29 Mayıs 2018 Salı

HARMS

 
Gustav Meyrink... İkinci paylaşım savaşının destroyer adlarından biri gibi sanki, Goben ve Breslau gibi, o birinciydi demeyin, olsun!.. Kruvazör adı gibi zaten fark eder mi... Öngörülerimizin tümü yanıltıcıdır ne yazık ki.
Gustav Meyrink'in Golem diye bir kitabı varmış, merak ettim, Golem biraz Musevi noktürnlerini çağrıştırıyor, okuyacağım o kitabı, ama sanal ağlar yüzyılında, onu bırakın galaktik çağlara yaklaştıkça, işi zorlaşıyor insanlığın, örneğin yoldaşlarım, tüm faturaları ödediğiniz halde, bir mail geliyor sizlere, faturalarınızı ödemezseniz, yaşamınıza son verilecek gibi!..
Treblinkacılar ödedim diyorsunuz, ekranda gözükmüyor ama, nereye çekersen oraya gider gibi bir mottoyla yanıtlıyorlar sizi, alındıları, kurdelalı fişçikleri getireyim diyorsunuz, binlerce fatura arasından, birbirini tutmayan, algoritmalarla süslü rakamsal labirentleri, Escher, Mobius döngüsü gibi şeyleri, sizin puantiye liginize uyduramıyorlar bir türlü ve işleriniz ters gitmek şöyle dursun, hücreye kapatmak gibi nazik şeylerle tehdit ediyorlar artık sizi ve astarı yüzünden pahalı borçları ödemenin daha ehven olduğunu görüp, gururla kredi kartınızın şifresini basarak, göklere doğru şahlanan bir edayla ödüyorsunuz biriktirdiğiniz hayati tehditleri!..
Dünyaya taksit ve fatura ödemekle geldiniz ey kullarım, cennet ve cehennem onların bonusları!..
Bitmedi ödeyemezseniz eğer, ömrünüze yayalım borçları gibi sevecenlik dolu bir öneride bulunuyorlar, bu görünmez ejderha ve sanalitik tanrılar!.. Yaşamınız yıllarca yıllar kadar yıl süren taksitler ve minicik borçlarla sürüp giden bir kölelik cumhuriyetinin, bayrak sallamalarıyla tükenip gidiyor artık, mutlusunuz çünkü elle gelen düğün bayram, hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için değil mi yani!..
Sonuçta, kaldırımlarda yürüyen paryaların sırtında Matrix fabrikalarında üretilen hangi marka otomat cihazı, ne renk kumanda var diye göz atarak dolaşıp duruyorum artık sokaklarda.
İnanın ben kendime değil onlara acıyorum, çünkü o kadar fütursuz ve vurdumduymaz ki onlar, bütün yoksulluk ve yoksunluklarına karşın, bu hoplit takımı ve çift gözlü primatlar, örneğin yeni seçilecek president ve onun ayakçısı general elektrikçilerine, bağışta bulunalım diye birbirinin kasığını kaşıyorlar, -şakacıdır bu yaratıklar- nasıl yani diyorum onlara, ya diyorlar gözümün içine baka baka, kölelik ücretlerine yapılan son zammı -minicik bir mango parası!-, aylardır ekranın köşesinde endam eyleyen hesap numarasına havale edelim diyorlar, yahu diyorum canım feda ama, hesap numarasını yanlış girmişsiniz, tuşlarınız f klavyeymiş gibi numaralarla bağış yapmadığınızı ileri sürerek bizi döviz kuru üzerinden icraya vererek, perül perişan edip, alenen borçlandırarak ikinci kez almasınlar -riali- diyorum, o kadar da değil Zübeyde, sen taş devrinde yaşamışsın reenkarne olduğun devirlerde deyip, hiç tınmıyorlar, dalgalar yayıp, duman tüttürüyorlar benimle!..
Öldürmeyen rabbin seni güçlendirir kız diyorlar, oğlanım ben diyorum onlara aaa uzatma ne fark eder diyorlar, hangi devirde yaşıyorsun sen diyerek... Ama öyle deseniz de rabbim değil Nietzsche öldü işte diyorum ama, yine de acımıyor acınasılar, hep üste çıkıyorlar!..
Efendim yeni zamlar kapıdaymış, kölelik ücretleri öyle artacakmış ki tüm açıklarımızı kapatacakmışız, buna benzer milyonlarca katakulliyle geçiyor hayatımız, ben umudumu çoktan kestim hayattan, lafı uzatmayayım, bu zamazingalardan çıkardığım sonuç şu; Bu internet ağlarının esaretinde, bana aşık oldukları için yükseltilen gigabayt çağlarında, daha doğrusu galaktik ve yıldızlararası yaşama doğru sürüklenen bu Adem ve Havva klanıyla, envaı çeşit primatlardan, etsel üretim, kitlesel kölelik çağlarından el alan yaşamımız, korkunç derecede mağaratik aslında, taş devrinden, mastodonlar döneminden, çok daha geriye doğru akıp gidiyor, olağan dışı bir dehşetin gölgesinde sürüklenerek, rögar kapaklarına, lağım kuyularına doğru yol almaktayız dostlarım.
Şunu söylemek isterim ki, çağdaşlık, somut verilerle değil, soyut verilerle ölçülebilir ancak, yaşam cismani değil ruhani bir görüngüyle karşılaştırılabilir, bloody mary içtiğinde değil, kruvasan yediğinde değil, gülümsediğinde ölçebiliriz insanın krematoryum tehditlerine olan direncini...
Topluca bir kölelik ve görünmez primatlar gibi, prangaların yön belirlediği, tüm kitlelerin Pavlov'un köpeği gibi, hep birlikte havladığı, hep birlikte tepki verdiği çağlara doğru gidiyoruz. Tüm insanlığın köle olduğu ve ekrandan gelen işaretlerle devinip, evrenik yönergelere harfiyen uyan bir ilkel hominid çağlarına doğru sürükleniyoruz.
Artık kapımızın çalınarak, ellerimize arkadan kelepçe vurularak bir yerlere götürülmemiz, faili meçhul olma çağlarımız kapandı. Her şey olduğumuz yerde olup bitiyor. HOMOHOME zaten bir köle, zincir gereksiz artık, bak tuşa bastım, yok oldun işte!.. Sürüden ayrılanı kurt kapar, kölelik senin için bir ayrıcalıktı, zavallı hayvan bir türlü anlayamadı!..
İşte homohome için yazılan ağıt, bizim son marşımız işte bu...
''Smyrna dağlarında çiçekler açar / çip bileşenleri şip para yapar / bak ışık öttürüyor biri aşağıda / pencereden bak ve gözünü kapa / sokak radyasyonla yıkanacak akşam / ışık öttüren adam hey / çok komiksin sen ama / oturduğun kanepeden mantarları topla / onu bana inandır / her şey ya tanrıdan ya aptallıktandır / öptüm seni civanım / ya ya ya / sey sey sey / şa şa şa!..
Cebinden bir kurbağa çıkar / ah kilide soksana / vulvayı sabitle ama / sincap pişirmeyi unutma / gökyüzü camdan / geliyor amcan / bak yağmur yağıyor çanaklara / TO KYO / KYO TO / Michel şapeli boya / hor horoz içeri gir / ötüp durma boşuna / her şey dumandan işte / tavuk gagalıyor pijamanı / bak expromt spontane / balığın güldü mü Hindi bey / turna yemişlerin masada / guguk kuşu kursağı odada / açar gibi yap ağzını / bütün şehir şiir yazacak bugün / iyi aç ama / püskürtecekler ağzına / ooo üüü eee / uuu iii ööö
Küçük sakalın bülbüle benziyor senin / yemek borun yanıyor / bakır bakışlı mıhçıktım benim / Canopusum aşkım benim / kedi kulaklım / biri yaya Rusyalara gitmiş / biri ayakkabısını yemiş / taş günah işler mi demiş biri / uvertür paşa sormuş fuhuşu / dağ yerinden oynamamış / kedi örgüsünü bitirmiş / fare ağustos bugün mü demiş / Galyalı tükürmüş mendiline / bak karyoladan düş / bulut ne güzel / elim üşüdü ne çok sevindim / kız içine gir çok sıcak / ne güzel yaşıyoruz bak / Smyrna dağlarında çiçekler açar / ah ah ah / hoş hoş hoş / hav hav hav!..''
Alo Bay E, söz konusu işlem yapıldı, thanks, onları sakinleştirecek bundan daha iyi bir metin olamazdı!..

24 Mayıs 2018 Perşembe

RÜZGÂR ODASI

 




Yazarlığa heveslenen gönüllerin derdi bitmez, yazın üreterlerinin tasası, kaygısı, kompleksi öyle çoktur ki, şimdi şu an, kaygıyla, tasa aynı anlama geliyor, acaba hata mı ettim diye gününü zehir eder artık kendine, genelde çalar yazar, çalmak meşrudur edebiyatta, sevaptır hatta, ama çalmanın ne olduğunu bilmeyenler onu haramilikle karıştırır, buradaki çalma Robin Hoodluk gibidir, Koçeroluk yani, çalacaksın ve yoksullara, yoksunlara, düşmüş ve tükenmişlere meccani dağıtarak, keyiflerine keder, umutlarına ışık, yaşamlarına bir teselli ve moral yasemeni olacaksın. Edebiyat zaten bir öncekini -çağdaşlarını- ve yazılan her bir şeyi okumaktır olabildiğince, sonra harmanlayıp, gül ağacı dikerek en kısa zamanda açıp, kokular yaymasını sağlayacaksın olan bitenin. Konu uzun mutfağı anlatarak salona giremezsin yaşamda...
Benim kompleksim çoktur bu konuda, bilim kurgu öyküsü yok bizim, nasıl olur yazayım da görsünler, acaba şiiri de olur mu, dur bir deneyeyim, şu yazar çok usta, onun gibi yazmaya çalışsam bir gediği kapatır mıyım acaba, felsefe yok biz de, aman bunların hepsi bizi aşağılama amaçlı, bu kuşağın canına ot tıkamışlar, ben onların kurtarıcılığına soyunayım, ilk gördüğüm canlı, canım sen önce kendini kurtar dese bile!..
Hep yapamadığımı, yapılmayanı yapmak istemişimdir bu cavalacicoz işte, korku öyküsü hala yazamadım, yahu kağıttan korkar mı insan, göz gezdirdiği harflerden korkan zaten hastadır, korkması yazıdan değil diye düşünürüm, ama öyle değil, boş oda da öykü okurken hızla ışığı söndürerek yorganın altına girdiği mi bilirim ben, orası daha korkunç diyenler olabilir, hayır korkunun türleri var, yorganın altı sıcak, elimle elimi tutar, korkma yaşıyorsun bak, soluk alıp, bak kimse yok çevrede, bambaşka düşlere dalıp, yaşam cennetsi bir şey, işte yemediğimi yiyorum, sevdiğimle baş başayım ne tepegöz var tepede, ne yılan çıyan geziniyor yerde diye düşünebilirim doğallıkla... Her şeyde olduğu gibi korku da bir periyottur, aksı değiştirirseniz, düş ya da kâbus bitebilir!.. Korkunun somut olanı insanın kendisinden gerçekleşmez zaten, başka varlıkların neşesinden ya da ölüm severliğinden el alır!..
Neyse, edebiyat hayat gibi değildir, en iyisini yine de siz bilirsiniz, neyin ne olduğuna dair!... Dedim ya bir korku öyküsü yazmak isterim ben, önce bir ad bulmalıyım, Korku Odası olur mu, olur ama edebiyat bilineni yinelemekse iş değildir kanımca, öyleyse başka bir şey olmalı, Rüzgâr Odası olsa, çok daha iyi, çünkü, belirsiz bir şey bu, ne demek yani, onun için iyi bence, Rüzgâr Odası, bilim kurgu ve yaratılış günlerini çağrıştırıyor, bir taşla dört kuş filan vuruyor, adı bu olmalı iyi...
Şimdi, girişe gelelim, giriş bu işte, olur mu olur, öyleyse sürdüreyim, bakın çalıntı bir tümceyi monte ederek başlayalım, sürdürelim daha doğrusu; Tren homurdandı... Mavi sıcak dumanlar püskürterek uçsuz bucaksız ovada bir sevinç kasırgası gibi uçtu... Bu nasıl korku yahu demeyin çünkü, trende iki aşık vardı ve tren göklere doğru yüzünü çevirdiğinde, bir el uzandı trene ve Azrail mi, ifrit miydi bilemem, ölüm tanrısıdır belki de, çelik bir pençe gibi o iki aşığı çekip aldı ve iç organları bulutların içinde solgun bir duman gibi yayıldı iki talihsizin, çığlık atmaya bile fırsat bulamadılar.
Kanları yağmur olup yağdı göklerden, hatta Buenos Aires'te birinin, nasıl oluyor da kırmızı yağmur yağıyor diye meraklanıp, onu içtiği ve artık bir zombi olarak yaşamına devam edip, geceleri vampir gibi ortaya çıkarak alışkanlığını sürdürdüğü söylenir. Onu bırakın Alacahöyük'te -Çorum mu, Çankırı civarı mıydı bu yer yahu, kırmızı yağmuru içen başka bir kişinin, ölümsüzlüğe kavuştuğu için kanını pazarladığı rivayet edilir, ölmek istemeyen başka insanların biricik emeline derman olabilmek için.
Ölümsüzlüğe kavuşmanın nedeni kırmızı yağmur değilmiş ama, aslında bu yağmur suyunu içersek ölümsüzlüğe kavuşacağız diye inanırmış insanlar, gerçekten inanan biri bu dünyada amacına ulaşırmış, gerçekten inanmanın, sırrınıysa kimse bilmiyor!.. Ama üç yüz yıl sonra onlar da ölmüş, bir mağarada bulmuşlar ölülerini, öleceklerini anlayınca utançlarından mağaraya sığındılar diyor çevre halkı, bazıları da ölen onlar değil, karı koca iki çoban filan diyor, ama ölmedilerse neredeler diye basit bir karşılığı var bunun. Amerika'ya göçmüşlerdir demiş biri ama ben inanmadım, çünkü her zaman bir düşüncenin aksi bir düşünce üretilebilir bu dünyada, yalan ve doğru aynı şeydir gerçekte, ama bu bir yarar sağlamaz insanlara, para kazanmayı düşünmeyen biri, ağzıyla kuş tutsa bile bunu beceremez, öncelikle ifrat ve hınçla varsıl biri olacağım ben diye düşünmesi gerekir, düşüncesini yapılandırmadan ne bir düş görülür bu arafta, ne de suya girilir. İnanç bu nedenle önemlidir, bir motordur o!..
Ölümün olduğu yerde düşünce yoktur ama!.. Biz insanlar, insanlık yani, düşündüğümüzü varsayan ve çan sesi çıkarıp, zil çalınca oynayan yaratıklarız, kuşkulanmayın hemen canım, hiç korkmadınız baştan beri ve benimle alay ediyorsunuz ha, iyi düşünün, tarih boyunca düşünemedi insanoğlu, düşünce nedir onu bile bilmiyoruz hala, bu yüzden ne günaha girmiştir bu yaratık daha, ne de üç kuruşluk bir iyiliği dokunmuştur yaşadığı dünyaya, bir deneyimlemedir o, bir denek daha doğrusu, kobay yani, tanrının tasarımları filan diyende var, dur ısırma ama, dişlerin çok sağlam ve köpek dişlerin ne kadar keskin görüyor musun, git aynaya bak istersen, ha koridordaki aynaya bak, loş ışıkta iç organlarını görebilirsin ona bakarsan, aşağıya doğru, döne kıvrıla süzülen şeyin ne olduğunu bilebilecek misin bakalım, içinde hala o var senin, iki bacaklıya dönüştüren balçık, ağlama ama, biliyorsun korkutmak istiyorum ben seni...
Bakın, şarıbül leyli ven nehar, ebedi sarhoş demekmiş, bir adam varmış, bir gün Almanya'ya gitmiş, ama bir süre sonra bir duyum almış, şalvarı tezek kokan ve sattığı ıspanakların parasını, ayak parmacığını sayarak hesaplayan karısıyla ilgili, karısı hörgüçlü bir deve gibiymiş, son derece ürkütücü, adımları tren katarı gibi, baldırları paskalya çöreği gibi, yok besili kısrak gibiymiş, kuyruğu da beline kadar uzanıp, uyluğunu kapatıyormuş, uzaktan gören onu Kerberos ya da Minotaur gibi bir şey sanıyormuş, oda ahaliyi kırmaz bazen beygir gibi kişner ya da boğazlanan bir sığır gibi böğürürmüş gece yarılarında, işte adam Almanya'ya gittiği halde bu kişneme ve böğürmeler kesilmeyince, karın seni aldatıyor Çamurcu Muhtar Dayı'yla diye bir haber uçurmuşlar, adam sessizce dönmüş ve karısına yetmiş galon şarap içirip, ağzından laf almaya çalışmış, dev anası zerre kadar tınmamış, derken adam dönüyorum ben Germencik vilayetine, hadi hoşça kal demiş ama eve gece yarısı birden dönerek, gafilleri yakalamış, daha doğrusu karısı gene kişneyip böğürüyor, Muhtar Dayı'da iki ayağını kadananın sağrılarına vurarak dört nala gitsin atım da, ufukta nallarından kıvılcımlar saçan süvariler ya da kuyruklu yıldız sürülerinin içine girerek, yanıp sönen alev böcekleri sansınlar beni, yarıtanrı Muhtar Emmi'yi diye ter döküp debeleniyormuş yatakta...
Alman mültecisi kardeşimiz, her ademoğlu gibi Havva'da aramış kusuru ve Muhtar soba deliğinden bacaya geçerek, dama çıkmış ve kolayca kaçmış evden ve hiç umursamamış bile başına geleni, kılıbıklık deryası adamsa, karısıyla gene içmiş, ama bu kez sızana dek, yok hayır ama, karısı sızana dek ve işte korku, ürkü saatimiz şimdi geldi artık. Adam; dünyanın yarısından büyük olan, Isfahan gibi karısı, Ali Baba Kırk Haramiler meseli uyarınca uykuya dalınca, ne yapmış biliyor musunuz, karısının mahşer de bile teneşircilerin ilgisini çekip, içmeden sarhoş olmasına yol açan, ilahlara layık Mezomorto Yarığı'na şarap şişesini değil, evde bulunan Barthelmi Diaz'ı değil, Balthazar'ı da değil, çalı çırpıyı bile kesmeyen, işe yaramaz, kollarından uzun kör baltayı sokarak, altın gibi parıldayan dişlerinin arasından, Muhtar'la meze yaptıkları için; azgın derecede kişniş otu kokan mübarek ağzının ortasından, Priapos'un bindiği düldül gibi çıkarmış.
Karısı ölmeden önce, at gibi kişnemiş ve gözleri belerip, kızıl bir fener gibi yanmadan önce de, bir sığır gibi böğürmüş gene, hatta ayağa kalkıp, adama saldırmış dendiğine göre, ne olmuş sonuçta dersiniz, adamın kalbi heyecanına yenilmiş ve ölmüş ne yazık ki ve karısından öbür dünyada bile ayrı kalmamayı başarmış böylelikle, oysa bu adamcağızın ölüm nedeni, tanrı indinde, kendisi Almanya'da karısının işlediği günahların envaı çeşidiyle gönül eyleyip, Keramet Çubuğu ordan oraya cirit attığı halde, karısına bunu her iki cihanda da çok görmesiymiş, tanrının adaleti, sabrı, minneti ve mihneti vardır biliyorsunuz, o esirgeyen ve bağışlayandır ve de zaten Günah Cehennemi'dir bu dünya, dimyata giderken evdeki bulgurdan olursunuz, sıygayı anlayamaz, sınıfı geçemezsiniz bir hiç yüzünden ve başınıza gelenlerin reva gördüğü ruhani şiddet, öyle büyük yaralara yol açar ki, düş evinizde dahi, hiç bir zaman iflah olamazsınız kıyamete dek!..
Kuşun karnı taşla bile doyar ama insanın karnı düşünmeyi öğrenmeden, doymayı bilmez, hiç bir şey öğrenmese de, geviş getirir durur alçak gene de, Mojave'de de böyledir bu, Selcen ve Karahallı'da da...
Şöyle bir şey yazsaydık biz bu olayda ya da yazabilseydik keşke...
'Adam ve karısı tapınak kirişlerinin altındaki rüzgâr odasına girip, orada uçsuz bucaksız manzaraya daldılar ve gecede sevinç kasırgası gibi sevişerek, cennetin yeryüzünde olduğunun, yaşamın bir cennet provası olduğunun, arsızlıkla, doymazlıkla tadına vardılar.
Ve sonunda bir yaratılmışın, bütün uzuvları tümel olmuş, kusursuz bir varlığın doyumsuzlukları, ulaşılmazlıkla berkitilmiş, yüceltilmiş açlığının sınırları ne olabilir ki diye düşünerek, tan atımına vardılar ve altın sarısı ışığıyla güneş tanrısı, onları kollarına alarak, bir daha uyanmaksızın, sonsuz bir düş ülkesinin içlerine doğru kanat açtılar!..'
...
...gün gelip herkesin bacaksız bedenlerle yerlerde, ateşten duvarlara tutunmaya çalışarak sürüneceği...

23 Mayıs 2018 Çarşamba

DUA (Dilem)





Yaser fitir yasın eyler
Gizler odasın dua eyler
Çavdar ve arpadan kut almış
Bir çalaptan nisan eyler


Selamlar Mekke tanrısını
Altın ve gümüşten nisap
Meskali nedir söyler
Rikazı sarrafı aşar eyler


İlyas zilalin ikrar eyler
Hamd, şâki ve saidiyle
Can alan can sunan bilinir
Kapılardan sır eyler


Ey salât ve selam sahibi
Kadiri mutlak vaveyla
O gün Muhammed âline
Zikriyle hidayet eyler


Dağlardan inen İshak
İlim ve takva ile
Ashabına can eyler
Yaratılanı kul eyler


Deve ve koyun ile
Ak katır üstünde gel
Peçeyi yüzünden alır
Cemalini nur eyler


Nuh bakışın zar eyler
Ufuklarda mah ile
Tekbiri nida ile
Kalpleri iman eyler


Ümmü ona sevgi tut
Sadakayla ün eyler
Huzeyfe Kur'an okur
Cebrail sure eyler


Hakkın kadir kelâmı
Kalplere nasip eyler
Kenzü'l- Ummâl yakarır
İrfanı ilhan eyler


Hikmet incisin avuçla
Fenar eyler Rüşt eyler
Ey yinimin  mümini
Ledünni alim eyler


Sırça çanak gümüş kap
Komşun aç bizar eyler
Kösnü ve heva katli
Hüda eyler hû eyler


Berat hayrat hasenat
Fenalığı zul eyler
Koğucu gıybetten uzak
Hicretin seyran eyler


Rab onu şeyhi ekber
Sözünü kutsal eyler
Şah damarından yakın
Han eyler Yunus eyler


Fe men ya'mel miskâle
Zerratin hayran yerahu
Ve men ya'mel miskâle
Zerratin şerran yerahu

6 Mayıs 2018 Pazar

GİRDAP NEBULASI





Boynumuzda kuantum dolantıları, Garay sokağına çıkmıştık, asal nedeni bizim sonsuz tutsaklığımızın,  Santral Park'a varmadan, umarsızlıklar yığınıyız biz dedi Raven, avatarlar durmasız aldatıyor bizi, runik harflerle süslü vitraylara bakarken,   aynaları anımsıyoruz yüz yıllar öncesinin,  Hiksos diliyle konuşan kalmadı artık, yitik kuşaklar ne işe yarar tanrım, işte duvarda yazıyor Elam gelenekleri, bir derviş pöstekiye oturmuş bakınıyor, Hurri vezirler geziyor ırmak kıyısında, geçmişi canlandırıyorlar pampalarda, Eva Peron değil mi şu gelen, Antuvanet'le fısıldaşıyor, geyikler dinozorları kıskanıyor, ormanlarda mastodon da var; Pekin maymunu da, yıldız burçlarına doğru koşuyor atlar, hiç bir amaçları olmadı yüzyıllar boyu, iyi ki gem vurmuşuz onlara, hala koşturuyorlar, ne zaman düşünmeyi öğrenecekler, keçi başlı güneşimiz boş yere tanrımız oldu, uluyup duran av köpeklerimiz çekip gitti, hangi gezegende yaşıyorlardır şimdi, ah işte Tarkan'ımız geliyor, kan içici hükümdarımız, bin yıl önce yaptıkları değer miydi, şimdi anlamış gibi, Azrail'in çekinmeden koluna girmiş, kokuyor leş gibi, kavimler göçüyle oyalanmak, post kokusu yayıyor yalnızca;  demir tanrımız, tunçtan yalvaçlar geçiyor ardı sıra, acıyorum onlara, düşüşleri çok gülünç, çayırda dolaşmak şimdi veya Monte-Video sokaklarında, vahiyler ve ayetlerin modası geçeli; işsizm ideolojisi sardı bunları, geçen gün merdiven altında kitap okuyordu biri, erkin dünyaların özlemiyle yaşamak, Kaledonya'dan gelen göçmenlerin derdi var sanki, işte çığlık atan bebeğe bakıyorlar, insanlara prangalar vurmak özlemiyle tutuşuyor bunlar, kategorik ve sınıfsal düşünmekten kurtulamıyorlar, tanrı bizi böyle yaratmış diyorlar sorunca, adam tuvalet bekçiliğine dönüş yapalı kaç ışık yılı oldu ki, vahşi kombinasyonlar ürkütüyor yine kardeşlerimizi, titremle bekleşiyorlar o an, ama simulakr dünyalardayız artık, dileyen acı çekiyor, dileyen gülüyor; boşuna ne denli zaman geçirmişiz üçüncü gezegende, inleyip duran amiplerimiz bile yılgınlıktan ölüyor, buğdayın rengi paslı, arpa ambarlarımız dolu ve Pinokyalarımız Gepetto ustanın elinde tutsak, robotarlarımız ev hapsinde, magnetarlar devrim peşinde, anaforlar erk sahibi, polihidrosibütirat ağlıyor, lenfomalar çalışmıyor, yılancı yıldızları sönmek üzere, Kuzey Tacı solgun ve gökadamızın alışkanlıkları, bıkıp usanmadan yinelenip duruyor, uçurumlarda ki hurda yığınları, yılkı atları, tozlu kemikleriyle etçil gezegenin besin ambarı, hepsi geçip gittiler, kültür bombardımanı bile yüz yıllarca hüküm sürmüş bu iki ayaklılarda, uzakta kimyevi bolluklar cenneti kurdular artık, vahşetin cehennemlerine giriş serbest, cinnet ve canileri seçip alıyorsun metropollerden, meridyenimizin ceset atölyeleri, ölü kobaylarımız ve Sleepgarden; ağzına kadar dolu uyku bahçelerimiz mutluluklar saçıyor, bak her şeyden kuşkulanan şeytanımız geliyor, rezidansta kapıcı, şimdi yedinci kez evlenmenin peşinde, yazık geçmişine, yüklendiği sorumluluk yalnızca omurgasını eğmiş, sanat Dadamızsa, sanal datalarımız alıcı bekliyor, şiirler açık artırmada ve işte korkunç horultularla uyuyor kararlılık girdabımız, frontal lob, serebellum, öksüz yıldızlarımız, üvey  tanrımız, öğle sıcağında sanki bekleşiyorlar, peygamberler düş görüyor gölgelerde, meleklerimiz cüceleşmiş bakımsızlıktan, Lilith ve Havva son umudumuz diyenler, kan ve göz yaşı bizim alın yazımız diyenler, şimdi yıkıntılar arasında ilahinin sonesini dinliyorlar,  anayurdumuz, çöken putreller, çöp dağları, nükleer atıklar, ölü parsların gölgesinde, sözcük oyunlarına dönüşmüş, kulelere tırmanıyor işte kaplanlar, aldıran yok ki, pozitron emisyon tomografisi kül kedimizin, gülücükler atıyor, ölümsüzlük canını sıkmış, atarcalar düzensiz, kuark çadırları ıslak ve ölüm sever tenya ağlamakta, tümü şaka, tümü ironi, tümü can sıkıntısı Arthur, öglena öğleni bekliyor işte, solucanlar diyarı neden mutlu böyle, köstebekler koşuşuyor ve Sinderella kaçıyor mağarasına, bir daha ne zaman  ortaya çıkar acaba, torklar ve kraterlerimiz kindar oyunlar peşinde, izleyen yok ki, tiyatrolar boş,  seralar elementlerle kaplı, zevkten mineral içiyorlar, bakteri yiyorlar, usa durgunluk veren tatlar peşinde herkes, hidrojen ve helyum siloları küskün, beğenen yok ki sunumlarını, Saffron yapay yeti algoritması tüysüz canlılar üretmiş, görünmüyorlar, kaldırımda zevkle çarpıyorlar birbirine, hiç kimse yok ki Tarık, floralar kokusuz, flerovyum plazma, kliniklerde geziniyor sodyum kümeleri, partiküller cehennemi bekliyor sanki,  uranyum dağları göz dağı veriyor; nötron yığınlarına, yapay bilek güreşleri düzenliyorlar, moleküler pulsarlar kızgın, fisyon ve füzyonu çağırıyorlar, soykırımlar yaratsın evrenimiz diye, acaba ilgi çekebilirler mi, Raven; safir denizinden, Berkelyum ülkesine doğru yürü, büyülü nötron kıstağından geç, azık torban sırtında mı, Odysseus'un romanını bulduğunda, eski dünyaların formatını çal, dağlara kaç bence, kuzenimin gözdesi Kırk Haramiler yarığında saklan,  coşkuyla akıp duran Akheron'da bir kerecik sen de yıkan, Ölüler Ülkesi arkanda kalsın ve ötüp duran vahşi ve gelotolojik tanrımızı hınçla öp, şiddetle hiç bir ilgisi yok, barbar Ogenosson'a kurtulmalığını ver, şaşırır kavrayamaz ki, işsizm kurbanları ve özveri odalarına sakla gözyaşını, bu ermiş kim desinler, eski zamanları arayan bir derviş olduğunu söyle onlara, İzotop Krallığı'na, lantanitler ve yedi vulvalı kraliçemize, arzuladıkları ağıtı yak, boş boş baksınlar, orgazm nedir bilmiyor ki Berenice'in Melikesi, firavunlar, siborglar ve Sezarlar karşına çıkar çıkmaz sarıl, sakın bırakma, var mısınız benimle, var mısınız kan dökmeye, ejderha kakmalı yatağanlarla boyunlar uçurmaya, novatarlara Neptün kırsalını dar etmeye,  seninle devrime soyunacaklar mı ki, yıldız desenlerinin hangisinde girişecekler bu işe dersin, alkali plakası ve ay fabrikalarını uyandırmaya, ajitasyonlar ve simülasyonlarla eARTh denen, yaşam dolu çılgınlıkları, yeniden canlandırmaya, simetriler, ikizini arayan ruhlar, asimptot uçurumlarında, Victoria çağlarını özleyerek; sinoviyal sıvı içindeki tüm yaratıklarla el ele tutuşanlar ve coşkuyla kendisinden geçerek Çariçe Katerina'yla seviştiğini söyleyenler, aşk cinayeti işleyenler, sessiz bir tansımayla uluyarak, ayın batışını seyredenler, bir kuvözün içine girerek reenkarne olacağı günü bekleyenler, her şeyle, barbarlıkla, şiddetle, kanla güreşerek, şeytanla sevişip, tanrıya pey sürenler, kurgular novellasını açarak belki bininci kez okuyarak göz yaşı dökenler,  Satürn'ün erseliğini çağırıp, geleceği okutanlar,  iyi ki var adam, özlemlerini dindiriyor köpeksilerin,  Diyojen'i bilen var mı acaba aralarında, tümü soluk, tümü sinik oysa, tan ağarana dek konuşuyorlar, Girdap Nebulası'nda dertleri öyle aşkın ki, yüz yıllar boyunca kıpırdamayan var aralarında ve yeni tanrıları da öyle umursuz biri ki, el ele tutuşuyor onlarla,  başsız, tüm atlı karıncalarla; Kuzey Tacı'na doğru uçuruyor onları ve işte yeni ufkunuz diyor, utanmadan dolandırıyor ama, özlençleriyle alay ediyor açıkça, bir şiir okuyor kandırmak için onları, Madam Bovary bile geçenlerde kandırıyor bizi, evet yalnızca şiir okuyor, o bildik şiiri dedi!..

'Geçmiş Dünyalar'da Gün Batımı'

Sanki Songün'ün akşamı.
Cadde'nin sonunda; göklerde bir yara gibi açılıyor.
Uzaklarda güneş, bir parıltı, ruhların bir meleği gibi yanıyor?
Acımasız, bir kâbus gibi, tarazlanan uzaklıklar, bana doğru ağıyor.
Sarı altın oklarıyla, dur duraksız, kederler veriyor ufuk...
Yeryüzü yararsız bir şey gibi küçülüyor, -minicil bir nokta gibi-.
Gündüz hâlâ gökyüzündedir, ama gece gözlüyor, aldanışların, saflıkların içinden.
Bu dehşetle maviye-doyurulmuş duvarlar ve cıvıldaşan kızlar, ışıklar içinde yüzüyor.
Şimdi isteri dolu bir ağaç ya da bir tanrıyı, pas tutmuş kapıların aralığından, gösterebilen var mı?
Göz alabildiğine uzanan arazilerde: ülkeler, engin denizler, solgun yamaçlar; düzlüklerde...
Bugün oralarda hazineler vardı: sokaklar, haritaları görkemle adımlayanlar, şaşkınlık verici akşamlar...
Geri dönmek istiyorum ben; Buralardan uzakta, kendi umarsızlığıma!..