5 Nisan 2017 Çarşamba
PRİNKOPYA
''Tanrı insanları yarattı, insanlarda köleliği...''
Öğle sıcağı, kuytulara, kovuklara dek öyle bir bitkinlik yayıyordu ki, hiç bir şey hareket etmiyordu sanki, vadi sessizliğe bürünmüş ve salt günahsızların doldurduğu, devinimsiz bir dünyaya dönmüş ve sonsuz bir durgunluk vardı artık sahnede!..
Kelebekler dallarda öylece duruyor, karıncalar tümseklerde, yarıklarda uyumuş, kuşlar putlardan da sessiz olmuş, bal sinekleri de kanatlarını oynatmaksızın, hiç kıpırdamaksızın, bir ölü gibi bekleşiyorlardı.
Doğanın kutsanması ve güneşin gökyüzünde asılı kalmışlığının, yüzyıllardır yinelenen tapılası alışkanlığı, her zaman süregelen bir egemenlik ve mühürlenmiş bir geleneğin, bir tansımanın, geçip gitmesi bekleniyordu belki de...
Bir seremoni, bir saygı duruşu ya da tanrının kendini acımasızca duyumsattığı bir dışavurum veya yakıcı bir uyarı ya da göklerden süzülerek gelen ayetlerin sessizlikle inişiydi belki de gölgelerin dinginliği...
Doğa yaşama ara veriyor ve bir süre ölmüşlüğe özenerek bir anma duruşu sergiliyordu sanki, başlangıca, sıfırın mutlaklığına dönüyor, hiçliğe öykünüyor ve tanrısını taklit ediyordu belki de!..
Çünkü başlangıçta böyleydik biz, hiç bir hareket yoktu, yaşamın değerini bilin, onu sevin, tapının ve sakın anmayı unutmayın gibi bir taziye anıydı ortadaki ve değil sala, kutuplardan bir ses bile duyulamazdı artık, o an bir yasağa bürünüyor ve bir sessizliğe gömülüyordu her şey...
Güneş yavaşça açı değiştirdi ve ağır ağır devinerek, gökte bir milim kadar devrildi, sıfır açıdan kurtularak, hafifçe evrildi ve sanki totemler dünyasının saygı duruşu bitmişçesine yaşam birden ve başladığı yerden, tüm kıpırtısı ve hızıyla yeniden başladı.
İşte o an Talina'yla, sessizlikte ve çok derinlerden gelen, uykulu ve ancak yaşama kulak kesilen canlıların duyabileceği bir tıpırtı ya da küçük çıldırtılar, minicik yer değiştirmeler arasında adayı dolaşıyorduk ki, adanın o meşhur ve gizemli koruluğu sanki birden uyandı...
Yukarılardan inerek, taşlık, daracık bir yolun sonun da, bir çukurun başına, çıkmaz sokağı andıran bir yere gelmiştik. Deli Dumrul'dan biri yolumuzu kesmişti sanki. Kara bir delik, derin bir kovuk ya da camsız bir pencere gibi, boşluğa doğru sırıtıyordu çukur... Ne ki önünde, bir çalılık ya da bodur ağaçlardan bir demet, onun arkasını görmemizi engelliyor ve bu ona gizil, tuhaf bir hava veriyordu.
Talina, önleyemediği bir merakla çukura doğru atladı, dalları eliyle iteledi ve bana bakarak, gel içeri girelim dedi. Yoksa dedim her sapiens gibi, sevişmeyi mi tasımlıyor içerde... Gerçekte insanlar, olmayacak şeyleri, olmayacak zamanda ve olmayacak yerde düşledikleri için diğer canlılardan kuvvetle ayrılırlar.
Mobius döngüsü ya da Escher labirentleri gibi bir şey olmasın bu kovuk diye geçirdim içimden. Çünkü insanlar abartırlar ve olmayacak şeyleri, olmayacak zamanda, olmayacak biçimde düşledikleri için, türün öbür bireylerinden daha korkak, daha cesur ya da kahramandırlar.
Kara delik, yere paralel, boyumuzu aşmayan garip bir boşluğa benziyordu, eğilerek öylesine içeri girdik, şöyle bir kolaçan edip geri çıkmaktı amacımız, çünkü düşler çakıştığında genelde yol değiştirirler, duyumsuyordum. Bir soyutlama olan düş hiç bir zaman diğeriyle eşdeğer olamaz, somutlukta yaşanan eylemler ve sanılardır yalnızca paylaştıklarımız...
Dört nala giden düşlerin yerini, ışık hızında yer değiştirebilen merak duygusu almıştı ansızın, tanrıyı arayışın öylesine adlandırılması, yüceltilmiş tansıkla karşılaşmanın bir özleyişe dönüşen, bayağılaşmış ve sıradan kitlelere bahşedilmiş, düşünsel kozmolojisine uygun hale getirilmiş bir macera duygusuydu artık aramızdaki...
Öteden beri düşünürüm, tanrı aldatıcı bir duygudur, bir düşüncenin ürünü değildir, zorluk olmadıkça düşünülmeyen tek şeydir tanrı... O korkularımızın baş tacı ve tehlike savar asasıdır ne yazık ki... Tanrı yaşamla yüzleşmenin acımasız fenomenine dönüştüğünde vardır, ötesinde yoktur bu yüzden.
Tanrı nerede ve nasıl bir şeydir hiç bir zaman bilinemez ve ne kadar insan, canlı varsa şu acunda, o kadar tanrı vardır ve her birimizin tanrısı birbirinden o denli ayrıdır ki, tanrı var olsaydı bile, sonsuz sayıda yüzü olan bir varlık olabilirdi artık, bundan ötürü, eğer varsa bile tanrı, ne insanlar onu tanıyabilir, ne de insanları o tanıyabilir... O yine de vardır ama çünkü; yok olduğu sürece varlığı düşünülebilen, öne sürülebilen tek olasılığıdır o evrenin...
Bir duyu, bir algı ve bir düşünceye dönüşebilen, bu kozmik heyula ya da nen gerçekte nerede barınmaktadır acaba ve her şey bir tanrı parçacığıysa eğer; o yarattığına göre, onun her yerde olduğu ve her şeye gücünün yettiği varsayımı katıksız bir gerçekliktir artık. Çünkü gücün ve tüm yaratılmışlığın kendisidir artık, kaldıramayacağı kadar bir kaya yaratsa da, yaratamasa da, kayanın kendisidir artık o, bu yüzden böyle bir yaklaşım geçersiz bir argümandır ne yazık ki ve tanrı bu yüzden yoktur, çünkü yaratılan, yaratansa eğer, yaratanda yaratılandır artık ve birbirini yoksayan bir töze dönüşmektedir her ikisi de, varsayan olması da, birinin saltık, tekil varlığına bir açım olarak ileri sürülemez, çünkü o ikicil bir nendir, çift olan bir şeyin geçekliği diğeri midir açımına göre, varlığı ve yokluğu mutlaklıkla ve aynı anda ileri sürülebileceği için tanrı hem vardır ve hem de -kesinlikle- yoktur.
Bu yüzden mi bilemem, kovukta tanrı birden önümüze geçti ve durdu, el parmaklarımıza dokunuyor ama yalnızca kemiklerimize yapılan baskıyı duyumsuyorduk, yanağımızı okşuyor ama yalnızca etimizin üzerinde dolanan esintinin özlemini duyuyorduk, geçin diye buyurduğunda geçtik, tanrı buydu, iri bir sınır taşı gibi, ama ileride bir kalabalıkla karşılaşacağımızı biliyor ve adanın o dillere destan Prinkopya'sına, o kendine özgü yaşamına tanık olacağımızı anlıyorduk artık, söylentiler hep vardı ama, bir gören olmamıştı bugüne dek, More ve Platon ilerde duruyordu, tanrıdan sonra, kalabalıklardan önceydi bulundukları yer, Talina, hayır şeytandan önce onlar diyerek, düzeltti beni nedense...
Prinkopya'nın üyeleri olarak, ölümsüz yaşamlarını sürdürüyordu her türden varlıklar, tanrıyı da birebir görmüşlerdi ama birileri çıkıp da açıklamaları bugünün dünyasına ve bilişsel kozmolojisine uygun bulmuyordu henüz ne yazık ki, tanrının varlığının, onun belli belirsiz olmasından, çok daha kötü sonuçlara yol açabileceğini ileri sürüyorlardı dünyada... Bu doğru bir postulatsa eğer, bundan ötürü, bir düşünceden söz edilemez henüz ademoğlunda...
Yapılanımlarına uygun sözel profiller üretmektedirler onlar bu çağlarda ve peygamberlerinin söylenceye dönüşeceği zamanlar yakındır bu nedenle, tanrının da bir oyuncak, bir düşünce jimnastiği olduğunu ileri süreceklerdir yakın çağlarda, üstelik tanrı ortaya çıktığında...
İşte bu gün, burada tanrıyı buldular da oysa, karşılaştıkları tanrı, onların yani maymunsuların algı sınırlarının dışında ve o kadar öylesine, sıradan bir şeydi ki, arayışın sonucuna değil, bu konudaki yorgunluklarına ve bitip tükenmeyen çabalarına öncülük eden enerjilerine şaşırdılar ne yazık ki, sonraları enerji kaybının işlendiği varoş dershanelerinde, yıkıcı hipoteze örnek olarak, yüzyıllarca kitaplarını işgal etmişti boş yere tanrıyı arayışları...
Kara ağaçların arasından ortak dostumuz Niko ve Jessica geliyordu işte. Bir Protopya'ydı burası gerçekte, ilkel bir ütopya, sonra Prinkopya dediler, çok sonra basic sanrıyı gördüler ve Dreamopya adını verdiler yaratılarına, Talina gülerek Dramopya gerçekte burası dedi. Adalılar kendi düşlerine bel bağlıyorlardı belki ama çok sakin görünüyordu bu düş ülkesi, geçiş ekonomisi diye bir ders okutuluyordu örneğin, bedenin gereksinimleri ölçülüyor, kimileri salt sebze ve meyve yetiştiriyor, sıvı veya katı gıdaya dönüştürülebilen şeyler, otantik yaşamı savunan bireyler, karmakarışık bir yaşam düzümünü özleyen ve uygulamak isteyenler için bir laboratuvar ve deney alanıydı burası giderek...
Bir keresinde keten suyunu içmek isteyen bir organele, bir saat içinde bulup getirmişlerdi, balık yağını andıran keten suyu, genlerde mutluluk hormonunu artırıyormuş savlayanlara göre ve ama zaten kavgasız ve hiç tartışmasız, ölümsüz bir yaşam sürüyordu burada ve Zevkler Bahçesi'ydi kolhozlarının adı, Bosch'tan esinlenmiş, bir tür cennet veya cehennemin versiyonuydu katakompları...
Stelik yaşamlarda denebilir, tek uğraşları tanrının ötesinde ne varın aranışı ya da kozmosun ölümcül gizi nedir gibi bir sorunsal görünüyordu, iyi tarafları kavganın, çatışmanın ve savaşların bağımlılık yaratan, tümünü sürklase eden cinnetini benimsemekten kurtulmuşlardı ve kan içmeyi arayan alışkanlıklardan uzaklaşmışlar, bilinçaltlarında yer eden ölüm ve öldürme içgüdüsünden de mutlaklıkla kaçınabiliyorlardı artık, unutmuşlardı daha doğrusu konuşabilen bir ejderha ve hatırı sayılır, tırnaklı birer yaratık olduklarını...
Yüz yıllar önce, adrenalin geni çıkarılmıştı bu boylardan, genlerle oynayabiliyor ve can sıkıntısını tarihin karanlıklarına gömüyorlardı artık, ölümsüzlük, barış ve güzellik yaşamın naturası olmuştu, kan dökmenin yerini almıştı, alternatif sonsuz uğraşılarının güzelliği, örneğin ölümsüzlüğün, sınırlı sonsuzluğun kendisi olduğunu anladıklarında, bunu çoğaltmanın ya da ortadan kaldırmanın anlamı olamayacağını sezdiler ve tam aksine sınırın parçalanması yollarını aradılar artık, gerçek ölümsüzlük ve sonsuzluğa ulaşmaktı amaçları, bir özlemdi bu ve eski ölümsüzlük kavramları gülünç geliyordu artık onlara...
Prinkopya, denizlerin ve gökyüzünün bilinmeyenleriyle pek ilgilenmiyordu aslında, onlar bilginin sonsuz ve öğrendikçe bilinmeyenlerin çoğaldığı bir labirent olduğunu anlamışlardı, bilgi aritmetik bir hızla artıyordu evet ve her yanıt yeni ve sonsuz sayıda bir soru doğuruyordu ve her sorunun bir yanıtı vardı ama her yanıt yeni ve bilinmeyen sonsuz sayıda soru ağları demekti. Onun için pragmatizmden başka hiç bir şeye yüz vermeyen, bir ideolojik sorunsalın kurbanı ya da sevdalısıydılar.
Korunma ve gereksinimler, sağlıklı yaşam ve disipliner düzen amaçlanıyordu çoğun, ölümsüzlük, sevi ve zaman gibi klişe kavramların yarattığı piramitler ve gizil bilinmeyenlerin bezdirici zorlukları, gerilerde kalmıştı sonunda...
Örneğin tek bir kompüter vardı Prinkopya'da, herkes bir çip taşıyor ve oradan bağlanarak sanal dünyalarında sonsuz, uçsuz bucaksız bir gezintiye çıkabiliyorlardı, ekranları bir hologramdı ve gökyüzünün her köşesinde, diledikleri yere konumlandırabiliyorlardı, elbette bu ekranı ortakta kullanabiliyorlardı, ne büyük bir kolaylık...
Cengiz Han saklanacak yer bulamadığı için bütün korkularını unutmuş derler. Prinkopyalılar korku kavramını bilmiyorlardı, pek çok şey salt sanaldı çünkü, esin ve lav volkanları, kral Aaron, su yılanı, suların getirdiği Musa ve oksijen konsantratörü gibi cihazlar onlar için tümüyle sanal birer bilgi ağıydı ve ta baştan beri solumayı bırakmışlardı, kurtulmuşlardı solumaktan daha doğrusu, ama birer robotta değillerdi, çünkü Prinkopyalılar hiç bir iş yapmıyordu gerçekte...
Uzaydaki ütopyaların tümü ve Neptünsü yaşamlar bile ilkel sayılıyordu onlar için, çünkü bir sürü gereksiz ayrıntıyla boğuşuyorlardı, yer altı, yerüstü ve kayalık gezegenlerin uydusu sayılan yerlerde görülen ütopyalar bile, onlar için bir ilgi veya bilgi kaynağı sayılabilecek düzeyde değillerdi...
***
Korulukta girdiğimiz çukurdan, Aya Yorgi'nin arkasında kalan, tuhaf kayanın altındaki taş oyuktan dışarı çıkmıştık, herkes kayanın arkasındaki, eğreti taşlık yoldan çıkıp geldiğimizi sanmıştı, orada oturduk ve 'mare nostrum' Mermerler Denizi'ni seyre dalmışken, adalı dostlardan birine dilim sürçerek, az önce Prinkopya'dan geldiğimizi söyledim, güldü, insanoğlu olanaksız gördüğü şeylere, imgeleminde hiç bir zaman yer vermez ve bu alışkanlığını ölesiye sürdürür, bu yüzden ilkeliz biz her daim, bu yüzden insanlık, gübrede debelenir durur Argos gibi diye düşünmedim değil, adama ısrar etseydim eğer, bana deli gözüyle bakacağına emindim...
Talina içine girdiğimiz koruluktaki Marsias Boğazı'ndan o kadar etkilenmişti ki, tüm inançların, dinler, totemler, tapınaklar, ikonlar, kuleler, kubbeler, bilim-ilim dünyası, Satürn ve Gorgonların gerçekte bizi doğru yola sürükleyen imajlar, imgeler, manipülasyonlar ve ağlarla dolu bir dolambaçlar yığını olduğunu belirterek, düşlere ve ütopyalarımıza kavuşmak için, doğru yolda olduğumuzu söyledi, karşı çıktım, jenerik boyutunda olan her şey, filmin tüm bütünlüğünü gizlemeye yöneliktir dedim, bütün bu görselin ve ritüellerin gerçekte bizleri olması, erişilmesi gerekenden uzaklaştırdığını ileri sürdüm. Jenerik bir tadımlık bal, asıl nektarı hiç bir zaman tadamıyoruz, bir oyalama ve gecikme şu insanlık, bir anomali ne yazık ki... Talina gülerek, her zaman aynı şeyleri söylüyorsun, bir düşmanlığın mı var insanlığa dedi!..
Biz bir kandırmaca ve bir oyun içindeyiz dedim, örneğin gerçeklik sandığımız tüm yaşam sistemi, tümelde sanaldır bizim, sanal kabul ettiğimiz tüm yaşananlar ise salt gerçekliğe bir yaklaşım, örneğin bizim tanrımız sanal, meleklerimiz sanal, kitaplarımız sanal, ama gerçekmiş gibi davranıyor ve öyle algılamakta da ısrar ediyoruz. Bir oyunun içindeyiz oysa, tanrı gerçekte var ve onu aramıyoruz bile, öyle bir düşünce ve çabamız olmadığı için, varsayılan ve onun buyruklarını dile getiren bir kavramsala boyun eğmekte hiç bir beis görmüyoruz, tanrı neden kitap yazsın ki, düşüncelerimizi değiştiremez mi, ormanları keserek yazılmış buyrultular komik sayılamaz mı, olmuş gibi davranıyoruz biz her şeyde, biz antigerçekliğe sığınmakta ısrar eden cromagnonların süreğeniyiz bence, bir tür yalan, felsefi tütsülerle uydurulmuş masallarımız var bizim, güdük ve cılız bir yaratık olduğumuzu kabulden kaçınıyoruz, kendimizden korkuyoruz ve yüzleşmektense tanrıya sığınarak süblimasyonu tercih ediyoruz ne yazık ki, tanrıyı aramaya gücümüz yetmediği için, onu varmış gibi kabul ediyoruz ve sözde onun öngörüleriyle hareket ediyoruz, yalancı, sahte ve sanal bir tanrıyla yetiniyoruz biz, aramızda olan biri gerçekte o tanrı, çünkü birbirimizi öldürmeyi, yok etmeyi, süründürmeyi, acılar ve işkenceler bahşetmeyi, onun sınavları olduğunu ileri sürerek meşrulaştırıyoruz ve kesinlemelere dönüştürerek bağışlıyor ve sunuyor görünüyoruz artık kitlelere, 'evamiri eşare' böyle ferman olur mu, nasıl bir tanrı bu, tanrının bizlerden hiç bir farkı yok ki, olmakta olanın, olmamakla yer değiştirmesini istiyor, bu otoriter ve kana susamış toplumların hezeyanlarıdır öteden beri, paralel zıtlıkların doğruyu değiştirdiği nerede görülmüş, pekiştirmiş yalnızca, yazık değil mi, gerçek tanrıyı aramaya başladığımız ve bulduğumuzda tinsel ölümsüzlüğü ve sonsuz barışı da belki bulmuş olacağız, geçmişimizi cezalandıramayız bu yüzden ama çünkü ceza ilkel ve barbar tanrılarımızın yarattığı toplumların bir anomalisiydi...
Düşüncenin ve sözcüklerin sonunu getirmek için bir öykü yazdığımızı düşünelim, her ikisinin de sözü edildiğinde düşünce ve sözcüklerin tam aksine çoğaldığını, ürediklerini göreceğiz, düşünce ve sözcükler bedenimizi yiyip bitiren tümöre dönüşmüşler ve dizginsizler, buda bizi yoldan çıkarıyor, böyle bir şeye kalkışan insan türü sonunda canına kıyacaktır kederinden, çünkü hiç bir şeyi sonlandıramayacak bir uygarlık biçimi ve bir yaşam 'istemimiz' var bizim, sürekli sızdıran ve gaz kaçağı olan bir silindir gibi dünyamız, cehennem biziz ne yazık ki...
İşte bizim tanrılarımız hep ulaşılmazlığı öngörmüş, erişilmezliği kutsamış, niçin, sonlu yaşam ve zorunlu bitişi kanıksamamız için, ölüm ve birer kan kasabıdır yarattığımız tanrılar, uygarlık biçimimizi değiştirmeyi başardığımızda, bu tanrılar geçmişin putları ve Uranusları gibi tarihin karanlığına karışacaktır, uçurumlardan atılarak unutulacaklardır, bir zaman sonranın mitolojisi, bugünün motor gümbürtüsüyle, roket böğürtüsüyle ayın karanlık yüzünü gören hemcinslerimiz olacaktır.
CRSPRKHGNMQWRTYFDGÇJLVBXZ adını verdiğimiz gen düzenleme cihazını tam kapasiteyle çalıştırabildiğimizde, bütün barbar alışkanlıklarımızı yitireceğiz, etsevicilik bitecek, sıvılara olan tutkularımız sona erecek ve uygarlığımız bir nebze olsun ilerleyecektir, öncesi bir deneydi ve çok zamanımızı aldı, basic ama kötücül şeylerdi olan biten ne yazık ki....
Bir gün felsefe öğretmenimiz, eli cebinde derse gelmişti ve bilin bakalım avcumda ne var dedi, yaşamımız için çok önemli, bilene onu armağan edeceğim, hepimiz düşünce diye bağırdık, çünkü düşünemediğimiz de yaşayamayacağımızı sanıyorduk, hayır dedi, kitap dedi biri, gene hayır dedi, en arka sıradan biri -hava- dedi, öğretmen bir kahkaha attı ve evet bildin dedi, bu kadar basit, doğruydu bu, çünkü hava olmasaydı yaşam olmayacaktı ki, solumak... Japonlar konuşurken karşısındakinin gözlerine bakmayı saygısızlık sayarlarmış, çünkü suçlamak anlamına gelirmiş bakmak karşıdaki kişiye, ilginç, yaşama hakkı gibisi yok, özgürce solumaktır yaşamak gerçeklikte...
Presbit'eryeniz biz. Palindromik aralıkların virüsü, metalik hidrojen özlemcileri, sıvı yemekler, gaz kaçakları, azottan ekmekler, volfram nektarı ve Kenan ili kurbanları gibi...
Biz belki de güneş sisteminde diğer gezegenlerin ya da güneşin uydusuyuzdur, ayrımında olmadığımız kim bilir daha neler var, güneşin içindeki bir uygarlığın ham maddesi, belki de bir düşünce deneyiyiz biz, kobaylarızdır belki de, nasıl bilebiliriz ki ama görüntülerimiz tekin değil, fareler gibi tuzaklara atılmakla ömür geçirdiğimiz savlanabilir...
Süt yolunun Orion koluyla, yay kolunun arasında, gökadadaki en parlak yıldızlardan biri olan Eta Karina vardır, dıştaki ana kol olan Perseus ve Avcı'nın uzaklarındaki Beygir Bulutsusu gerçekte bir yıldız fabrikasıdır. Andromeda vardır, akkor gazlar ve bir alkol denizi olan uydular, dünyayı kaplayabilirler, görünür ışık neyse, karanlıkta görünmeyen ışıktır aslında, disk yıldızlar, hale yıldızlar vardır, soğuk, turuncu yıldızlar ve öte gezegenler, düşünüldüğünde kendimizi aştığımızı söyleyebiliriz ama evren bir kitapsa, bir nokta bile değiliz biz, bunu anlayabilmeliyiz.
'Bir gün, paramparça organları, deşilmiş bağırsaklarıyla son insan, ışıldayan güneşin ve yanıp sönen takım yıldızların altında bir başına dolanıp dururken; bir deri bir kemik kalmış, çılgınlaşmış son insan; uçsuz bucaksız mezarların, dev beton blokların, soğuk putların ve ıssız kentlerin arasında yalnız başına bir küfür gibi dolanırken, şu korkunç soruyu soracak; Neden?..'
Bu tür apokaliptik metinlerin senare ediliyor olmasının yararlı olduğunu söylerler, çünkü özgürlüğümüz için önlem alınmasını salık veren manifestolar gibidir, sanat ya da yaşam bir delilikse eğer binip gideceğimiz şey, ütopyalardaki gibi güneş gemileri olmalıdır diye düşünebiliyorum artık...
Şu anda okumakta olduğunuz bu dizimlerin, siz onları okumadan önce yazılmış olması gerekir. Ne ki onlar yazılmadan önce çoktan okunmuştu. Sonuçlar nedenlerden öncedir, çünkü nedenleri biz uyduruyoruz. Tüm gerçeklikler bir sonuçtur. Evren hakkında bildiklerimizin, nedenin (bu dizimlerin yazılması) bir sonuçtan (bu dizimlerin okunması) daha önce geldiğini ileri sürdüğümüzde, yapılması gerekenler açıkça anlaşılır ve güvenli bir varsayım gibi görünebilirlerdi bizim dünyamızda, oysa bu korkularımızın ve güvensizliğimizin dışavurumudur, evren nedenselliğini sonuçta görür ancak, birer sonuçtur öncekiler, çünkü onlar çoktan yapılmış şeylerdir, elementer dünyamızda olan, olması gerekenden, yani düşünülenden ve nedensellikten öncedir hep... Çünkü nedensellik aransaydı evren yapılanabilir miydi, sonuç nedenin kendisidir evrende...
Son yıllarda, atom altı parçacıkların krallığında neler olduğuna ilişkin bilgilerimiz genişliyor, araştırmacılar doğru gibi görünen şeylerin ve bazı durumlarda daha çok sezgisel olarak doğru kabullendiğimiz şeylerin, daima öyle olmadığı gerçeğiyle yüzleştiler.
Örneğin, süperpozisyon denen kavramı ele alalım. Schrödinger’in Kedisi örneğinde betimlendiği üzere, kuantum süperpozisyon, parçacıkların eşzamanlı olarak, iki veya daha fazla durumda bulunabildiği veya aynı anda iki farklı konumda olabildiği olgusudur.
Tuhaflık burada bitmiyor. Geçtiğimiz yıllarda, fizikçiler, süperpozisyonun nedenselliğe aykırılık taşıdığını da buldular; olayların nedensel sıraları da süperpozisyon halinde olabiliyor. Diğer bir deyişle, tıpkı parçacıkların konumları gibi, olayların sıraları da “belirsiz” olabiliyor.
Çünkü bir kötülük halinde nöronlar ne yapacağına çoktan karar vermiştir ve küçük, büyükten daha büyüktür, çünkü göktaşı veya tozsu evren onu yaratan parçacıktan doğallıkla daha küçük ya da daha küçük olmak zorunluğunu taşımaktadır.
Talina, alın yazısının gerçekliğine vardın dedi sonunda, alın yazısı nedensellik işlevidir dedim bizim yargılarımızda, ondan önce bir şey daha olması gerekiyor, işte onu bilemiyoruz, öyleyse ara geçişler, asıl müzikten sonra çalan şeylerdir.
Prinkopya gerçek olduğunda onu anlayacağız...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
azıyı Berfin Bahar'a okuduktan sonra "Pinkopya'nın ne olduğunu öğrenmek için bilgisayar'a sordum ve aynı yazıyı okudum. Bir gerçeği anlatıyorsunuz ama çok karışık olarak kaleme almışsınız. Halka halkın anlayacağı dille anlatılırsa kafaları karışmadan daha iyi anlarlar diye düşünüyorum. Esat Yavuztürk
YanıtlaSilhttp://ulyssesfaith.blogspot.com/2017/04/prinkopya.html?m=1
YanıtlaSilBu bir protomonologdur. Gerekçesiz ve zihnin akabildiği şekliyle işlenmiş. Oradan tavukların taneleri toplaması gibi toplarız benliklerimizi.
YanıtlaSilBu bir protomonologdur. Gerekçesiz ve zihnin akabildiği şekliyle işlenmiş. Oradan tavukların taneleri toplaması gibi toplarız benliklerimizi.
YanıtlaSil