18 Nisan 2017 Salı
SERÇİN (Bir Ada Kuşu)
Adanın iyi tarafı, yollarda karşılaştığınız dostlarınızla, yürüyüşler yapmanız, selamsız sabahsız kapısını çalmanız ya da bir adadan bir adaya gezip tozmanız. Serçin, Lunapark dedikleri, Aya Yorgi yokuşunun başındaki kafede oturuyordu, at meydanı diğer adı, faytonlar var ve armağanlık takılar satılıyor.
Elinde bir kitap vardı ve dalıp gitmiş okuyordu, her zaman şaşarım, açıkta nasıl kitap okunur, gürültüde ya da türün diğer canlılarının cirit attığı bir yerde veya dalgalı bir deniz üzerinde, vapurda ya da güneşin vaftiz ettiği bir kıyıda...
Niçin olmasın, ama anlatma çabam, dikkatle incelediğim bir şeyi, alelusul bakarak geçiştiremem, özümsemeliyim, belki de dikkatim dağınıktır bilemem...
Serçin'e yarı hayranlıkla, yazarı kim bu kitabın dedim, görüyordum ve hiç tanımadığım, duymadığım biriydi, gizil hesapta bu denli tanınmamış birinin kitabı, nasıl ilginç olabilir sorgusunu yöneltmekti amacım, sessiz bir kibarlıkla tabi... Serçin hiç şaşırmamış gibi, şimdi günahını almayayım ve dilerim yanılmış olmam, İrfan Bağcı gibi bir şey söyledi.
Hiç duymadım dedim, güzel mi dedim bari, bir klişeyle lafı uzatmaya çalışarak, ben çok beğeniyorum dedi, Birinci Dünya Savaşı'nda, ailesinin başına gelenleri, acıları, mücadele ve savrulmalarla geçen ömürleri anlatıyor. Dönem kitabı gibi dedim, dönem kitabı ne demek onu da tam bilmiyorum ya...
Güldü Serçin esprili biriymişim gibi, laf lafı açtı, resim öğretmeniyim ben dedi, resim yapmıyor musunuz dedim hemen, zamanım hoşnutlukla geçsin, bir uğraşı olsun diye yapıyorum da ben...
Çocuklara öğretiyorum ve orada yapıyorum, bir sergi amaçlı ya da dışarı açılma biçiminde değil dedi, kırılacağını düşünerek, çok yavaş ve saygılı bir dille, yaptığı işi, alçak gönüllü sınırlar içinde sürükleyerek ömrünü geçirenlere hayranım dedim; en iyinin peşinde görünmez bir ufku, ejder gibi kıvılcımlar saçarak, kulakları tırmalayan bir gürültüyle dumanlar yayarak aşmaya çabalayan ve öte tarafta dört nala bir hırsla koşmadan, yaşamla barışık, bir çiçeği koklar ya da bir fideyi sular gibi, geçip giden ve unutulmayı göze alan insanlar, hangisi görünmez sanrıların ve sonsuz bir ermişliğin göstergeleri acaba dedim, ilkinin bir araz olduğunu biliyorum dercesine...
Gülümsedi, ben dedi eşimle çok mutluyum belki de ondandır, bu kez sesimi çıkarmadım, çünkü konu yön değiştirerek dağılabilirdi...
Resimlerimi size göstermek isterdim dedim, telefonunu işaret ederek, bas dedim karşına çıkar, epeyce arandı ve sonunda evet bunlar dedim.
Boya kullanmıyorum, resim yapmamın nedeni duvarları tablolarla süslemek istemem ama gücümüz her şeye yetmeyebiliyor, öyleyse tablolarımı kendim yapayım dedim. Başkalarının sağda solda, dergilerdeki resimlerini, estet görüntüleri, bazen objeleri topluyor, tuvale yerleştirip, sonra sıvı bir yağ çeşidiyle üzerinden geçerek başkalaştırıyorum, palimpsest gibi alttaki görüntüler üste çıkıyor, sonra siyah pastelle üzerlerinden bir kez daha sıvı yağ eşliğinde geçerek tümüyle başkalaştırıyorum ve tablo artık benim oluyor dedim. İlginç, kolaj sayılır dedi görüntülere bakarak...
Kendi resim çalışmaları arasından hafifçe Gustav Klimt'i andıran bir şey gösterdi, güzel dedim, Picasso'yu değil Max Ernst'i severim ben, bana göre Picasso'dan üstün biri, çünkü o düşünemeyeceğimiz resimler yaptı, Picasso bir renkçi ve Einstein'in rölativitesini hayata geçirdi, esinlendi belki ama derinde bir tür kopyacı, Ernst ise tamamen özgündür, sorun bu değil ama yüzyıllar sonra Picasso mağara çizgilerinin modern bir versiyonu, Ernst ise döneminin ilerisinde bir resim canavarı sayılacağı için, Picasso onun gerisinde bir ressam olarak algılanacak...
Salieri'nin müzikal patron, Mozart'ın ise geçimini sağlamak için koşturan bir piyano madrabazı sayılması gibi... Ortaçağ Bosch'dan çok iyi ressamlarla doluydu ama Bosch kaldı, sanat deliliktir birazda, bitmez tükenmez konular ama bunlar dedim, Nedim Günsür var, Balaban var -Botero'yla yakınlığı olabilir onun dedim sesimin arasına girerek-. Bizde de iyi ressamlar var dedi, kültürün tüm dolambaçlarında baş mabeyinci kimse, patronu da o ne yazık ki, kültür konularında başat olmanın nitelikli yapıt üretmekten başkaca sorunları da var, dünya güçlerin gölgesinde dönüyor.
O kadar güzel söyleşiyorduk ki, sonraları aynı düşünceleri paylaşıp da, ayrı görüşler ortaya konulabileceğine, Serçin'in örnek olduğunu hep ansımış ve anlamıştım ben.
Sessizliğin yaydığı huzurla anlaşmanın, ani kıvılcımında dedim ki ona, bozguna uğrattıkları İngilizlerin giysisini, dilini ve kara Avrupası'nın endüstriyel makinelerini topraklarınıza boca ederseniz, kültürel anlamda, bir biçimde öncülüğü ellerinizle başkalarına bıraktığınız anlamına gelebilir bu, bizler öyle ki Avrupa'da bir köye bir traktör düşerken, üretici olmadığımız halde, her eve bir traktör gibi içler acısı bir duruma sürüklenmişiz, işimiz zor, gönüllü bir kabullenim bu, görünmeyen bir boyun eğiş, tutsaklığın boyutları özgürlükte gizlidir, üretmeye değil, tüketmeye ve bir aracı gibi, al satçılığa yönlendirilmiş bir programın uygulayıcılarıyız ne yazık ki, toprakların kaderi üzerinde yaşayanların tutumuna bağlı. Değişmeler kökten başlar, örneğin kentler, kırsal kesimden daha gerici bir tablo çizebilirler, çünkü onlar fason, aktarıcı sanat ve kur tak endüstrisiyle işbirliği içinde oldukları için değişime karşı çıkarlar genellikle, sanatın özgünleşebilmesi için bireyin ve toplumun kendi köklerine dönmesi ve tümel anlamda salt dışardan değil, içten yanmalı motor gibi kavrulması ve bunun yanında kendilerinin aktarılan yan olmasının, özellikle düşünülebilmesi gerekir dedim. Doğru olabilir ama kitabi yaklaşımlar, işler bayağı kaotik sınırlara vardı artık, ama iyi niyette önemli tabi, haklısınız dedi.
Onun ermişçesine tavırlarından yararlanarak içimi dökercesine sürdürdüm, sanatçılar aslında aks değişikliğine kolayca yönelemezler, sanat kurulu düzenin, ağırlaştırılmış deyimle statükonun diğer kutbu gibi nitelenir, sacayaklarından biri, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir ilkesince düzenin vazgeçilmez payandasıdır onlar ve gizli birer krupye gibi de çalışırlar gerçekte ve bir lonca gibi pay alırlar...
Sen dedi epeyce dert etmişsin bu konuları anlaşılan, sürdürdüm günah çıkartacak bir tapınağa girmiş gibi, bu nedenle sanat ilericidir sözü hurafedir, işbirliği ve karşı koyma iç içe kavramlarda olabilir ve öyledir de, örneğin Van Gogh'un resimleri, resim sanatı için bir yenilik olabilir diyelim, bu bir marangozun yivli sandalye bacağını keşfetmesine benzer, ama toplumdaki atılımın, dinamik dönüşümün ve olası bir reformun karşılığı nedir bu resimlerde, verili atmosfere düşünceler üretiyor ve yaftalıyor artık insanlık, yakıştırmalar bulguluyoruz, düşüncelerden ütopya yaratma ve devinimlerle, başkaldırma çağları kapandı. O resimler sinir krizinden kurtulamayan, bir sanatçının sanrısalı mı, nasıl öncü sayılacaklar sanatta veya hayatta, saçmalıktır bu, estetik açılımın zamansal devinimleri sayılabilir belki o kadar, niceliğe katkı sağlar illüstrasyon onlar, sanat bir elektrik ya da bir Graham Bell aygıtı değildir, Picasso bile, görecelik kuramına sığınarak resmini üretmiştir, kendisi bilimsellikte oluşan bir süperpozisyonun var ettiği bir sanatçıdır, bir keşfeden değildir, keşfedileni taklit eden, onu yayan ya da geliştiren bir mudidir o ve bir yanıyla abartıdır her zamanki gibi insanlığın kuşağında, çünkü kurulu düzen bu tür materyallere, sanatsal objelere sığınarak işleyen bir mekanizmadır, bu yüzden sanat bir işbirliğidir ve Picasso konformist bir resim tüccarıdır gerçekte, Dali bu iki yüzlülüğü bildiği için saklamak gereğini duymamıştır yaşamında, dolarize bir yaşamım var benim demiştir açıkça... Nedir bu resmin yarattığı toplumsal reform veya rönesans, düşünelim ki salt reformun resmi olabilir o yalnızca, gene işbirliği... Kırılmanın baş tacı, göksel nişanesi oldu diyelim, daha kötü, eski düzende de yaptığı bu değil miydi, sanat kendi statükosuna yönelen ilk harekette ilkel, ilkeci kimliğini gösterir ve değişimcileri köylü, bilisiz, görgüsüz gibi burjuvazinin tekerleklerine yaslanarak, suçlamalara ortak olur ve karşı kitleyi ayağa kaldırmaya çalışan sınıfla işbirliğine tutuşur genellikle, bu yüzden sanatçılar, sertçil bir değişimde, saldırıların odağı haline de gelebilirler. 1789'un kanlı devrimi giyotine gönderilen isimsiz ressam, müzisyen, düşünür ve sıradan sanatçılarla doluydu, çoğu kralcıydı ve cumhuriyetçilere, değişime düşmandı, eski düzenin libertası birer öncü ve çoğunluktular, 1789 bilinenin aksine, burjuva değil, köylü devrimidir, hiç bir devrim köktencilikten yoksun ve toplumun alt tabanına, başıboş bir su gibi yayılma ve bir kaplanım gösteremiyorsa gerçekleşemez ve artık o bir devrimde sayılamaz. 'Bastilleciler' evet aristokrasiye son vermiştir ama burjuvazi ayaklanması değil, bir köylü ayaklanmasıdır bu, köylüler sonrasında kendi içlerinden burjuvaziyi çıkarmışlardır, devrimin adı -galatı meşhur olarak- burjuva devrimi olarak kalmıştır belki ama bu tarihsel bir dolanmadır sonuçta, bir ardır ne yazık ki, bu açınlar doğrulanımında devrim süreklilik ister, evrim yoluyla da olsa, sivil kurumlarla akışıp, yatışsa da, çünkü sıradanlaşır giderek, içselleşerek köhner ve bayatlamaya yüz tutar ne yazık ki...
Sizin dedi tasalarınız çok sanıyorum, kendinizi ifade etmeye bayılıyorsunuz, zaten her erk kendi sanat düzenini yaratır, kavgada buradan çıkıyor, sanat biçimsellikle konum değiştirir hatta dedi, teğel gibidir o, bir koful ve osmoz turgor olayı gibi, ama sizin söyledikleriniz arkaik çağların söylevleri gibi oldu, gotik birer salınım, kendinizi yenileyin!.. Dinleyen varsa bir konuşan bulunur diyerek güldüm gürültüyle, o da bir kahkaha attı, melek oydu kesinlikle masada ama şeytan olduğum söylenemezdi, çünkü melek durumun farkındaydı...
Ben dedi Serçin, Eskibağ'a doğru yürüyeceğim, hiç çekinmedim bende gelebilir miyim dedim, gel dedi, orada manzara eşliğinde bir şeyler yiyeyim, tamam dedim beraber yeriz.
Epeyce yürüdük, iki tarafı ağaçlık düz yolda, kır çiçekleri eşliğinde, sözlerimi sürdürdüm, konuşmak madalyonun öbür yanıdır, dinlemeyi severim ben dedi.
Daldan dala geçerken cenaze törenlerinin ölümü ve öldürmeyi onaylamak olduğunu düşünüyorum, bizden başka hiç bir canlıda bu tören yok, birbirini öldürende yok dedim, evet dedi şimdi doğru söylediniz, az gelişmiş ülkeler kabloya basma der örneğin dedim, oysa kablolar zaten yerin altından geçiyor, geri kalmışlık bir afsunla yürürlüktedir her zaman...
Ortada iki kişilik bir intihar varsa eğer, bunun biri kesinlikle cinayettir, çünkü iki kişi aynı anda intihar edemez, intihar bireysel bir tepkime, bir davranış biçimi, hep söylüyorum dedim, -belli konularım vardır benim Serçin, yinelerim sıkça diye araya bir söz karıştırarak- bu yüzden Stephan Zweig'ın eşi Lotte'yle intiharına hiç saygı duyamıyorum, çünkü bence Stephan eşini intihara zorladı, bir kabul, görüntüde son derece mantıklı ve gönülden bir davranış gibi sergilenebilir ama iç dünyalarımız dalgalı okyanuslar gibidir, gerçeği hiç bir zaman göremeyip, sezemeyebiliriz...
İlk kez söze karıştı, külliyen intihara karşıyım ben, yararsız bir tepkime olması bir tarafa, ha kendini öldürmüşsün ha başkasını, bak bunu düşünmemiştim dedim, her şey bir cinayet sonuçta ha... Öyleyse dedim Zweig, karşı çıktığı Naziler gibi bir katil... Bir sessizlik oldu ve geldik dedi, Eskibağ'ı bilirdim ama bu kadar çabuk geleceğimizi düşünmemiştim.
Serçin'in anlamını sordum, ilginç bir isim diyerek, Osmanlıda bölük başı gibi bir anlamı var dedi, serçeyi çağrıştıran bir şey sanmıştım dedim, hayır dedi, serçeyle bir ilgisi yok ne yazık ki...
Onun, uçuruma bakan benim çok sevdiğim görüntüleri izlemesi için karşıya geçmesini söyledim, bu manzarayı sevecek misin bakalım...
Bütün adaları çok severim dedi, Burgaz, Heybeli, Kınalı hepsi olağanüstü duygular yaşatır bana... Heybeli daha özel gibi ama dedim, ruhban okulu, uzaktan hepsinden daha gizemli bir havası var gibi, efsanevi sanatoryumu... Kapandı o dedi, hayat gibi, bir gün her şey biter ve yalnızca o kalır geride...
Sanat / oryum, oradan gelip geçen, kim bilir nice şairler vardır, şairler hastalıklı insanlar ne de olsa dedim, gene de şairler flagellum, bakteriyel bir kamçı gibi doğanın bilinen en küçük motorlarından biridirler, hayat onlarla güzeldir ve bizi yaşamın içine, güzelliklere sürüklerler...
Sana dedim Cansever'den bir şiir okuyayım, adanın havasına uygun... Oku dedi...
'Bilmez miyim hiç bütün bu sözler ne der ona /
Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar /
Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok /
Kıyılar da bomboş, kır yolları da /
Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum /
Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca /
Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler /
Yol kenarında bir kapı, tahta /
Peki, kim yitirmiş evini, ya da /
Hangi yitikle yok olmuş o yapı /
Kim bilir /
Vuruyorum yokuş aşağı, kıyıya /
Bir taşın üstüne oturuyorum /
Ben oturur oturmaz /
Çıkıyor kuytularından bütün görünümler /
Ve ufak bir oyun oynuyor bana doğa /
Alıp alıp götürüyor gözlerimi bıkmadan /
Kısalıp uzayan bir çift yılan balığını andıran gözlerimi /
Güneşin şavkından yuvarlanan çakıllara /
Tam o sıra bir vapur yanaşıyor iskeleye uzun sürecek bir sonbahar taslağı gibi /
Denize yeni sürülmüş bir tarlaya benziyor, uyanık, diri /
Ve işin tuhafı bense /
Alışıyorum gittikçe /
Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma /
Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden /
Ve bu yüzden mi bilmem /
Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum /
Sürüyle kuş havalanıyor defnelerin içinden /
Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden /
Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri /
Dağılıp gitmişler her biri bir yana /
Kuşlar gibi, onlar da /
Benimse ne gideceğim bir yer /
Ne de özlediğim bir şey var /
Öyleyse neden yazıyorum bu sözleri ona /
Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa /
Böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük /
Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana. /
Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki /
Dalıp gidiyorum, düşünüyorum da, saat on iki /
Bakıyorum denize, bir kağıda bir iki dize yazıyorum /
Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha /
Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da /
Yani tam böyle bir şeye benziyor zaman /
Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan /
Çıkageliyor sonra, saat on iki. /
Anlıyorum /
Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi /
Yalnızca bunun için uzun /
Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da /
Örneğin /
Bir sevgiyi yontup onarmak için /
Kavgamızda sevgidir /
Ve benim bildiğim kadarıyla /
Her şeydir bir insan, her şeydir /
Yalandır kısalığı yaşamın /
Ve özellikle insan dediğimiz şey /
İnançlı bir insan soyunun parçasıysa. /
Sonunda baş başa kalıyoruz gene /
Baş başa kalıyoruz doğayla ben /
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden /
On temmuz cumartesi /
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden /
Ve yağmur hızlanıyor biraz /
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak /
Tam öyle yapıyorum /
Şimdi yağmuru seviyorum, /
şimdi yağmuru seviyorum, /
yağmuru seviyorum.'
Beğendim dedi, aşağıda süzülen martılara bakarak, bu uzun şiirleri belleğinde tutabilenlere şaşıyorum...
Serçin'le yürüyerek ta iskeleye kadar geldik, adalı olmasına karşın, karşıya geçecekmiş o gün, akşam üzeri ona güle güle dedim, görüşürüz...
Adalılar arasında görüşürüz bir klişe, birbirimizi o kadar severiz ki, hiç yaşanmamış, o karşılaşmalar hiç olmamış gibi selamlaşarak geçip gideriz yollardan, burada her şey uçucudur, tüm güzellikler gibi, yalnızca yaşamdır kalıcı olan...
Ama ne kadar çok konuşsam da o gün, yine de Serçin'in bana söylediği tek bir şey kaldı anımsadığım, demek ki konuşmak değil aslolan, hakkıyla düşünüyor olabilmektir belki de, şimdi neden o sözü etmişti anımsamıyorum, nereden gelmiştik oraya, hala kafamda taşıyorum sözünü ama, demişti ki bana; Abartmazsak biz, tüm insanlar, bir simülasyon içinde yaşıyor olabiliriz!..
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder