuş ya da bir fabrikanın önüne divan kurmuş diye kıvılcımlar çakmıyordu ardından ne yazık ki... Hep bir arayış, hep bir özlem, hep bir kavuşmanın umudu, hep bir bekleyişin yolculuğuydu sözü edilen şey...
Aradan yıllar geçti. Bir gün bir köşe başında bekleşirken görmüşler onu, bir süre sonrada yakalandığı amansız hastalığa dayanamayarak öldüğü şayiası yayıldı mahallede... Tam otuz beş yaşında. Yaklaşık on beş yıl süren masallarla dolu yaşamı, bir masal gibi bitti. Kırmızı başlıklı kız kurtların koluna girmiş, beyaz atlı prenste, kanatlı atıyla, bulutların üzerinde uçarak, gözden yitip gitmişti sanki....
Kimsesizlerin, gariplerin, hayat kumarbazlarının tek bahtı, denize bakan Kazlıçeşme mezarlığıdır. Onu yaşamında sevmiş olan, mahallemizin tek kadını, platonik aşkının her bahar, taşsız topraksız kabrine gelir, ağaçların çiçekli dallarının 'Kayak Takımı'nı sarıp sarmalayışını, kollarına alışını izler ve onun tek utkusu olan, bu baharın müjdecisi ağaçlar altında, doğanın bu şaşılası tansığını kutsayarak dualar eder ve bir gölge gibi mezarlığın kapısından çıkar giderdi.
Bir gün onun gerçekte çok duygulu, dürüst bir aşık olduğunu söyledi ve kendisi için yazdığı, karşılığı ölüm olan, tumturaklı bir şiiri verdi bana...
''Özlem Hanım'ın Şarkısıdır''
'Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı. / Ağlayacağım, / hep bir geçmişi yaşadım / burada / denizin derinliklerinde. / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana… / Ağlayacağım bir kez daha / şurada, yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / bir sevda elçisiydi / iyi zamanlarda. / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / ıraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp, / denizin sesi, / gürlese de göğsümde / dalgalar okşayıp yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık / ilk hayatlardaki ışığın peşinden. / Umarsız, köpükler içindeki / cansız başımı, / vurup dursa da su perileri / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…'
Ne denir... Biz ona hala imreniriz, kaç kişinin şu yaşamda bir öyküsü oldu ki, kaç kişinin ardından böyle konuşuldu ki...
Borges diyor ki; İnsan öldüğünde yaşamını sürdürür. Onun gerçek ölümü son kez anıldığı gündür!..
KAYAK TAKIMI
Herkes kısa yoldan varsıl oluyor, parayı buluyor, şöhret oluyor, ayağını yerden kesecek bir yordamı nasıl da buluyor diye hayıflanırdı. Gece gündüz hindiler gibi düşünür, evden haftalarca çıkmaz, projeler tasarlar, kurt deliklerinden geçerek kırk haramilerin mağarasına nasıl girileceğinin hesabını yapar, krokiler çizer, bacalardan inerek hayatı dolandırmanın, iskeleye bağlanan palamarı çözerek, bir gece yarısı, yelkenliyle dünyaya açılmanın kosinüslerine kafa yorar, ücretsiz, zahmetsiz, emeksiz düşleriyle bir sevgili arar, Helen lirizmini taklit ederek aftos diye bağırır, içli, gözyaşını çağırır şiirleriyle gökte devinen ayı uğurlar, günlerin güneşine el sallayarak aylarını, yıllarını savururdu ruh kafesinden.
Gençliğinin baharında, yirmili yaşlarında gelmişti İstanbul'a, Kocamustafapaşa'daki asmalı kıraathanede kağıt oynayanları izler, dördüncüyü bulamazlarsa, yedekliğe soyunur ve diğeri gelene kadar takımı tamamlar ve öğrencileri, oyuncuları, işsiz güçsüz kıvrananları, çalışanları kibirle süzer, acıyarak bakar ve nice çırpınmaların nasıl da boş bir çaba ve beyhude bir gayret olduğunu ima eden gözleriyle, çevresini süzerek, bir ayrıcalığın sahibiymişçesine, aylaklıktan kısılmış sesiyle kahkahalarla gülerdi.
Bir kin vardı iç dünyasında, belli bir birikimi de vardı belki de, bir mirasyedi miydi kim bilebilir, hiç para harcamaz ve yapacağı ölümcül hamlenin özlemiyle yanıp tutuşarak, şöminede çıtırtılar içinde düşlere dalacağı günü beklerdi. Uzaktan gözlüyordum onu, enteresan insandı, garip diyebiliriz ve meşum biriydi, özgüveni yüksek, alabildiğine tuhaf bir düşler cambazıydı belki de o... Yalıçapkını bir Frankeştayn, yolkesen, gönül yakan, bir çoban aldatan kuşuydu o aramızda, hiçbirimiz onunki gibi bir düşlerin insanı değildik, üç beş kuruş parayla okuyor, kimimiz çalışıyor, olmadık düşlere kapılmak şöyle dursun, sağ ve sıhhatte yaşayabilmek için dua ediyorduk belki de.
Düşlerini dumanlarla tütsüyor, alkollerle süslüyordu o, karınca kararınca eğlenir, yalnızlığını paylaşıp, işini bilir derlerdi onun için. Bir keresinde duman yalnızca Kızılderililere yarar demiştim, güldü, sevecen adamdı ve herkesle iyi geçinirdi, gerçekte biz ondan huylanıyor olsak bile, gene de yalnız kumara tövbeliyim ben demişti, öç alır gibi bakarak, kumar kağıtla olmaz, hayatla olur!..
Bir gün ortadan kayboldu, bir kayak takımı almış, Olimpos dağına giderek düşlerinin tarlasında, karlar içinde, büyük hayallerini işleme koymaya başlamış o dediler. Bir zamanlar başkent olan Burisa'nın Uludağ'ında... Orada şöyle düşünüyordu eminim, bir ahu gözlü kızla karşılaşacak, birbirlerine aşık olacak, kız ona yalvarıp yakaracak ve belki de babasının sayılmasız paralarla dolu iş dünyasına hükümdar olacaktı. Ayhan Işık, Belgin Doruk / İzzet Günay, Sema Özcan filmlerini çok mu izlemişti acaba, gözlerini bilerek kör etmesindi bu adam...
Sonradan başından geçen, usa sığmaz öyküleri dillere dolandı, bir keresinde kız düşünce ayağa kalkmasına yardımcı olmuş, üç beş laftan sonra, gözlerinin içine bakarak telefonunu istemişti kızcağızın, oda vermiş tabi, dünya yıkılacak değil ya, kısa bir süre sonra aramış da, kızda ne desin; hatırlayamadım!.. İlk hamlesi boşa gitmiş ama yazgısına yenilmemeye ant vermiş bu Karacaoğlan, maceralarla süslenen ataklarını sürdürmüş ve asmalı kahvede bekleyen hayranlarını hiç bekletmemiş ve hiç üzmemişti..
Arnavutköy'de ev tutmuş dediler bir zaman sonra, sahil yolunda slalomlarını sürdürüyordu belli ki, yürüyüşe çıkan yalı kızlarıyla karşılaşmanın heyecanıyla, sabahın erinde sokaklara çıkıyor, sıcak kahveler içiyor, soylu kalabalıklara sokularak avını bekliyormuş. Hamleleri nedense hep yarım kalıyormuş, Emirgan'a, Bebek'e, Rumelihisarı'na olta atıyor, Baltalimanı'ndan grubu seyrederken, İstinye'de, Yeniköy'de volta atıp, yokuşlara kolan vuruyormuş.
Çabalamadan nasıl yaşanır, durduk yerde nasıl Karun olunur, Kleopatra'nın günah kapısından nasıl girilirin kitabını yazmak isteyen bu insan acaba, yanlış bir ülkede dünyaya gelmiş, bir Karın Deşen Jack, bir Don Juan ya da yankesicilikle geçinen bir Şarlotan olmasındı...
Hepimizin hayran olduğu, içten içe onun gibi olmak istediği, onun maceralarına özendiği bu adama ilişkin aldığımız son duyum, dünya turuna çıkmış olduğuydu. Kimden yayılıyor bu duyumlar diye hiç düşünmezdik, o bir efsaneydi ve yerin kulağı, göğün dili varmış gibi her gün bir şey duyuyorduk ondan ve hayıflanarak, bir özlemi yakalamak isteyen, onun gibi ulaşılmaz avuntuların yollarında, birbirine sokulup, yoksulluktan daha acı, can alıcı yoksunluğun kollarında, makus talihlerimizi paylaşırcasına birbirimize bakıyorduk hep.
Tayland'a gitmiş, Güney Afrika'ya geçmiş, Peru'ya uçmuş diye dumanlar uçuruluyordu arkasından, ama hiç bir zaman amacına ulaşmış, şunu bunu yapmış ya da bir evceğize kavuşmuş, bir kızcağıza güvey olmuş ya da bir fabrikanın önüne divan kurmuş diye kıvılcımlar çakmıyordu ardından ne yazık ki... Hep bir arayış, hep bir özlem, hep bir kavuşmanın umudu, hep bir bekleyişin yolculuğuydu sözü edilen şey...
Aradan yıllar geçti. Bir gün bir köşe başında bekleşirken görmüşler onu, bir süre sonrada yakalandığı amansız hastalığa dayanamayarak öldüğü şayiası yayıldı mahallede... Tam otuz beş yaşında. Yaklaşık on beş yıl süren masallarla dolu yaşamı, bir masal gibi bitti. Kırmızı başlıklı kız kurtların koluna girmiş, beyaz atlı prenste, kanatlı atıyla, bulutların üzerinde uçarak, gözden yitip gitmişti sanki....
Kimsesizlerin, gariplerin, hayat kumarbazlarının tek bahtı, denize bakan Kazlıçeşme mezarlığıdır. Onu yaşamında sevmiş olan, mahallemizin tek kadını, platonik aşkının her bahar, taşsız topraksız kabrine gelir, ağaçların çiçekli dallarının 'Kayak Takımı'nı sarıp sarmalayışını, kollarına alışını izler ve onun tek utkusu olan, bu baharın müjdecisi ağaçlar altında, doğanın bu şaşılası tansığını kutsayarak dualar eder ve bir gölge gibi mezarlığın kapısından çıkar giderdi.
Bir gün onun gerçekte çok duygulu, dürüst bir aşık olduğunu söyledi ve kendisi için yazdığı, karşılığı ölüm olan, tumturaklı bir şiiri verdi bana...
''Özlem Hanım'ın Şarkısıdır''
'Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı. / Ağlayacağım, / hep bir geçmişi yaşadım / burada / denizin derinliklerinde. / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana… / Ağlayacağım bir kez daha / şurada, yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / bir sevda elçisiydi / iyi zamanlarda. / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / ıraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp, / denizin sesi, / gürlese de göğsümde / dalgalar okşayıp yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık / ilk hayatlardaki ışığın peşinden. / Umarsız, köpükler içindeki / cansız başımı, / vurup dursa da su perileri / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…'
Ne denir... Biz ona hala imreniriz, kaç kişinin şu yaşamda bir öyküsü oldu ki, kaç kişinin ardından böyle konuşuldu ki...
Borges diyor ki; İnsan öldüğünde yaşamını sürdürür. Onun gerçek ölümü son kez anıldığı gündür!..
KAYAK TAKIMI
Herkes kısa yoldan varsıl oluyor, parayı buluyor, şöhret oluyor, ayağını yerden kesecek bir yordamı nasıl da buluyor diye hayıflanırdı. Gece gündüz hindiler gibi düşünür, evden haftalarca çıkmaz, projeler tasarlar, kurt deliklerinden geçerek kırk haramilerin mağarasına nasıl girileceğinin hesabını yapar, krokiler çizer, bacalardan inerek hayatı dolandırmanın, iskeleye bağlanan palamarı çözerek, bir gece yarısı, yelkenliyle dünyaya açılmanın kosinüslerine kafa yorar, ücretsiz, zahmetsiz, emeksiz düşleriyle bir sevgili arar, Helen lirizmini taklit ederek aftos diye bağırır, içli, gözyaşını çağırır şiirleriyle gökte devinen ayı uğurlar, günlerin güneşine el sallayarak aylarını, yıllarını savururdu ruh kafesinden.
Gençliğinin baharında, yirmili yaşlarında gelmişti İstanbul'a, Kocamustafapaşa'daki asmalı kıraathanede kağıt oynayanları izler, dördüncüyü bulamazlarsa, yedekliğe soyunur ve diğeri gelene kadar takımı tamamlar ve öğrencileri, oyuncuları, işsiz güçsüz kıvrananları, çalışanları kibirle süzer, acıyarak bakar ve nice çırpınmaların nasıl da boş bir çaba ve beyhude bir gayret olduğunu ima eden gözleriyle, çevresini süzerek, bir ayrıcalığın sahibiymişçesine, aylaklıktan kısılmış sesiyle kahkahalarla gülerdi.
Bir kin vardı iç dünyasında, belli bir birikimi de vardı belki de, bir mirasyedi miydi kim bilebilir, hiç para harcamaz ve yapacağı ölümcül hamlenin özlemiyle yanıp tutuşarak, şöminede çıtırtılar içinde düşlere dalacağı günü beklerdi. Uzaktan gözlüyordum onu, enteresan insandı, garip diyebiliriz ve meşum biriydi, özgüveni yüksek, alabildiğine tuhaf bir düşler cambazıydı belki de o... Yalıçapkını bir Frankeştayn, yolkesen, gönül yakan, bir çoban aldatan kuşuydu o aramızda, hiçbirimiz onunki gibi bir düşlerin insanı değildik, üç beş kuruş parayla okuyor, kimimiz çalışıyor, olmadık düşlere kapılmak şöyle dursun, sağ ve sıhhatte yaşayabilmek için dua ediyorduk belki de.
Düşlerini dumanlarla tütsüyor, alkollerle süslüyordu o, karınca kararınca eğlenir, yalnızlığını paylaşıp, işini bilir derlerdi onun için. Bir keresinde duman yalnızca Kızılderililere yarar demiştim, güldü, sevecen adamdı ve herkesle iyi geçinirdi, gerçekte biz ondan huylanıyor olsak bile, gene de yalnız kumara tövbeliyim ben demişti, öç alır gibi bakarak, kumar kağıtla olmaz, hayatla olur!..
Bir gün ortadan kayboldu, bir kayak takımı almış, Olimpos dağına giderek düşlerinin tarlasında, karlar içinde, büyük hayallerini işleme koymaya başlamış o dediler. Bir zamanlar başkent olan Burisa'nın Uludağ'ında... Orada şöyle düşünüyordu eminim, bir ahu gözlü kızla karşılaşacak, birbirlerine aşık olacak, kız ona yalvarıp yakaracak ve belki de babasının sayılmasız paralarla dolu iş dünyasına hükümdar olacaktı. Ayhan Işık, Belgin Doruk / İzzet Günay, Sema Özcan filmlerini çok mu izlemişti acaba, gözlerini bilerek kör etmesindi bu adam...
Sonradan başından geçen, usa sığmaz öyküleri dillere dolandı, bir keresinde kız düşünce ayağa kalkmasına yardımcı olmuş, üç beş laftan sonra, gözlerinin içine bakarak telefonunu istemişti kızcağızın, oda vermiş tabi, dünya yıkılacak değil ya, kısa bir süre sonra aramış da, kızda ne desin; hatırlayamadım!.. İlk hamlesi boşa gitmiş ama yazgısına yenilmemeye ant vermiş bu Karacaoğlan, maceralarla süslenen ataklarını sürdürmüş ve asmalı kahvede bekleyen hayranlarını hiç bekletmemiş ve hiç üzmemişti..
Arnavutköy'de ev tutmuş dediler bir zaman sonra, sahil yolunda slalomlarını sürdürüyordu belli ki, yürüyüşe çıkan yalı kızlarıyla karşılaşmanın heyecanıyla, sabahın erinde sokaklara çıkıyor, sıcak kahveler içiyor, soylu kalabalıklara sokularak avını bekliyormuş. Hamleleri nedense hep yarım kalıyormuş, Emirgan'a, Bebek'e, Rumelihisarı'na olta atıyor, Baltalimanı'ndan grubu seyrederken, İstinye'de, Yeniköy'de volta atıp, yokuşlara kolan vuruyormuş.
Çabalamadan nasıl yaşanır, durduk yerde nasıl Karun olunur, Kleopatra'nın günah kapısından nasıl girilirin kitabını yazmak isteyen bu insan acaba, yanlış bir ülkede dünyaya gelmiş, bir Karın Deşen Jack, bir Don Juan ya da yankesicilikle geçinen bir Şarlotan olmasındı...
Hepimizin hayran olduğu, içten içe onun gibi olmak istediği, onun maceralarına özendiği bu adama ilişkin aldığımız son duyum, dünya turuna çıkmış olduğuydu. Kimden yayılıyor bu duyumlar diye hiç düşünmezdik, o bir efsaneydi ve yerin kulağı, göğün dili varmış gibi her gün bir şey duyuyorduk ondan ve hayıflanarak, bir özlemi yakalamak isteyen, onun gibi ulaşılmaz avuntuların yollarında, birbirine sokulup, yoksulluktan daha acı, can alıcı yoksunluğun kollarında, makus talihlerimizi paylaşırcasına birbirimize bakıyorduk hep.
Tayland'a gitmiş, Güney Afrika'ya geçmiş, Peru'ya uçmuş diye dumanlar uçuruluyordu arkasından, ama hiç bir zaman amacına ulaşmış, şunu bunu yapmış ya da bir evceğize kavuşmuş, bir kızcağıza güvey olmuş ya da bir fabrikanın önüne divan kurmuş diye kıvılcımlar çakmıyordu ardından ne yazık ki... Hep bir arayış, hep bir özlem, hep bir kavuşmanın umudu, hep bir bekleyişin yolculuğuydu sözü edilen şey...
Aradan yıllar geçti. Bir gün bir köşe başında bekleşirken görmüşler onu, bir süre sonrada yakalandığı amansız hastalığa dayanamayarak öldüğü şayiası yayıldı mahallede... Tam otuz beş yaşında. Yaklaşık on beş yıl süren masallarla dolu yaşamı, bir masal gibi bitti. Kırmızı başlıklı kız kurtların koluna girmiş, beyaz atlı prenste, kanatlı atıyla, bulutların üzerinde uçarak, gözden yitip gitmişti sanki....
Kimsesizlerin, gariplerin, hayat kumarbazlarının tek bahtı, denize bakan Kazlıçeşme mezarlığıdır. Onu yaşamında sevmiş olan, mahallemizin tek kadını, platonik aşkının her bahar, taşsız topraksız kabrine gelir, ağaçların çiçekli dallarının 'Kayak Takımı'nı sarıp sarmalayışını, kollarına alışını izler ve onun tek utkusu olan, bu baharın müjdecisi ağaçlar altında, doğanın bu şaşılası tansığını kutsayarak dualar eder ve bir gölge gibi mezarlığın kapısından çıkar giderdi.
Bir gün onun gerçekte çok duygulu, dürüst bir aşık olduğunu söyledi ve kendisi için yazdığı, karşılığı ölüm olan, tumturaklı bir şiiri verdi bana...
''Özlem Hanım'ın Şarkısıdır''
'Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı. / Ağlayacağım, / hep bir geçmişi yaşadım / burada / denizin derinliklerinde. / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana… / Ağlayacağım bir kez daha / şurada, yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / bir sevda elçisiydi / iyi zamanlarda. / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / ıraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp, / denizin sesi, / gürlese de göğsümde / dalgalar okşayıp yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık / ilk hayatlardaki ışığın peşinden. / Umarsız, köpükler içindeki / cansız başımı, / vurup dursa da su perileri / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…'
Ne denir... Biz ona hala imreniriz, kaç kişinin şu yaşamda bir öyküsü oldu ki, kaç kişinin ardından böyle konuşuldu ki...
Borges diyor ki; İnsan öldüğünde yaşamını sürdürür. Onun gerçek ölümü son kez anıldığı gündür!..