17 Mart 2018 Cumartesi
ŞAİR
Şair kimdir!.. O içine doğduğu dile katkıda bulunan, ekler yapan, çıkarımlar sağlayan, dil sihirbazı bir kimlik sayılabilir. Olağan dille şiir yazan, olağanın dışına çıkamayan, verili dille bir dirhem oynamayan insan şair değil, bir ilk yaz dünyasının uçucu kelebeği olabilir.
Dil organizmadır, canlıdır, doğar, yaşar, ölür. Kendini çoğaltarak, eskil olanın yerine yenilerini koyarak, apseli yerler onarılarak, bu tür büyülerle, iç içeliklerle, uçan oklarla varlığını sürdürmeyi bilir. Müsavatın yerini eşitlik alır, hürriyetin adı özgürlük olur, teori yerini kurama bırakır. Şair dilin ilkinsil sorumlusudur, çünkü dilin estetiği, var oluşu, yenilenmesi ve geleceğe göz kırpması ondan sorulur!.. Yoksa niçin vardır ki...
Evrende iki şeyin tam bir tanımı yapılamaz ve belirlenebilmiş bir sınırı yoktur, evrenin kendisi ve onun amacı ve amaçlayanı şiir... Şiir ve evren iki şeyi amaçlar gerçeklikte, sonsuz bir estetin peşine düşmekle, onun ilkel kordalı biçimi barışa ve sonrasında güzelliğe, sonsuz bir güzelliğe ulaşma ve kavuşma tutkusu...
Yıldızlı karanlıkların gölgesinde sürüp giden yaşamın ereği budur. Bu yüzden tanrı da evrende şiir için vardır ve şiir yalnızca tanrı ve evrenin gereksinirliğinden doğmuş bir çabadır ve zorunlukla iç içedirler.
Kutsal kitaplar sonuçta bir şiirdir, kozmos bir şiirdir, bir bilgisayar, kabloların cennet ve cehennemiyle süslenmiş bir makinenin aksamı, uzayda dönmekte olan bir uydunun ya da bilinmezlikle yol alan bir nesnenin, anlamlandıramadığımız boşlukta uçup gidişi, gerçekte bir şiir arayışıdır...
İnsan da bir şiirdir. Bu yüzden şiir bir biçim arayışı olduğu kadar özgürlük ve sonsuzluğun bir başkaldırısı olmakla; gerçek ya da varlıksal; kozmolojik şiire ulaşabildiğimizde, evrenin bir anlamı kalmayacak, varlık kendisini, yarattığı ve yaratılmışlığının içerdiği tüm tözleri ve her şeyi unutacaktır. Gerçek şiire ulaşılması; Şeylerin mülkiyeti, somut ve soyutun saldırgan etkileri, eylemin göreceli şiddeti ve evrensel sığmazlığımızın sonu olacaktır.
II.Yeni, Garip Akımı ve de Toplumcu Gerçekçiliğin perspektifinde sayısız şair var, biri bile eğer dile katkı yapmamışsa, yeni ufuklar açıp, güneşe doğru koşamamışsa, sözcükleri yeniden yoğurup yazın dünyasının bulutlarında yer almamışsa değil şair, okur / yazar bile sayılmamalıdır gerçeklikte... O ansiklopedilerde de yer alsa, betikleri diz boyunu aşsa da, eskilliğin deyimi bir mottoyla, 'Benim oğlan bina okur, döner döner yine okur' söyleminin kara yazgılı yolcularından biridir ne yazık ki... Coşkuyla paylaştığımız yaşama ilişkin şiirler, aşkla yatıp kalkan dizeler, sonsuzluğu arayan soneler, tüm bu saydıklarımızdan payını alamamışsa, iç burkan bir tekerlemedir, belki şiirdir de ama onun yazarına şair denemez.
Şair bir yanıyla salt yenilikçidir, yeni ve gelecek çağların sözcüsü, ele avuca sığmaz gelecekçisi, kahinidir... Onun için ne gülün gazelinden, ne ödül bekçisinden, ne aşkın yineleyicisinden ve atalarından kalıt dile sevdalı geçmişin söylevcisinden şair olamaz.
Bunlar gerçellikte Salieri katında yer alırlar, gerçek müzisyenlerin ve yabanıl, deneyimlenmemiş ağıtların karşısında erkin; entelijansiya ve ülke gerçeklerinin bıktırıcı yinelemelerine sırtını yaslayarak, tutuculuğun, skolastik, değişmez bir dünyanın sözcülüğüne soyunarak; felsefenin sefaletine, sefaletin felsefesini koyutlayıp ve kendi kendini yok edip, tüketerek, alışılmış, ürkütücü söyüt ve sönümlemelerle, bir afyon dünyasının çığırtkanları olarak, kitlelerin yüceltebildiği putlar gibi avunur dururlar ne yazık ki...
Kalabalıklarda boynunu İskender gibi eğerek dolaşırlar, totem gibi sağa sola savrulanlar ve yelesini aslan gibi kükreyerek sallayanları, kerameti kendinden menkul dize simsarları, yazın tacirleri, günoğulcu esnafları olarak diğerlerinden kolaylıkla ayırt edebilirsiniz. Yineleyen ve kuyrukyutan bir yeryüzünün şanlı ordusu, niceliğin saltanatını süren yenilmez armadasıdır onlar...
Öyle kibirlidirler ki, yalnızca göklere bakan gözleriyle, bir ok gibi sapmasız, ekin açlığından kudurmuş kalabalıklar arasında, zembili ve güğümü omuzunda, karanlık bir tünele, ıssız bir mağaraya doğru koşarak; mutlanlı, buzdan bir ışık gibi coşkuyla, gururla, şaşırtıcı bir özgüven ve sakınmasızlıkla saplanırlar. Yüz yılların genlerinden süzülen bir alışkanlığın, bilindik sözütlerin, temaların onmazlığıyla!..
Oysa şiir ölümlü birinin, dünyevi gailesi, şangırtıyla dolu avuntusu değil, evrenin; bir varoluşun gizi olmakla, insanın yolculuğunda her şeyi; varlığı, şeytanı, esemeyi, kozmosu, tanrıyı sorgulamak ve onlarla at koşturarak; yıldızlı karanlıklarla, ışık körü bilinmezliklerin çatışkısında, bir estetin peşinde, soruların sorusunu arayarak; evrene karışmak ve -Edeb'le- bir bütünleşmenin, artık o olmanın özleminde, bir başlangıç ve sonu olmayanın şaşırtısında; sonsuz bir uçsuz bucaksızlıkta yok olmaktır...
16 Mart 2018 Cuma
OLAĞANKUŞKULAR
'Birdiyaloğadönüşelidenberigökselbirvarlıkolduk' vesakınsatırlardaonuaramaçünküosensinamaprotonyığınlarınınelindentutüflebakpembegülkokularınadönüştütuşabasdilersenmanolyakokusuyayılırodanaşimdiiyimipekipenceredenbakbütünbunlarfaustozonaronunpigadilliyenliğidenizköpürtenfırtınaruhungörselleriölmeyidilersenüsttekikırmızıçizgiyebakkaficanımfrolaynımsinyoritaseniayaktelindensaçlarınınparmağınakadarbataklıkkuşlarınınkanadıylasırılsıklamöpeyimsazlıklardaötüşensürüngencinslerininiştahıylaseveyimdinozorlarınsırtındagezdireyimtreasurecanlılarınınkınagecesindefennisünnetdüğünündebizegelsüleymançelebininmevlidindemercümekiahmedpaşaefendininşiirlerindeselaverilirkenyarasakulaklarınıseveyimakşamhatimindirilirkenkabrinikazayımüstümetoprağıbolcaörtölülerikarıştırmamakberokutçünkübiliyorsunbensenimbukovskininundergroundyeraltısolucanışiirleridahaestetikdahaplastikdillerevizeedilsebiryazınideolojisindensanatsalmetalikşiirlerçıkabilirdidiyentecimenleribezirganlarıvehaboşverbunlarıyahuseniiyigördümdiyeyimrenginenginvepanoramiksunumunüstseviyedekollektivasyonikyansımanempatileroluşturanbirzürefazariflermişgelinciksuyuyladoldurulmuşgeyikpostumasalınınprensesiahretmeleğimyanişupozitifbirserenatyayıyornapoliningülleriağlıyorevetparadigmalbağlantılarıngüçlüsosietasrükuedecekinanbunaiyigünlersenibekliyorbaksırlarımyineliyorumayakgemilerindensaçınınraketlerinekadarıslaköpüşlerleçırılçıplakprofilinelektronhücumlarınavegambotlarınağıllardakibeyazdomuzlarınınsaldırısınauğrayabiliryaikidebirsöylemeevetmürekkepziyanetmekistemiyorumamaparaharcamadankazanılmıyorkinazirelernaziresişaşırmaenfrarujalsalınımındoyumnoktasıgnoktasınınpabucunudamaatabilirvesatırlardaadınıboşyerearayabilirsinbaştanbaşasensindirşuyaşamımamaprotonyığınlarınınelindentutüflebakpembegülkokularınadönüştütuşabasdilersenmanolyakokusuyayılırodanaşimdiiyimipekipenceredenbakbütünbunlarfaustozonaronunbudeyyusuhiçbirzamandoğruyazamamgörsellerideyyusnedemkdürzüdiyeyimyanlışbirşeysebakdumafilsnedediserçeparmağıolmadankılıçtutulmazsanaldünyadançıkıpsıçtıbelkiyinedeamagözümüzünönündekiufacıkşeylergözünvitrözsıvısındakiproteinlermişöğrendikdiyelimneişeyaradıkibunlaraliştebircahilsorusubanabakmagözünneişeeyaradıkibugünekadarbudacahilcevabıtabicahilnedemekkiulyssesvejoyceiçinbaknediyorhegemonalekindestroyerliğiarayaacayipbirküfürsıkıştırsambukutsalolmayanmetnişimdiyalıkazığıgibioldutabiçözmeyekalkanolurduharamlıktahaharemharamklıklarınyerigirilmezhadiagnostiktanıalışkanlığıöyledüşküncebirşeydirkijoyceunulyssesinihomerosunodysseusuylabağdaştırırvedahabaşlangıçtabirilgimerkeziodaktifbirkonumoluşmasınısağlarlarlarlarselgibiyanioysaulyssesinodysseuslabirgeziptozmaritüeliolmasındanbaşkabirakrabatikveakrobatikbirilişkisiyokturhapşubirdeadaşolmaisimbenzerliğivakıasıvardırbuedebibirhileyaniardırbakındonkişottatoprağıöpüpdönüpdolanmadıryerdentozkaldırmadıralınsizebirlamanchalıdonodysseusfaikbaysalınabdallardanbaşkakimseninbilmediğiromanısarduvandaköyköydolaşanbirbilivemaddefukarasınınromanıdırdemekkiodabirsardysseusdünyaulysseslerledoluduronubırakındostoyevskidenkafkayamarquezdenyaşarkemalekalburüstüherromancınınbirodysseusuvardırbunlarıniçindeensaçmaveodysseusauzakolanıulyssesdirokumayadeğmezçünkühiçbirşeyanlamayacaksınızdıryalnızbuzağınınkuyruğuburadakopuyorulyssesinötekilerdeolmayanbiravantajıvarıslaköpüşlerimseninçırılçıplaklığınlığınıyıkasındergibieinsteinbütünbilimselbuluşlarsaçmasapanbiryolculuğunalaattininsihirlilambasıylakarşılaşmasındankucaklaşmasındanbaşkabirşeydeğildirderulysseskötübirromandırhembensöylersemkötüoluramaalanındabirilkigerçekleştirdiğiiçinobirkeşifbuluşturunutmayınkitelefonicatedildiğindeodadanodayakonuşmakiçinbukomikliğegerekyokdemişlerdirulyssesbüyükbiryapıtbendemişsemdoğrudurçünküsaçmalamanıntanrıyatanrısallığaulaşmanınyollarındanbiriolabileceğinibizeöğretiyorbugünoralardahazinelervardısokaklargörkemlegökleriadımlayanlarşaşkınlıkvericiakşamlargeridönmekistiyorumbenburalardanuzaktakendiumarsızlığımahastirlandiyenmutlakaçıkarkeçilerinisasıuçurumlardadikdurabilirtanrınınçocuklarıdağlardadolaşabilirdiruheviminticanisiademinhamurukırkgünbekletildiavadanlıklarholiganizmgoşizmnarodnizmanarşizmvandalizmbarbarizmhitlerizmperonizmmaoizmmaniheizmsuyunalışkanlığıkatolikliğinkaotikliğidüşüncelerdekiherbirşeyindezenfekteedilmişhızarlardangeçilmişeylemlerimizinperişanlığıavadanlığıgünlerimizinveıstırapdolugecelerdekisevişmelerimizinsessizhaykırışlarıbirfısıltıkadarçığlığadönüşemeyenderineveleyipgevelemelerderyalarvegünlergecelevedevşirilmişerinçlerlegeçenzamanıngümbürtüsüdevinimleringözehoşgelenrayihasımeryemlerinözlemiyledoluhummasıayetlerinhünsasıvezamanadişgeçiremeyentanrılarımızınizvehükmünüyitirmişcellatlarımızınbilerekyadabilmeyerekboyunbükengiyotinleredönüşenfetvalarıfermanvekehkeşanlarıuryanveumarsızkoşuşturupdurankitlelerdiagnostikdersemilgiçekernümayişlerveserdengeçtilerdeğirmenlerinkanadındagörkemveihtişamaşanaünesanaaynımanayadaanlamamaeşitlenenulaşanölümgülevemanolyayaişkenceedilmesigülmesiçiçeklerinağlamasıçeşmelerinuzaydanağıpgelennedametlervebenimpişmanlıklarımınveşimditümbunlarıniçindensıyrılıpgelenatalarımveölüleriminkülleriarasındangözyaşlarıvekanımınakışlarıylaveelimdentutmayabileyeltenmeyengözlervedinozorlarvebinbirgecemasallarındaakıllılığadönüşendeliliklerdelilerinakıllılarınyerinialmasıvebirdoğumasalıgorillervetepegözlervediğeryandazorrolarzombilermefistoveiblisşeytanveifritlerinkısıkgözlerininkindarvehayasızacımasızvegözalanortakvealbenidoluyüzlerininaynalarayansıyansuretlerininürkülerininveçelimsizlikleriningüçveşişkinpazularınınhayalarınınveyumurtalıklarınınparaşütveçemberlerininalgoritmavepuantajlarınınparavebankalarınınkomisyonvekooperatiflerininaşkvekuduzağaçlarınınarzuvekorporatifheyecanlarınınveallahlarınınmelekvemelekelerininarasındanhışımlaveintiharlaözgeçmişveözkıyımlanededimbengeneötenaziveşanlatopvericatlatüfekveroketveuydularvefüzeverüyalardüşlerdemekisterdimamaheyulalarderkenuyaksızkalırgeçerkenbozulduyazınıtadıiştevekeşkenededimbenyahuyabanarısıçınlaracıkıncaçalarkapısınıtuzkrallığınınmıdedimvebelkideparadoksalbirvargıdırveasılenteresanolanbaşkayaşamlarınarandığıuzaydangelenseslerindinleniptartışıldığıbirdünyadaözgürlükçünitelenenbirkitlenindindaryadainanmışnedemeksebudiyenitelenenbaşkabiröbeğegericiüfürükçükapalıdiyeyüklenerekhomosapiensideğişikzümrelereacayipsınıflaragüruhlaraayırıpkodlayarakbirillüzyonyaratabilmesininsoftalıktandahameczubanebirtutumolarakgerçekyaşamdahatırısayılırbiralanıkaplayabilmesidirtanrıvarsaeğerkihiçbirzamaneminolamayızateistveyadindışısayılıpyadasafözgürlükçülüğüsavunanlarınbudüşünceleriüretenlerinpratiktegerçekgericivekaranlığınsözcüleriolabileceğiningerçekbirtansıkveşaşılasıbirgerçeklikolarakdünyayıfelaketesürükleyenbuağırlıklıkalabalığınbirtürlüevrimgeçiremeyençağlarboyuncasabitskolastikdüşünceleryayantehlikelivesonderecebarbarbirmaymuntürününgerçekteonlarolabileceğineinanıyordurçünküonlarsilahlarınıdaimadiğermaymunsusoydaşlarınayönelttilerbüyüksavaşlarınhepsinionlarçıkardılarvetatlıhalaadınıverdikleribombalarlabirsoyutlamavemasumiyetinkutsanmasıadınayaratılmışcehennemiutanmazcagaddarcavekansuyuylayıkanmaalışkanlığınınbirdışarlamagösterisiolarakvahşiceacımasızcadünyayataşıdılaryaratımlarıhalasürmekteveinsansıolanayönelikyokedicitavırlarıyeryüzününherköşesindesinsicekovuğundançıkacağıgünübeklemektedirlerinsanınefendisibiryücelimolankendisidiramakendisinindeüstündebirefendisidahavardırözgürdüşünceveaydınlıkdünyaadınayığınlarıkrematoryumagönderebilenzorbalarveözgürlükvaatedicicellatlarıonlarneörtülüdürnegizlidirnedegizemlidiraleladearamızdadolaşırlarveyalnızcadüşlerinidüşüncelerinipazarlayanvegörkemlikulelerindeoturanbezirganlardırözgürlüksimsarlarıdırçağımızaydınlığınmonarklarısullalarıdespotlarıvehalksürülerinidenekmişçesinedeneylervelabaoratuvarlarındakobaygibitüketiperitenlerlesıradanveneolupbittiğinibilmeyenlerinmasumtanrıkatındagünahsızkullarırasındageçenbirtekyanlıdüelloolupözgürlükbirfaşizmgözterisiolabilmekteinançvekapalıtopluluklarınsıradanyaşamlarıysaçağdışıolarakalgılanıpsunulabilenbiroyunadönüşebilmektedirparanınolduğuyerdeneözgürlükvardırnedeilkellikonungörkemlivemoyangıngizlidefteri'ndenalıntıçincekonuşamayananlamınagelenyapıtınsahibibilinmiyorbütünbunlarolupbiterkengeneyinedesoruyorumşimdibensenkimim
14 Mart 2018 Çarşamba
TÜRKÇE
DİL
(Türkçe)
Felsefe susarak, pantomimle, gökseli ululayış veya görsellik, sanalite ya da herhangi bir edimle olasıdır, yapılabilir. Felsefe bir ideye dönüşmek için dili kullanır, hangi biçimde olursa olsun, Babil Kulesi bizim yekvücut olabildiğimiz tek bileşendir, öyleyse felsefe temelinde ancak dille bir omurgaya sahip olabilen bir ufuk gemisidir.
Felsefenin Türkçeyle yapılamayacağını ileri sürmek dili yadsımaktır, dil insanlığın en büyük bulgusu, olmazsa olmazıdır, bunun için resulleri der ki, hem de Tanrısına râm olarak; 'Başlangıçta söz vardı'. Felsefenin hangi dille olursa olsun yapılamayabileceğini ileri sürmek, insanın kendini hiçlemesi, Tanrı katında aşağılamasıdır ki, Tanrının sureti olan bir yaratık için günahların en büyüğü, cehennemi bir söylemdir. Bunun ileri sürülebilmesi insanı / toplumu sürekli aşağı çeken, onu soy bilgiye, tutuma, yüceler yücesi bir çağrıya yönlendirmeyip, avam, vulgerize, en aşağı anaforların, tepkimelerin içinde boğmaya çalışan bir düstur, diskur, etik dışı, insanı her şeyin yadsınmasına götürebilecek bir tavır, bir farstır!..
Türkçeyle felsefe yapılabilir mi diye soru üretemeyiz, bu Truva Atı bir söylemin ürünü aciz bir tutum sayılabilir ancak, emperyal kültür cehennemi, gizil geriletme organizasyonu içindeki dünyalar, yerinden, yurdundan nefretle söz eden ve bir yanılsamayla, 'Cesur Yeni Dünya'lara göçen birer eleman, kobaylar üretmek için bir motto olabilir bu, ama insanlığın ulu gerçeği kutsal dilin yerilmesi ve onun küçümsenen, insanlık öksüzü bir şeyi olabilirmiş gibi algılanmasının yollarını açamaz, ne yazık ki bu olanaksızdır, çünkü 'Dil' insanın üstünde bir edimdir. O somut bir yaratılışın, elle tutulan göstergelerine sahip, bir kurt deliği olmayıp, tam tersine soyut, elle tutulup, gözle görülemeyen bir nendir ki, gerçekte Tanrı katından dizlerimiz dibine konuk olmuş bir töz, sonsuzlayıcı aşkınlıkta bir tansıktır.
Çağların içinden süzülüp gelen kültür hegemonyaları, silahların gölgesinde yeryüzünü, ulusların çocuklarını zapturapt altına almış yüzyıllarca, görünmeyen güçlerin, sezilmez, pekişmiş önderliğinde, içimizdeki gönüllü, gönülsüz, bilinçli, bilinçsiz şövalyelerinizle bir ekin / kültür tutsaklığının pençesinde, mimesizme, plagiarisme, tilmizliğe özenen birer hominid olabilir toplumlar, ama bu sonsuza dek sürüp giden bir şey değildir, doğanın diyalektiği, köhnemiş saltanatı, rüzgârda savrulan kuleleri, yelkenleri, günümüzde başı arşı alaya değen gökdelenleri günü gelince yıkar ve gerçeklikte, kendisi olamayan hiç bir toplum felsefe üretemez diyebilsek de, Tanrının adaleti sözün gücünü hep eşit biçimde paylaştırarak, kültür saraylarına, katedral ve tapınaklarına tüm insanlığın katkısını aralıksız bir hak tanırlıkla gözetir ve dağıtır.
Kültürel egemenlik, sonsuzluğun terazisinde insanlık için olanaksız bir edimdir, her insan, her toplum kozmosa varlığıyla, sözüyle, düşleriyle sürgit bir katkı verir ve Tanrının sevgili kulları sözü bu hilkatten gelir. Fason, verili, pastörize, parçalı bütünlükle yetinen ve tüm temel gereksinimleri dışarlıklı / dışa bağımlı, skalada en altlarda yer edinen bir toplum, yalansı / yanılsamacı bir uygarlık, sahte profil ve yaşayan ölülerin gezindiği bir cennet olabilir ama gerçek hiç bir zaman bununla sınırlı kalamaz. Kölecil bir toplum bile diyalektiğin, acımasız / görkünç adaletinden kendini kurtaramaz ve sancağı devralarak günün birinde, kesenkes bir düşün peşinde koşarken bulur kendini, öncülük sırası ona gelmiştir, erinç veren gerçellik, tarih boyunca yeğ tutulmuş, içrek, ezinç içindeki tutsaklığa eğimli / kölecil toplumlar bile anıtsal bir kültürün almanağında yaratılarını sergilemiş, adlarını yazdırmışlar ve günü geldiğinde tanrı katında kutsanmışlardır.
Bu tür düşünce, diyesim herhangi bir dille olsa bile, felsefe yapılamayacağını ileri sürenler, çağın korkunç derecede gerisinde kalmışlardır, uygarlık göreceli bir kavramdır, (Vankulu Lügatı'nda patlıcandan kıl, kıldan solucan olur mizahıyla alay ediyor olsanız, şeytani bir misyonun kılık / kılıf değiştirmiş ceditleri de olsanız bu gerçek değişemez) kültürel patronajın sahipliğini üstlenenler, bu tür zırhı, türün öbür bireylerine, bir savunma kalkanı gibi kullanıp, önde koşarak, öncüllükle, etik ve estetik yüksünmenin, çürümenin ve toplumu geriye götürüyor olmanın gizil önderliğinde, kahraman sanılmanın illüzyonuyla taht sahibi olabilseler bile, bu düşkü, anlayan için, insani olanın, derin bir ikiyüzlülüğüdür.
Çünkü ileri sürülen olanaksız bir şeydir, bilinçle doğrultulmuş hiç bir silah geri tepmeyebilir belki ama zamanın içinde dogmalar ve yanılsamalar, yanlışlar ve bağdaşıksız yinelemeler, rüzgârını yitirmiş bir mızrak gibi kaçınılmazlıkla yere düşerler!.. Zamanın efendiliği, satanizmi, sulta'nizmi, peronizmi yerle bir ederek, vortisizmin, fütürizmin kollarında yelkenlerini açar ve yeni dünyalar yaratarak, onlara konukluk ederek, dilimiz tutulurcasına haykırmayı sürgit başarırlar. İnsanlığın biricik yazgısı budur. Bir toplum ki ayrıntıya önem vermez, onun için roman yazamaz / yazılmaz diyebiliyorsak bu doğrudur belki, belki felsefede böyledir; yapar gibi görünebilirsiniz, yazar gibi görünebilirsiniz, nicelikten niteliğe geçmek, üstençle yüzyıllar alabilir belki de ama her insan, her toplum Tanrının bir sureti, bir oymağı olarak, felsefeden nasibini / payına düşeni alacaktır. İnsanlık düşünebilsin, felsefeyle her ölümünde kendini yeniden yaratabilsin diye doğurulmuştur ve Tanrı bir doğuran, bir yaratan olarak bir monark, pederşahi babamız değil, tüm evreni kucaklayan anamızdır bizim, biz kendimizi her seferinde yeniden yaratıp; üretebilelim, yenileyebilelim, yineleyebilelim ve değişkelerin sonsuz açımlarla süslü cennetinde yıkanabilelim diye doğurmuştur o bizi!..
Bir paradoks gibi gözükse de, dekadana teslim olacak kadar kul işi bir eğretilik, yeknesak bir yapı gösteremez insanlık!.. Felsefe yapmak için kısacası, dilin değil Tanrının yarattığı kimesne olmak yeterlidir, bu bakımdan erişilemez de değildir felsefe, uzanabiliriz ona, sağlıklı, coşkulu, inanç ve güvenç içindeki birey / toplum bir esemeyle ve kolaylıkla yaratabilir onu, çünkü; gerçekte bir umacı ve tansıklar toplumu değil, ardışık, açık / aşkıncı bir doğunum, göz alıcı bir yapıntının, anlaşılır bir 'Üretke'nin bir süreğeni olabilir ancak insanlık!..
Durcanın yürümesini, işitmezin duymasını, görmezin algılamasını Tanrıya hasredecek kadar pagan değildir o, kimi zaman felsefenin, felsefi olanın tütsüsü masallarda gizlenmiş olsa bile, biline bilirlik ve erişilebilirliğin ceylanıdır o, bir Tanrı parçacığıdır. Sonsuzca arayacağımız Higgs bozonudur o, bilginin kaynağı, içrek ve dışrak olanın haznesi ve öğütücü değirmeni salt kendisidir. İnsanın, -yaratmış ve yaratılmışın- kendisi dışında bilgi yoktur!..
İnsan felsefenin ta kendisidir. Her birey dilini ayırmış olsaydı bile, gökleri yere indiren, sonsuz erinç, dinginlik duygusu veren felsefenin, estet ve engin denizlerinde yüzmüş olmaktan kendini kurtaramazdı. Kimi zaman düşünülenin aksine, o olmasaydı eğer, uçsuz bucaksız yoklukların, sonsuzlara dek uzanan boşlukların ve zamanın döngüsünde bizi acımasızca kemiren, özümüzün yitip gittiği hiçliklerin uçurumuna çoktan savrulmuş olurduk. Peki salt'ık insan bu durumda felsefeyi nasıl gerçekleştirecektir...
?
Felsefe yapmak gerçekte bu kadar basittir.
Ve Türkçe'yle felsefe yapılamaz diyenler, bir çağın, bir zamane fendinin, tasmasını boynuna takarak, boyunduruğuyla kuytularda ezilmişliğinin saltanatını başkalarına da bulaştırmaya çalışan; (Diyojen'in köpeksi insanı! yoksunluğu marifet belleyen insansılar) kiniklerdir ki, şimdi moda köpekliktir!.. Ve dünyanın her yerinde bu tür gönüllü zihin köleliği - köpekliği yapan ölümlüler görülebilir!..
(Türkçe)
Felsefe susarak, pantomimle, gökseli ululayış veya görsellik, sanalite ya da herhangi bir edimle olasıdır, yapılabilir. Felsefe bir ideye dönüşmek için dili kullanır, hangi biçimde olursa olsun, Babil Kulesi bizim yekvücut olabildiğimiz tek bileşendir, öyleyse felsefe temelinde ancak dille bir omurgaya sahip olabilen bir ufuk gemisidir.
Felsefenin Türkçeyle yapılamayacağını ileri sürmek dili yadsımaktır, dil insanlığın en büyük bulgusu, olmazsa olmazıdır, bunun için resulleri der ki, hem de Tanrısına râm olarak; 'Başlangıçta söz vardı'. Felsefenin hangi dille olursa olsun yapılamayabileceğini ileri sürmek, insanın kendini hiçlemesi, Tanrı katında aşağılamasıdır ki, Tanrının sureti olan bir yaratık için günahların en büyüğü, cehennemi bir söylemdir. Bunun ileri sürülebilmesi insanı / toplumu sürekli aşağı çeken, onu soy bilgiye, tutuma, yüceler yücesi bir çağrıya yönlendirmeyip, avam, vulgerize, en aşağı anaforların, tepkimelerin içinde boğmaya çalışan bir düstur, diskur, etik dışı, insanı her şeyin yadsınmasına götürebilecek bir tavır, bir farstır!..
Türkçeyle felsefe yapılabilir mi diye soru üretemeyiz, bu Truva Atı bir söylemin ürünü aciz bir tutum sayılabilir ancak, emperyal kültür cehennemi, gizil geriletme organizasyonu içindeki dünyalar, yerinden, yurdundan nefretle söz eden ve bir yanılsamayla, 'Cesur Yeni Dünya'lara göçen birer eleman, kobaylar üretmek için bir motto olabilir bu, ama insanlığın ulu gerçeği kutsal dilin yerilmesi ve onun küçümsenen, insanlık öksüzü bir şeyi olabilirmiş gibi algılanmasının yollarını açamaz, ne yazık ki bu olanaksızdır, çünkü 'Dil' insanın üstünde bir edimdir. O somut bir yaratılışın, elle tutulan göstergelerine sahip, bir kurt deliği olmayıp, tam tersine soyut, elle tutulup, gözle görülemeyen bir nendir ki, gerçekte Tanrı katından dizlerimiz dibine konuk olmuş bir töz, sonsuzlayıcı aşkınlıkta bir tansıktır.
Çağların içinden süzülüp gelen kültür hegemonyaları, silahların gölgesinde yeryüzünü, ulusların çocuklarını zapturapt altına almış yüzyıllarca, görünmeyen güçlerin, sezilmez, pekişmiş önderliğinde, içimizdeki gönüllü, gönülsüz, bilinçli, bilinçsiz şövalyelerinizle bir ekin / kültür tutsaklığının pençesinde, mimesizme, plagiarisme, tilmizliğe özenen birer hominid olabilir toplumlar, ama bu sonsuza dek sürüp giden bir şey değildir, doğanın diyalektiği, köhnemiş saltanatı, rüzgârda savrulan kuleleri, yelkenleri, günümüzde başı arşı alaya değen gökdelenleri günü gelince yıkar ve gerçeklikte, kendisi olamayan hiç bir toplum felsefe üretemez diyebilsek de, Tanrının adaleti sözün gücünü hep eşit biçimde paylaştırarak, kültür saraylarına, katedral ve tapınaklarına tüm insanlığın katkısını aralıksız bir hak tanırlıkla gözetir ve dağıtır.
Kültürel egemenlik, sonsuzluğun terazisinde insanlık için olanaksız bir edimdir, her insan, her toplum kozmosa varlığıyla, sözüyle, düşleriyle sürgit bir katkı verir ve Tanrının sevgili kulları sözü bu hilkatten gelir. Fason, verili, pastörize, parçalı bütünlükle yetinen ve tüm temel gereksinimleri dışarlıklı / dışa bağımlı, skalada en altlarda yer edinen bir toplum, yalansı / yanılsamacı bir uygarlık, sahte profil ve yaşayan ölülerin gezindiği bir cennet olabilir ama gerçek hiç bir zaman bununla sınırlı kalamaz. Kölecil bir toplum bile diyalektiğin, acımasız / görkünç adaletinden kendini kurtaramaz ve sancağı devralarak günün birinde, kesenkes bir düşün peşinde koşarken bulur kendini, öncülük sırası ona gelmiştir, erinç veren gerçellik, tarih boyunca yeğ tutulmuş, içrek, ezinç içindeki tutsaklığa eğimli / kölecil toplumlar bile anıtsal bir kültürün almanağında yaratılarını sergilemiş, adlarını yazdırmışlar ve günü geldiğinde tanrı katında kutsanmışlardır.
Bu tür düşünce, diyesim herhangi bir dille olsa bile, felsefe yapılamayacağını ileri sürenler, çağın korkunç derecede gerisinde kalmışlardır, uygarlık göreceli bir kavramdır, (Vankulu Lügatı'nda patlıcandan kıl, kıldan solucan olur mizahıyla alay ediyor olsanız, şeytani bir misyonun kılık / kılıf değiştirmiş ceditleri de olsanız bu gerçek değişemez) kültürel patronajın sahipliğini üstlenenler, bu tür zırhı, türün öbür bireylerine, bir savunma kalkanı gibi kullanıp, önde koşarak, öncüllükle, etik ve estetik yüksünmenin, çürümenin ve toplumu geriye götürüyor olmanın gizil önderliğinde, kahraman sanılmanın illüzyonuyla taht sahibi olabilseler bile, bu düşkü, anlayan için, insani olanın, derin bir ikiyüzlülüğüdür.
Çünkü ileri sürülen olanaksız bir şeydir, bilinçle doğrultulmuş hiç bir silah geri tepmeyebilir belki ama zamanın içinde dogmalar ve yanılsamalar, yanlışlar ve bağdaşıksız yinelemeler, rüzgârını yitirmiş bir mızrak gibi kaçınılmazlıkla yere düşerler!.. Zamanın efendiliği, satanizmi, sulta'nizmi, peronizmi yerle bir ederek, vortisizmin, fütürizmin kollarında yelkenlerini açar ve yeni dünyalar yaratarak, onlara konukluk ederek, dilimiz tutulurcasına haykırmayı sürgit başarırlar. İnsanlığın biricik yazgısı budur. Bir toplum ki ayrıntıya önem vermez, onun için roman yazamaz / yazılmaz diyebiliyorsak bu doğrudur belki, belki felsefede böyledir; yapar gibi görünebilirsiniz, yazar gibi görünebilirsiniz, nicelikten niteliğe geçmek, üstençle yüzyıllar alabilir belki de ama her insan, her toplum Tanrının bir sureti, bir oymağı olarak, felsefeden nasibini / payına düşeni alacaktır. İnsanlık düşünebilsin, felsefeyle her ölümünde kendini yeniden yaratabilsin diye doğurulmuştur ve Tanrı bir doğuran, bir yaratan olarak bir monark, pederşahi babamız değil, tüm evreni kucaklayan anamızdır bizim, biz kendimizi her seferinde yeniden yaratıp; üretebilelim, yenileyebilelim, yineleyebilelim ve değişkelerin sonsuz açımlarla süslü cennetinde yıkanabilelim diye doğurmuştur o bizi!..
Bir paradoks gibi gözükse de, dekadana teslim olacak kadar kul işi bir eğretilik, yeknesak bir yapı gösteremez insanlık!.. Felsefe yapmak için kısacası, dilin değil Tanrının yarattığı kimesne olmak yeterlidir, bu bakımdan erişilemez de değildir felsefe, uzanabiliriz ona, sağlıklı, coşkulu, inanç ve güvenç içindeki birey / toplum bir esemeyle ve kolaylıkla yaratabilir onu, çünkü; gerçekte bir umacı ve tansıklar toplumu değil, ardışık, açık / aşkıncı bir doğunum, göz alıcı bir yapıntının, anlaşılır bir 'Üretke'nin bir süreğeni olabilir ancak insanlık!..
Durcanın yürümesini, işitmezin duymasını, görmezin algılamasını Tanrıya hasredecek kadar pagan değildir o, kimi zaman felsefenin, felsefi olanın tütsüsü masallarda gizlenmiş olsa bile, biline bilirlik ve erişilebilirliğin ceylanıdır o, bir Tanrı parçacığıdır. Sonsuzca arayacağımız Higgs bozonudur o, bilginin kaynağı, içrek ve dışrak olanın haznesi ve öğütücü değirmeni salt kendisidir. İnsanın, -yaratmış ve yaratılmışın- kendisi dışında bilgi yoktur!..
İnsan felsefenin ta kendisidir. Her birey dilini ayırmış olsaydı bile, gökleri yere indiren, sonsuz erinç, dinginlik duygusu veren felsefenin, estet ve engin denizlerinde yüzmüş olmaktan kendini kurtaramazdı. Kimi zaman düşünülenin aksine, o olmasaydı eğer, uçsuz bucaksız yoklukların, sonsuzlara dek uzanan boşlukların ve zamanın döngüsünde bizi acımasızca kemiren, özümüzün yitip gittiği hiçliklerin uçurumuna çoktan savrulmuş olurduk. Peki salt'ık insan bu durumda felsefeyi nasıl gerçekleştirecektir...
?
Felsefe yapmak gerçekte bu kadar basittir.
Ve Türkçe'yle felsefe yapılamaz diyenler, bir çağın, bir zamane fendinin, tasmasını boynuna takarak, boyunduruğuyla kuytularda ezilmişliğinin saltanatını başkalarına da bulaştırmaya çalışan; (Diyojen'in köpeksi insanı! yoksunluğu marifet belleyen insansılar) kiniklerdir ki, şimdi moda köpekliktir!.. Ve dünyanın her yerinde bu tür gönüllü zihin köleliği - köpekliği yapan ölümlüler görülebilir!..
9 Mart 2018 Cuma
HOMOPYA
Kızılırmak'ın, Hotan Çayı'na çok uzaklardan baktığı kıvrımların arasında yüzen, kıstaklardan dağlara uzanan yeşillikler arasında, girişini dev çınarların, tilki kuyruğu çamlarının süslediği, eğrelti otlarının ve at kuyruklarının hiç bir kuşkuya yer bırakmaksızın, ürkütücü bir vahşilikle boy gösterdiği, yasemenlerin, çiğdemlerin, fesleğen kokularının esrittiği, derin, neredeyse yeraltı cehennemlerine uzanan, bir mağarası varmış. Görenlerin gözünü gözünden, canını canından ettiği bu yer, söylentilere göre, Alamut kalesine yakın bir heybetteymiş.
İçindekiler Hasan Sabbah öğretisine sempati beslemekteymiş, Diyojen gibi yaşarlar, para ne işe yarar diye düşünmez, saçlarını taramaz, tüylerini yolmaz, tırnaklarını kesip, törpülemeyi bilmezlermiş. Ama öyle ileriymişler ki, görüşlerini savundukları bilgeleri, hologramda canlandırıp, sorular sorarak, kıyamete doğru savrulan dünyanın gidişatına ilişkin bilgiler ediniyor, görüş alış verişinde bulunuyor ve zamanı gelince ortaya çıkarak, dünyayı uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan kurtarmaya ahdediyorlarmış.
Arada dünya ahvalini ve gidişini yakından gözlemek üzere ulaklar salıyor, Newyork Zafer Heykeli'nden, Eyfel'e, Pisa Kulesi'nden, Nepal'e, Fujiyama'dan, Canberra'ya, Sahra'dan, Sibirya'ya ve kutuplardan, Patagonya'ya kadar uzanan bu yeraltı gökmenleri (bilge) sonra yine uçarak Canik dağlarının kuş konmaz, kervan göçmez sırtlarından ta aşağılara, bu güne dek varlığı kanıtlanamayan mağaralarına dönermiş.
Ne ki onlar tam bir ilim-bilim düşmanıymış aynı zamanda... Karanlık ve aydınlığın, madalyonun ayrılmaz iki cüzü, gemi alınmaz iki yüzü olduklarını biliyor, geceyle gündüz gibi birbirini bilen ama göremeyen, bu debil materyallerin, cehenneme giden merdivenlerin iyi niyetle döşenmiş taşları olduğunu ileri sürüyorlarmış.
Öğretilerinden bir kaç örnekçe sunmak gerekirse şöyleymiş...
Ve çünkü bu 'Öbür Dünyalılar'a göre; örtünmek, insanın insan olma yolunda bir aşaması, yıldızsı-pırıltılı bir edincesiymiş.
Bedeni açıkta bırakma, üryana giriftar olma; kara ormanların tarzanı ve dağların başıboş otlayan kırçıl keçileri gibi dolaşmanın bir dayanağı, barbar ve kan içici bir dünyanın, et gözleyip, can tüketen bir vandallığına özenmenin belirtisi sayılasıymış.
İnsan örtünmeli ve örtündükçe de günahlarından arınmalı, uzaklaşmalıymış. Silahlar üretmenin, atomik hücreleri patlatarak kentleri yok etmenin, kırmızı yağmurlar icat etmenin, tanrıyla yarışma, bir şirk koşma ve beyhude bir hayasızlık olduğunu ileri sürüyor, acımasız doğan ve edepsizce çoğalan Deccal'in yeryüzüne ineceği zamanın günbegün yaklaştığını söyleyesilermiş.
Mehdi ve Mesih'in böyle bir dünyaya hiç bir zaman gelemeyeceğini belirtiyor, yerlere kapanarak, üzünçlerinden yıllarca ayağa kalkamıyorlarmış. Aralarından biri tam iki yüz yıl secdede kalmış, öldü diye ayak ucuna dokunduklarında, ben benden geçmiştim, vecd halindeydim, tapınmamı bozdunuz, tansımamı, yakarımı yarım eylediniz diyerek arkadaşlarına lanet okuyor ve gene tanrısına yalvararak, türlü türlü yaş dökmeler, iç akıtmalarla bir iki yüz yıl daha, mağaranın zeminine kapanarak, göz yaşları kuruyarak toprakla kaynaşmış olup, sonsuza dek öylece, secdede kalmış.
Onlar hep Havva Ana'larını arıyorlarmış. Kaynaklardan su içiyor, çiçeklerle geçiniyor ve doğunun uçsuz bucaksız halılarında görüleceği üzere, aslanlarla koyun koyuna, ceylanlarla konuşa konuşa, gündüzlerin sürüp gittiği ve -arzunun karanlık nesnesi- geceye iman ederek, bir dünya ahvalinin içinde, sürüp giden bir zamanın mutlanlı özlemi içinde kıvranıyor, ağlayıp, sızlayarak, çırpınıp, haykırarak, çığlıklar ve inlemelerle bedenlerini parçalıyor, geçmişe ağıtlar yakıp, kargışlar sunarak, beddualar okuyup, lanetler, ilençler yağdırarak, geleceğe umarsızca yakarıyor ve bitimsiz acıların eşliğinde, dur duraksız tanrılarına yalvararak günlerini geçiriyor ve yaşayıp gidiyorlarmış.
Diyorlarmış ki, ey Betlehem'in yıldızları, ey kırlangıç kuşları ve ey Ebu Leheb'in torunları, hormonal yapılanma insan soyuna yönelik bir soykırım, genleri değişen organizmalar cehenneme bir çağrıdır. Cinsiyetsizliğin koridorlarına doğru koşan insanlığınız, ölümsüzlüğün ölümünü çağırıyor, silikonlu canlanışla, botokslu etleniş, kıyamete duyulan bir özlemdir. Doğallık iman temizliğidir. Tapınmada günahsızlık ve masumiyettir. Ebabil ve yarasalar dostunuz olsun.
Ve bizler, yontma taş devirlerini geride bıraktık, parıltılı metal yorgunluklarına doğru hızla sürüklendiğimizi biliyoruz. Evrenin içinde bir gün, bir serap gibi savrulup gideceğiz. O günleri bekliyoruz biz. Aşkımız yüz yıllar önce bitti. Kim ki, yüz yıllar önce, sevdiğini canından etti, işte o Adem'in oğlu, aşkın bittiğini yedi cihana duyurmuştu. Eden Bahçeleri ve Hindistan Kırları onun zalimliğiyle inledi. Ve tüm dünyayı sarıp sarmaladı bu dehşet. Kan ve göz yaşı içkimizdir bizim. Etimizde ekmeğimiz. Aşkın göz yaşını bitirdik ama öldürme ve kan tutkusu alışkanlığımızdır bizim...
Onlar kanibalizm ve nekrofilizm çağı bu diyorlarmış. Geç kalmadan ırkımızı kutsamamız gerekiyor. Sevdaya dönüş çağlarına, sonsuz uyum ve estetiğin akışkanlıklarına ve doğallığımızın can verici atalarına dönüş yapmamız, bir adanışla, kurban olmamız gerekiyor bizim...
Bir uygarlık sayılamazmış şu yaşadığımız, konstrüktivizm, imaj ve illüzyon tümörünün şanlı zamanları, ölmeden ölenlerin çağlarıymış şu yaşananlar...
Tüm sanat ürünlerimiz, ekonomik göstergelerimiz ve mekanik gelişme, bilimsel eğretilemeyle, kültürel aydınlanış ve bilgi çağlarımız, çılgınca varyasyonlarımız, bir cüzzama, ceset parçalayıp, kuyruğunu yiyen bir canavara sevdalanışmış onlara göre...
Moronizm bu diyorlarmış. Yüz yıllarca inleyerek, birbirlerine sarılarak -göklerden gelecek olanı- bekleyenler, yaslandığı kuru duvarda helak olup, ölüp gidenler, için için bir hiç olup, bir şişeye sığacak denli küçülenler, ıslığa dönüşen, bir kuş gagacığı, bir toz bulutu gibi havada uçuşarak, yok olup gidenler ve toprağın içinde zamanı unutarak, bir karınca gibi didişip, eyleşerek, yaşayıp giden, nice bahtsızlar, umarsızlar varmış aralarında...
Ah derlermiş, şu gördüğümüz, dalgalı, sınırsız denizlerin dünyası, bir vahşet ve zombiliğin, kadük bir mongolizme evrilen kabuslarıymış işte. Bu uçsuz bucaksız ışık denizinin içinde yükselen ışık kamaları, dizginsiz coşkuları, bir kar körlüğünün gözleri kamaştıran parıltısıymış yalnızca...
Ve yetmiş yıl düşünenler varmış aralarında... Cahil derlermiş bu durumda; Arı, duru bir saflık, kıratını alabildiğine aşmış, tanrısallıkla şaşmış, kanatlı bir peridir.
Aydınsa, münkir, hayasız ve gaddar, evrendeki kumların sayısından çok bilginin despotluğunda türeyen, bir sapma, kapanmaz bir yara, bir irin imiş. Bilgiçliğin ve bilginin duayenleri; soysuzluğun bir Deccal'i, Homongolos kıvamında, insan soyuna yönelik bir cellat, gizil ve amansız bir dolambacın uğrusu, bir 'Elephant Man'iymiş.
Ve sürdürüyorlarmış ki, bütün peygamberlerinizin ilk buyruğu 'Öldürmeyiniz' oldu, ama ilk kılıcı onlar indirdi. Bütün krallarınız insan eti yedi. Herodot Tarihi'nin bütün kraliçeleri köleleriyle sevişti, ama uçurumlardan atılıp, kemiklerini Atlas kuşlarının sıyırması dileğiyle...
Ve böyle bir düzen nasıl olabilirmiş ki ve biz nasıl böyle bir ikiyüzlülüğe katlanabilirmişiz ki ve kimin adına ve niçin adanabilirmişiz ki bu kanlı vodvile!..
Ve Fransız devrimi dedikleri, giyotinle, yoksulların etinin çengellerde seyriymiş. Kralların yerine elan diktatörler geçmiş ve kan içen vampirlerin yortuları, kutlamaları da hala sürüyormuş, dünyanın karalarında, cehennemi zindanlarında...
Bolşevik devrimi mujikleri soyup öldürmekten başka bir şey değilmiş. Aydınlanma çağları dedikleri, yoksulları karanlıkta öldürmenin utancından sıyrılmış ve güneşli meydanlarda 'Asılmışların Baladı'nı haykırarak, kalabalıkları çılgına çeviren, sarnıçların çıldırtıcı sularından içen korolardan başka bir şey değilmiş.
Kanın kösnüllüğünde, Bastille ve Taksim'de, Concorde ve Pigadilli'de, Manhattan ve Tianenmen'de toplanan sayısız kızıl arı, hep birbirinin kovanlarına saldırıp, hep birbirini yermiş...
Hayvanlaşan İnsan'ın Emile'siymiş bu çağların adı...
Ve hala oralarda bir hay huyun haykırışlarıyla, inanılmaz bir vahşet, ruh sayrılıkları, ölüleri gömme törenlerinin şaşaası, tüm barbarlığı ve tüm görkemiyle, umarsızca ve acımasızca, kan içme törenlerine duyulan özlemin sarhoşluğunda, delilerin edimlerine rahmet okutarak, sonsuzca sürecek bir doyumsuzluğun cinai çılgınlığında, insanoğulları kolan vuruyor, kanın ve gözyaşının yücelttiği saraylarında, kafesler içinde yaşamlarını sürdürüp gidiyorlarmış!..
...
Adam, yanıp sönen bilgisayarını hızla kapattı ve nereye diye bağrışanlara aldırmadan ve kimseciklere el sallamadan, kardeşlerimi aramaya gidiyorum diye haykırdı!..
Canik Dağları'na!..
8 Mart 2018 Perşembe
İNGİLİZ POSTA ARABASI
İnanılır gibi değil, gecenin bir vaktinde, Thomas de Quincey'in kitabını okuyordum, yatakta... Yatakta kitap okunur mu demeyin, zararın neresinden dönerseniz kârdır, ben sessizliğin mukim olduğu her alanda kitap okuyabilirim, martılar çığlık çığlığa uçarken, değirmen dönerken, rüzgâr kapıları çalarken ve uğultuyla çitleri kar örterken okuyamam yalnızca...
Çünkü bu saydıklarım başlı başına kitaptır.
Kitabı yani İngiliz Posta Arabası'nı okurken uyumuş kalmışım, öyle demeyin çokça okumanın bildik halleridir bu, sol elim kitabı tutar vaziyette uyanmıştım, kitabın kapağı ipek yorganın bir ucuna yaslanmış ve elimde öylece kalmış. Yorgan vardı ama ipek yazıya neden girdi anlamadım.
Anlatmak istediğim bu değil ama, okurken kaldığım bölüme uykumda devam etmiş olmam, düş görüyordum ve ayniyle vaki biçimde yatakta kitabı okumayı sürdürüyordum. Çok edebi bir bölümdü, felsefi diyebilirdim sürüp giden sayfa, her uyku bir uyanışa açılır, ölüm uykusu bile, hangi kapıya açıldığını bilemeyişimiz, bir daha eski evlerimize ve rutin yaşamımıza dönemeyişimizdendir, diyesim ben öylesi bir düşde bu kitabı okumayı sürdürseydim, açılan o yeni kapıdan bir daha bu münzevi halime dönemeyeceğim için, hangi kapının açıldığını size söyleyemezdim, kapının açılmadığından değil...
Bu yüzden yaşam sonsuzdur ve bizler de ölümsüz birer ciniz, ama gittiğimiz yeri geçmişimize anlatamadığımızda, ölmüş gibi yapıyoruz, halbuki yalnızca başka yerdeyiz ve bir posta arabasıyla bile olan biteni ulaştıramıyoruzdur ne yazık ki, bir önceki istasyonda kalanlara.
Onlara acıyorum ben!..
Bir gün onlar geldiğinde, belki selamlaşarak hoşgeldin dediğimizde, nereye gittiğimizi öğrenecekler. Ama öğrenmeseler de olur, yaşarken bile unuttuğumuz, bir daha göremediğimiz candaşlar yok mu, Kutulamare'de kalmayı yeğleyen büyük teyzem, annemin iki büyükten babası Habip, Dresden'de yaşam süren üvey kızcağızımız, İllionis'in mavi göklerini seçen kuzenimin amcası -babam olmasın bu, akraba ve taallukat işlerini bir türlü kavrayamam ben- ve Orta Asya bozkırlarından göç etmediği ileri sürülen ilk atam bunların kanıtıdır. Benden evvelkilerin ve benim görmediğim sağdıçlarım sayıyorum onları.
Kitabın henüz başlangıç sayfalarında kalmıştım, düşlerimde okumayı sürdürmeden önce; 'Oxford'a girmemden yirmi yıl ya da daha uzun bir süre önce, o zamanlar Bath milletvekili olan Mr. Palmer, kuyruklu yıldızlardaki garip insanlara ne denli ucuz gelirse gelsin, küçük gezegenimiz Yeryüzü'nde başarılması çok güç iki şey yapmıştı: Posta arabalarını bulmuş ve bir dükün kızıyla evlenmişti. Bu nedenle de, sürat ve zamanlama gibi iki büyük savda, posta arabalarından hemen sonra gelen, Jupiter'in uydularını bulmuş (ya da keşfetmiş aynı şey), ama öte yandan bir dükün kızıyla evlenmemiş olan Galileo'dan iki kez daha büyük bir adamdı. Mr. Palmer'in örgütlediği biçimiyle bu posta arabaları, o günden sonra gördüğüm düşlerin allak bullak olmasında büyük bir payı olduğu için, benim tarafımdan kılı kırk yaran bir dikkate hak kazanmıştır; önce, o zamana kadar eşi görülmemiş hızdan dolayı -çünkü hareketin görkemini, şanını ilk kez onlar ortaya çıkarmıştır...'
Kitap çeşitli varyasyonlara girip çıkarak ve sonlara doğru bilinç akışı bir hızla okuruna serenad çekerek bitiyor. Etkileyici türden ve değişik bir kitap. Ama ben size benim düşlerimde okuduğum bölümden söz edeceğim, düşler gerçek yaşamda ulaşamadığımız ya da sıkıntısını çektiğimiz ve iç dünyalarımızda bir özlem ya da ukde gibi kalan şeylerin dışa vurumudur. Örneğin ben felsefeyi çok severim ama yapamam, okula gitmekten nefret ederim ama devamsızlığım yoktur, çünkü; hayatımın ona bağlı olduğunu bilirim. Bu yüzden gördüğüm düşlerde hep derslere girip çıkmış, okulu hiç bir zaman bitirememişimdir. Yıllarca bir düş gördüm ben, üniversitede, lise bölümü vardı ve hep orada derslere giriyordum ve kalırsam dört yıl boyunca üniversitenin bu -lise bölümünde-, korkma diyordum kendime, nasıl olsa bir lise diploman var senin, bitirdim ben bu liseyi lektörler dersin ve kurtulursun bu işkenceden, bu düşü hala görüyorum ve işkence sürüyor bilesiniz.
Bir de eski işyerlerime giderim ben düşlerimde, vaktiyle çalıştığım yerlere, oralarda yaşım gereği, işim bittiği ve artık postu ağarmış bir -aylıklı aylak- olduğum halde, çalışır dururum ve bir ücret vermedikleri için, hep söylemek isterim ki, artık bir ücret bağlayın bana, bu kadar karşılıksız çalışmak olmaz!.. Neden iç dünyama işlemiş bu okul ve iş yaşamım bir türlü anlayamam, çünkü her ikisi de çok zorlukla geçmiş şeyler değildi ama ruhevinde çok önem veriyormuşum demek bu mesel(e)lere!.. Bu dediklerim yazı değildir, hayat gibi gerçektir.
Bunun gibi felsefeye çok merak saldığım ve hep özendiğim için, İngiliz Posta Arabası'nı düşlerimde felsefi bir metin gibi okumuştum ben (nereden bileyim gerçekte de öyle bir cantı var gibi), yaşarken özlemini çektiğim okuma ve yazma biçiminin dramatik biçimde ortaya çıkışı işte, tıpkı iş ve okul yaşamının işkenceye dönüşür biçimde düşlerimden çıkmayışı gibi.
Ben düşümde okuduğum bölümün, biçimsel ve düşünsel yanlarını algılıyorum ama anımsayamıyorum, daha doğrusu anlatamıyorum, zorlu bir şey onu burada anıştırmak, ama kendime güceniyorum bu yüzden ve ilginç bulduğum içinde, o bölümü buraya aktarmak istiyorum, o düşün dışında bir düşsellikte bile olsa, ruhum hafiflesin, ağırlığım dinsin -çünkü düşlerim beni hep sıkıntı ve zorluklarla başbaşa bırakıyor- diye... Zamanım yok kendime, folklorik renklerle bezeli bir düğün kaşığından yutar gibiyse de, bir parça aktarayım işte...
'Posta arabalarının dingilleri ve atların koşumlarına dek; öyle ince ayrıntılarla süslenirdi ki bu arabalar, sanki içinde Wisconsin'e doğru giden haşmetmeapları varmış gibi ürkü verirdi, neden ürker insanlar bu tür tantanadan diye hep düşünmüşümdür, güç korkusu mu bu, güz/elliğin büyüsü anlaklarını tavaya çevirdiğinden mi, kendileri hiç bir zaman ponponlu çorap giyemediklerinden mi, özlemlerin birine kavuşsa, diğerinin başladığını bildiklerinden mi, yoksa bin yıllar öncesinden genlerine girmiş bir korkunun, bilinmeyen bir ahval ve her belirsizlik karşısında yine depreşmesinden mi... Yazık derdim bu insanlara, kırlarda kukuletaları, kürek ve kazmalarıyla yanlarından geçerken, onların hayranlık dolu ürkülerine hep şaşırmışımdır ve üzülmüşümdür tabi sonuçta bu hallerine ve de kendime, çünkü biliyordum ki bilincimin kıvrımlarında, karanlık dehlizlerinde ve düş evimin derinlerinde aynı korkular var.
Bir gün İskoçya'nın hırçın sahillerinden bir düşteymişçesine geçiyorduk, atlar burada yavaşlar ve denizle, posta arabasının uyum dolu-çatışkan görüntüsü tanrısal bir hava verir; kıyı kasabalarının izleyenlerine. Ortalık ıssızdı ama, birden bir yarın arkasına kıvrıldı yol, deniz solda uzanıyordu artık ve uzağımızda, bir kadın bir erkeği çekiştiriyordu, perdelerin arkasından izlemeye koyulduk ama onlar bizi umursamıyordu sanki, kadın öyle çekiştiriyordu ki zavallı adamı, durup anlamak istedik olan biteni, bazen şöyle bir şey olur, gökyüzünden azrail ya da onun efendisi bile inse, insanlar sizi umursamaz olur; kuyruklu redingotlarımız, altın topuzlu asalar ve başımızın üstünde: İlahi ereği, merhametle karışık bir ıtır ve korku yaysın diye giydiğimiz şapkalarla, onların yanına vardık, kadın güçlü kuvvetli ama adam çelimsiz ve çukur gözlüydü, elem verici bir hali vardı, hiç ara vermeksizin ne yapıyorsun sen dedik kadına, ağzımızdaki lafı daha bitirmeden atıldı kadın; Kaçırıyorum ben bunu!..
Gökteki saltanatın yerdeki uzantısı arabamıza bindiğimizde, kahkahalarla güldük, insanlığın halleri bizi sürekli güldürürdü, sürekli ama, titrerken bile!..
Dublin'e gittiğimizde görülmüştür arabayla, deniz aşırı. Vapur acımasızca düdüğünü çaldığında (her zaman zorluklar yüzünden ayrılan insanları anımsatır bu klakson bana); hınçla atları kırbaçlayan sürücüye ne yapıyorsun demiştik, şaşırdık herife; entropi dedi, hiç gereği yokken korna uyardı beni görevim konusunda ve atları kırbaçladım bilisizce... Hayatın ve ölümün amansız baskıları işte!..
Atları bir çıma zorlukla zapt etmişti, yoksa Atlantis'e, haşmetmeaplarının posta arabasından düşerek; Styks'ı geçen ilk insanlar olmanın gururunu taşıyacaktık, bir seçilmişlik duygusuyla... İnsan ölümünün bile, bir ders ya da şaşaa gibi algılanmasını istiyor işte, yaşamlarına ne kadar bağlı şu yaratılmışlar görüyorsunuz.'
Uyandığımda kitaba kaldığım yerden devam etmiştim.
Kraliçem kendisiyle ilgili bölümü, okurlardan sakladığımı, nereden bilsin!..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)