8 Mart 2018 Perşembe

İNGİLİZ POSTA ARABASI





İnanılır gibi değil, gecenin bir vaktinde, Thomas de Quincey'in kitabını okuyordum, yatakta... Yatakta kitap okunur mu demeyin, zararın neresinden dönerseniz kârdır, ben sessizliğin mukim olduğu her alanda kitap okuyabilirim, martılar çığlık çığlığa uçarken, değirmen dönerken, rüzgâr kapıları çalarken ve uğultuyla çitleri kar örterken okuyamam yalnızca...


Çünkü bu saydıklarım başlı başına kitaptır.


Kitabı yani İngiliz Posta Arabası'nı okurken uyumuş kalmışım, öyle demeyin çokça okumanın bildik halleridir bu, sol elim kitabı tutar vaziyette uyanmıştım, kitabın kapağı ipek yorganın bir ucuna yaslanmış ve elimde öylece kalmış. Yorgan vardı ama ipek yazıya neden girdi anlamadım.


Anlatmak istediğim bu değil ama, okurken kaldığım bölüme uykumda devam etmiş olmam, düş görüyordum ve ayniyle vaki biçimde yatakta kitabı okumayı sürdürüyordum. Çok edebi bir bölümdü, felsefi diyebilirdim sürüp giden sayfa, her uyku bir uyanışa açılır, ölüm uykusu bile, hangi kapıya açıldığını bilemeyişimiz, bir daha eski evlerimize ve rutin yaşamımıza dönemeyişimizdendir, diyesim ben öylesi bir düşde bu kitabı okumayı sürdürseydim, açılan o yeni kapıdan bir daha bu münzevi halime dönemeyeceğim için, hangi kapının açıldığını size söyleyemezdim, kapının açılmadığından değil...


Bu yüzden yaşam sonsuzdur ve bizler de ölümsüz birer ciniz, ama gittiğimiz yeri geçmişimize anlatamadığımızda, ölmüş gibi yapıyoruz, halbuki yalnızca başka yerdeyiz ve bir posta arabasıyla bile olan biteni ulaştıramıyoruzdur ne yazık ki, bir önceki istasyonda kalanlara.


Onlara acıyorum ben!..


Bir gün onlar geldiğinde, belki selamlaşarak hoşgeldin dediğimizde, nereye gittiğimizi öğrenecekler. Ama öğrenmeseler de olur, yaşarken bile unuttuğumuz, bir daha göremediğimiz candaşlar yok mu, Kutulamare'de kalmayı yeğleyen büyük teyzem, annemin iki büyükten babası Habip, Dresden'de yaşam süren üvey kızcağızımız, İllionis'in mavi göklerini seçen kuzenimin amcası -babam olmasın bu, akraba ve taallukat işlerini bir türlü kavrayamam ben- ve Orta Asya bozkırlarından göç etmediği ileri sürülen ilk atam bunların kanıtıdır. Benden evvelkilerin ve benim görmediğim sağdıçlarım sayıyorum onları.


Kitabın henüz başlangıç sayfalarında kalmıştım, düşlerimde okumayı sürdürmeden önce; 'Oxford'a girmemden yirmi yıl ya da daha uzun bir süre önce, o zamanlar Bath milletvekili olan Mr. Palmer, kuyruklu yıldızlardaki garip insanlara ne denli ucuz gelirse gelsin, küçük gezegenimiz Yeryüzü'nde başarılması çok güç iki şey yapmıştı: Posta arabalarını bulmuş ve bir dükün kızıyla evlenmişti. Bu nedenle de, sürat ve zamanlama gibi iki büyük savda, posta arabalarından hemen sonra gelen, Jupiter'in uydularını bulmuş (ya da keşfetmiş aynı şey), ama öte yandan bir dükün kızıyla evlenmemiş olan Galileo'dan iki kez daha büyük bir adamdı. Mr. Palmer'in örgütlediği biçimiyle bu posta arabaları, o günden sonra gördüğüm düşlerin allak bullak olmasında büyük bir payı olduğu için, benim tarafımdan kılı kırk yaran bir dikkate hak kazanmıştır; önce, o zamana kadar eşi görülmemiş hızdan dolayı -çünkü hareketin görkemini, şanını ilk kez onlar ortaya çıkarmıştır...'


Kitap çeşitli varyasyonlara girip çıkarak ve sonlara doğru bilinç akışı bir hızla okuruna serenad çekerek bitiyor. Etkileyici türden ve değişik bir kitap. Ama ben size benim düşlerimde okuduğum bölümden söz edeceğim, düşler gerçek yaşamda ulaşamadığımız ya da sıkıntısını çektiğimiz ve iç dünyalarımızda bir özlem ya da ukde gibi kalan şeylerin dışa vurumudur. Örneğin ben felsefeyi çok severim ama yapamam, okula gitmekten nefret ederim ama devamsızlığım yoktur, çünkü; hayatımın ona bağlı olduğunu bilirim. Bu yüzden gördüğüm düşlerde hep derslere girip çıkmış, okulu hiç bir zaman bitirememişimdir. Yıllarca bir düş gördüm ben, üniversitede, lise bölümü vardı ve hep orada derslere giriyordum ve kalırsam dört yıl boyunca üniversitenin bu -lise bölümünde-, korkma diyordum kendime, nasıl olsa bir lise diploman var senin, bitirdim ben bu liseyi lektörler dersin ve kurtulursun bu işkenceden, bu düşü hala görüyorum ve işkence sürüyor bilesiniz.


Bir de eski işyerlerime giderim ben düşlerimde, vaktiyle çalıştığım yerlere, oralarda yaşım gereği, işim bittiği ve artık postu ağarmış bir -aylıklı aylak- olduğum halde, çalışır dururum ve bir ücret vermedikleri için, hep söylemek isterim ki, artık bir ücret bağlayın bana, bu kadar karşılıksız çalışmak olmaz!.. Neden iç dünyama işlemiş bu okul ve iş yaşamım bir türlü anlayamam, çünkü her ikisi de çok zorlukla geçmiş şeyler değildi ama ruhevinde çok önem veriyormuşum demek bu mesel(e)lere!.. Bu dediklerim yazı değildir, hayat gibi gerçektir.


Bunun gibi felsefeye çok merak saldığım ve hep özendiğim için, İngiliz Posta Arabası'nı düşlerimde felsefi bir metin gibi okumuştum ben (nereden bileyim gerçekte de öyle bir cantı var gibi), yaşarken özlemini çektiğim okuma ve yazma biçiminin dramatik biçimde ortaya çıkışı işte, tıpkı iş ve okul yaşamının işkenceye dönüşür biçimde düşlerimden çıkmayışı gibi.


Ben düşümde okuduğum bölümün, biçimsel ve düşünsel yanlarını algılıyorum ama anımsayamıyorum, daha doğrusu anlatamıyorum, zorlu bir şey onu burada anıştırmak, ama kendime güceniyorum bu yüzden ve ilginç bulduğum içinde, o bölümü buraya aktarmak istiyorum, o düşün dışında bir düşsellikte bile olsa, ruhum hafiflesin, ağırlığım dinsin -çünkü düşlerim beni hep sıkıntı ve zorluklarla başbaşa bırakıyor- diye... Zamanım yok kendime, folklorik renklerle bezeli bir düğün kaşığından yutar gibiyse de, bir parça aktarayım işte...


'Posta arabalarının dingilleri ve atların koşumlarına dek; öyle ince ayrıntılarla süslenirdi ki bu arabalar, sanki içinde Wisconsin'e doğru giden haşmetmeapları varmış gibi ürkü verirdi, neden ürker insanlar bu tür tantanadan diye hep düşünmüşümdür, güç korkusu mu bu, güz/elliğin büyüsü anlaklarını tavaya çevirdiğinden mi, kendileri hiç bir zaman ponponlu çorap giyemediklerinden mi, özlemlerin birine kavuşsa, diğerinin başladığını bildiklerinden mi, yoksa bin yıllar öncesinden genlerine girmiş bir korkunun,  bilinmeyen bir ahval ve her belirsizlik karşısında  yine depreşmesinden mi... Yazık derdim bu insanlara, kırlarda kukuletaları, kürek ve kazmalarıyla yanlarından geçerken, onların hayranlık dolu ürkülerine hep şaşırmışımdır ve üzülmüşümdür tabi sonuçta bu hallerine ve de kendime, çünkü biliyordum ki bilincimin kıvrımlarında, karanlık dehlizlerinde ve düş evimin derinlerinde aynı korkular var.


Bir gün İskoçya'nın hırçın sahillerinden bir düşteymişçesine geçiyorduk, atlar burada yavaşlar ve denizle, posta arabasının uyum dolu-çatışkan görüntüsü tanrısal bir hava verir; kıyı kasabalarının izleyenlerine. Ortalık ıssızdı ama, birden bir yarın arkasına kıvrıldı yol, deniz solda uzanıyordu artık ve uzağımızda, bir kadın bir erkeği çekiştiriyordu, perdelerin arkasından izlemeye koyulduk ama onlar bizi umursamıyordu sanki, kadın öyle çekiştiriyordu ki zavallı adamı, durup anlamak istedik olan biteni, bazen şöyle bir şey olur, gökyüzünden azrail ya da onun efendisi bile inse, insanlar sizi umursamaz olur; kuyruklu redingotlarımız, altın topuzlu asalar ve başımızın üstünde: İlahi ereği, merhametle karışık bir ıtır ve korku yaysın  diye giydiğimiz şapkalarla, onların yanına vardık, kadın güçlü kuvvetli ama adam çelimsiz ve çukur gözlüydü, elem verici bir hali vardı, hiç ara vermeksizin ne yapıyorsun sen dedik kadına, ağzımızdaki lafı daha bitirmeden atıldı kadın; Kaçırıyorum ben bunu!..


Gökteki saltanatın yerdeki uzantısı arabamıza bindiğimizde, kahkahalarla güldük, insanlığın halleri bizi sürekli güldürürdü, sürekli ama, titrerken bile!..


Dublin'e gittiğimizde görülmüştür arabayla, deniz aşırı. Vapur acımasızca düdüğünü çaldığında (her zaman zorluklar yüzünden ayrılan insanları anımsatır bu klakson bana); hınçla atları kırbaçlayan sürücüye ne yapıyorsun demiştik, şaşırdık herife; entropi dedi, hiç gereği yokken korna uyardı beni görevim konusunda ve atları kırbaçladım bilisizce... Hayatın ve ölümün amansız baskıları işte!..


Atları bir çıma zorlukla zapt etmişti, yoksa Atlantis'e, haşmetmeaplarının posta arabasından düşerek; Styks'ı geçen ilk insanlar olmanın gururunu taşıyacaktık, bir seçilmişlik duygusuyla... İnsan ölümünün bile, bir ders ya da şaşaa gibi algılanmasını istiyor işte, yaşamlarına ne kadar bağlı şu yaratılmışlar görüyorsunuz.'


Uyandığımda kitaba kaldığım yerden devam etmiştim.


Kraliçem kendisiyle ilgili bölümü, okurlardan sakladığımı, nereden bilsin!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder