20 Nisan 2017 Perşembe

FATIMA CHBIBANE-BENNAÇAR / GECENİN ŞİİRİ

Karanlığı kim sever ki
Ama bu küçük öyküyü dinlemelisin
Loire ülkesinde geçtiği söylenir
Görmek için gözlerini kapa
Göz alan bir konakta yaşar
Sevimli bir farecik düşlemelisin
Güneşsi bir aynanın önünde dans ediyor
Gece ve gündüz kendini inceliyor o
Karanlıkta bile görüyor
Ama sen var saydığında görebilirsin
İşte çekmecesinde uykuya yenik düştü
Gerçekten görmek için inanmak gerekir.
Bu gün ona iyi akşamlar dilemelisin.

(Türkçesi; Ulus Fatih)

18 Nisan 2017 Salı

SERÇİN (Bir Ada Kuşu)

Adanın iyi tarafı, yollarda karşılaştığınız dostlarınızla, yürüyüşler yapmanız, selamsız sabahsız kapısını çalmanız ya da bir adadan bir adaya gezip tozmanız. Serçin, Lunapark dedikleri, Aya Yorgi yokuşunun başındaki kafede oturuyordu, at meydanı diğer adı, faytonlar var ve armağanlık takılar satılıyor. Elinde bir kitap vardı ve dalıp gitmiş okuyordu, her zaman şaşarım, açıkta nasıl kitap okunur, gürültüde ya da türün diğer canlılarının cirit attığı bir yerde veya dalgalı bir deniz üzerinde, vapurda ya da güneşin vaftiz ettiği bir kıyıda... Niçin olmasın, ama anlatma çabam, dikkatle incelediğim bir şeyi, alelusul bakarak geçiştiremem, özümsemeliyim, belki de dikkatim dağınıktır bilemem... Serçin'e yarı hayranlıkla, yazarı kim bu kitabın dedim, görüyordum ve hiç tanımadığım, duymadığım biriydi, gizil hesapta bu denli tanınmamış birinin kitabı, nasıl ilginç olabilir sorgusunu yöneltmekti amacım, sessiz bir kibarlıkla tabi... Serçin hiç şaşırmamış gibi, şimdi günahını almayayım ve dilerim yanılmış olmam, İrfan Bağcı gibi bir şey söyledi. Hiç duymadım dedim, güzel mi dedim bari, bir klişeyle lafı uzatmaya çalışarak, ben çok beğeniyorum dedi, Birinci Dünya Savaşı'nda, ailesinin başına gelenleri, acıları, mücadele ve savrulmalarla geçen ömürleri anlatıyor. Dönem kitabı gibi dedim, dönem kitabı ne demek onu da tam bilmiyorum ya... Güldü Serçin esprili biriymişim gibi, laf lafı açtı, resim öğretmeniyim ben dedi, resim yapmıyor musunuz dedim hemen, zamanım hoşnutlukla geçsin, bir uğraşı olsun diye yapıyorum da ben... Çocuklara öğretiyorum ve orada yapıyorum, bir sergi amaçlı ya da dışarı açılma biçiminde değil dedi, kırılacağını düşünerek, çok yavaş ve saygılı bir dille, yaptığı işi, alçak gönüllü sınırlar içinde sürükleyerek ömrünü geçirenlere hayranım dedim; en iyinin peşinde görünmez bir ufku, ejder gibi kıvılcımlar saçarak, kulakları tırmalayan bir gürültüyle dumanlar yayarak aşmaya çabalayan ve öte tarafta dört nala bir hırsla koşmadan, yaşamla barışık, bir çiçeği koklar ya da bir fideyi sular gibi, geçip giden ve unutulmayı göze alan insanlar, hangisi görünmez sanrıların ve sonsuz bir ermişliğin göstergeleri acaba dedim, ilkinin bir araz olduğunu biliyorum dercesine... Gülümsedi, ben dedi eşimle çok mutluyum belki de ondandır, bu kez sesimi çıkarmadım, çünkü konu yön değiştirerek dağılabilirdi... Resimlerimi size göstermek isterdim dedim, telefonunu işaret ederek, bas dedim karşına çıkar, epeyce arandı ve sonunda evet bunlar dedim. Boya kullanmıyorum, resim yapmamın nedeni duvarları tablolarla süslemek istemem ama gücümüz her şeye yetmeyebiliyor, öyleyse tablolarımı kendim yapayım dedim. Başkalarının sağda solda, dergilerdeki resimlerini, estet görüntüleri, bazen objeleri topluyor, tuvale yerleştirip, sonra sıvı bir yağ çeşidiyle üzerinden geçerek başkalaştırıyorum, palimpsest gibi alttaki görüntüler üste çıkıyor, sonra siyah pastelle üzerlerinden bir kez daha sıvı yağ eşliğinde geçerek tümüyle başkalaştırıyorum ve tablo artık benim oluyor dedim. İlginç, kolaj sayılır dedi görüntülere bakarak... Kendi resim çalışmaları arasından hafifçe Gustav Klimt'i andıran bir şey gösterdi, güzel dedim, Picasso'yu değil Max Ernst'i severim ben, bana göre Picasso'dan üstün biri, çünkü o düşünemeyeceğimiz resimler yaptı, Picasso bir renkçi ve Einstein'in rölativitesini hayata geçirdi, esinlendi belki ama derinde bir tür kopyacı, Ernst ise tamamen özgündür, sorun bu değil ama yüzyıllar sonra Picasso mağara çizgilerinin modern bir versiyonu, Ernst ise döneminin ilerisinde bir resim canavarı sayılacağı için, Picasso onun gerisinde bir ressam olarak algılanacak... Salieri'nin müzikal patron, Mozart'ın ise geçimini sağlamak için koşturan bir piyano madrabazı sayılması gibi... Ortaçağ Bosch'dan çok iyi ressamlarla doluydu ama Bosch kaldı, sanat deliliktir birazda, bitmez tükenmez konular ama bunlar dedim, Nedim Günsür var, Balaban var -Botero'yla yakınlığı olabilir onun dedim sesimin arasına girerek-. Bizde de iyi ressamlar var dedi, kültürün tüm dolambaçlarında baş mabeyinci kimse, patronu da o ne yazık ki, kültür konularında başat olmanın nitelikli yapıt üretmekten başkaca sorunları da var, dünya güçlerin gölgesinde dönüyor. O kadar güzel söyleşiyorduk ki, sonraları aynı düşünceleri paylaşıp da, ayrı görüşler ortaya konulabileceğine, Serçin'in örnek olduğunu hep ansımış ve anlamıştım ben. Sessizliğin yaydığı huzurla anlaşmanın, ani kıvılcımında dedim ki ona, bozguna uğrattıkları İngilizlerin giysisini, dilini ve kara Avrupası'nın endüstriyel makinelerini topraklarınıza boca ederseniz, kültürel anlamda, bir biçimde öncülüğü ellerinizle başkalarına bıraktığınız anlamına gelebilir bu, bizler öyle ki Avrupa'da bir köye bir traktör düşerken, üretici olmadığımız halde, her eve bir traktör gibi içler acısı bir duruma sürüklenmişiz, işimiz zor, gönüllü bir kabullenim bu, görünmeyen bir boyun eğiş, tutsaklığın boyutları özgürlükte gizlidir, üretmeye değil, tüketmeye ve bir aracı gibi, al satçılığa yönlendirilmiş bir programın uygulayıcılarıyız ne yazık ki, toprakların kaderi üzerinde yaşayanların tutumuna bağlı. Değişmeler kökten başlar, örneğin kentler, kırsal kesimden daha gerici bir tablo çizebilirler, çünkü onlar fason, aktarıcı sanat ve kur tak endüstrisiyle işbirliği içinde oldukları için değişime karşı çıkarlar genellikle, sanatın özgünleşebilmesi için bireyin ve toplumun kendi köklerine dönmesi ve tümel anlamda salt dışardan değil, içten yanmalı motor gibi kavrulması ve bunun yanında kendilerinin aktarılan yan olmasının, özellikle düşünülebilmesi gerekir dedim. Doğru olabilir ama kitabi yaklaşımlar, işler bayağı kaotik sınırlara vardı artık, ama iyi niyette önemli tabi, haklısınız dedi. Onun ermişçesine tavırlarından yararlanarak içimi dökercesine sürdürdüm, sanatçılar aslında aks değişikliğine kolayca yönelemezler, sanat kurulu düzenin, ağırlaştırılmış deyimle statükonun diğer kutbu gibi nitelenir, sacayaklarından biri, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir ilkesince düzenin vazgeçilmez payandasıdır onlar ve gizli birer krupye gibi de çalışırlar gerçekte ve bir lonca gibi pay alırlar... Sen dedi epeyce dert etmişsin bu konuları anlaşılan, sürdürdüm günah çıkartacak bir tapınağa girmiş gibi, bu nedenle sanat ilericidir sözü hurafedir, işbirliği ve karşı koyma iç içe kavramlarda olabilir ve öyledir de, örneğin Van Gogh'un resimleri, resim sanatı için bir yenilik olabilir diyelim, bu bir marangozun yivli sandalye bacağını keşfetmesine benzer, ama toplumdaki atılımın, dinamik dönüşümün ve olası bir reformun karşılığı nedir bu resimlerde, verili atmosfere düşünceler üretiyor ve yaftalıyor artık insanlık, yakıştırmalar bulguluyoruz, düşüncelerden ütopya yaratma ve devinimlerle, başkaldırma çağları kapandı. O resimler sinir krizinden kurtulamayan, bir sanatçının sanrısalı mı, nasıl öncü sayılacaklar sanatta veya hayatta, saçmalıktır bu, estetik açılımın zamansal devinimleri sayılabilir belki o kadar, niceliğe katkı sağlar illüstrasyon onlar, sanat bir elektrik ya da bir Graham Bell aygıtı değildir, Picasso bile, görecelik kuramına sığınarak resmini üretmiştir, kendisi bilimsellikte oluşan bir süperpozisyonun var ettiği bir sanatçıdır, bir keşfeden değildir, keşfedileni taklit eden, onu yayan ya da geliştiren bir mudidir o ve bir yanıyla abartıdır her zamanki gibi insanlığın kuşağında, çünkü kurulu düzen bu tür materyallere, sanatsal objelere sığınarak işleyen bir mekanizmadır, bu yüzden sanat bir işbirliğidir ve Picasso konformist bir resim tüccarıdır gerçekte, Dali bu iki yüzlülüğü bildiği için saklamak gereğini duymamıştır yaşamında, dolarize bir yaşamım var benim demiştir açıkça... Nedir bu resmin yarattığı toplumsal reform veya rönesans, düşünelim ki salt reformun resmi olabilir o yalnızca, gene işbirliği... Kırılmanın baş tacı, göksel nişanesi oldu diyelim, daha kötü, eski düzende de yaptığı bu değil miydi, sanat kendi statükosuna yönelen ilk harekette ilkel, ilkeci kimliğini gösterir ve değişimcileri köylü, bilisiz, görgüsüz gibi burjuvazinin tekerleklerine yaslanarak, suçlamalara ortak olur ve karşı kitleyi ayağa kaldırmaya çalışan sınıfla işbirliğine tutuşur genellikle, bu yüzden sanatçılar, sertçil bir değişimde, saldırıların odağı haline de gelebilirler. 1789'un kanlı devrimi giyotine gönderilen isimsiz ressam, müzisyen, düşünür ve sıradan sanatçılarla doluydu, çoğu kralcıydı ve cumhuriyetçilere, değişime düşmandı, eski düzenin libertası birer öncü ve çoğunluktular, 1789 bilinenin aksine, burjuva değil, köylü devrimidir, hiç bir devrim köktencilikten yoksun ve toplumun alt tabanına, başıboş bir su gibi yayılma ve bir kaplanım gösteremiyorsa gerçekleşemez ve artık o bir devrimde sayılamaz. 'Bastilleciler' evet aristokrasiye son vermiştir ama burjuvazi ayaklanması değil, bir köylü ayaklanmasıdır bu, köylüler sonrasında kendi içlerinden burjuvaziyi çıkarmışlardır, devrimin adı -galatı meşhur olarak- burjuva devrimi olarak kalmıştır belki ama bu tarihsel bir dolanmadır sonuçta, bir ardır ne yazık ki, bu açınlar doğrulanımında devrim süreklilik ister, evrim yoluyla da olsa, sivil kurumlarla akışıp, yatışsa da, çünkü sıradanlaşır giderek, içselleşerek köhner ve bayatlamaya yüz tutar ne yazık ki... Sizin dedi tasalarınız çok sanıyorum, kendinizi ifade etmeye bayılıyorsunuz, zaten her erk kendi sanat düzenini yaratır, kavgada buradan çıkıyor, sanat biçimsellikle konum değiştirir hatta dedi, teğel gibidir o, bir koful ve osmoz turgor olayı gibi, ama sizin söyledikleriniz arkaik çağların söylevleri gibi oldu, gotik birer salınım, kendinizi yenileyin!.. Dinleyen varsa bir konuşan bulunur diyerek güldüm gürültüyle, o da bir kahkaha attı, melek oydu kesinlikle masada ama şeytan olduğum söylenemezdi, çünkü melek durumun farkındaydı... Ben dedi Serçin, Eskibağ'a doğru yürüyeceğim, hiç çekinmedim bende gelebilir miyim dedim, gel dedi, orada manzara eşliğinde bir şeyler yiyeyim, tamam dedim beraber yeriz. Epeyce yürüdük, iki tarafı ağaçlık düz yolda, kır çiçekleri eşliğinde, sözlerimi sürdürdüm, konuşmak madalyonun öbür yanıdır, dinlemeyi severim ben dedi. Daldan dala geçerken cenaze törenlerinin ölümü ve öldürmeyi onaylamak olduğunu düşünüyorum, bizden başka hiç bir canlıda bu tören yok, birbirini öldürende yok dedim, evet dedi şimdi doğru söylediniz, az gelişmiş ülkeler kabloya basma der örneğin dedim, oysa kablolar zaten yerin altından geçiyor, geri kalmışlık bir afsunla yürürlüktedir her zaman... Ortada iki kişilik bir intihar varsa eğer, bunun biri kesinlikle cinayettir, çünkü iki kişi aynı anda intihar edemez, intihar bireysel bir tepkime, bir davranış biçimi, hep söylüyorum dedim, -belli konularım vardır benim Serçin, yinelerim sıkça diye araya bir söz karıştırarak- bu yüzden Stephan Zweig'ın eşi Lotte'yle intiharına hiç saygı duyamıyorum, çünkü bence Stephan eşini intihara zorladı, bir kabul, görüntüde son derece mantıklı ve gönülden bir davranış gibi sergilenebilir ama iç dünyalarımız dalgalı okyanuslar gibidir, gerçeği hiç bir zaman göremeyip, sezemeyebiliriz... İlk kez söze karıştı, külliyen intihara karşıyım ben, yararsız bir tepkime olması bir tarafa, ha kendini öldürmüşsün ha başkasını, bak bunu düşünmemiştim dedim, her şey bir cinayet sonuçta ha... Öyleyse dedim Zweig, karşı çıktığı Naziler gibi bir katil... Bir sessizlik oldu ve geldik dedi, Eskibağ'ı bilirdim ama bu kadar çabuk geleceğimizi düşünmemiştim. Serçin'in anlamını sordum, ilginç bir isim diyerek, Osmanlıda bölük başı gibi bir anlamı var dedi, serçeyi çağrıştıran bir şey sanmıştım dedim, hayır dedi, serçeyle bir ilgisi yok ne yazık ki... Onun, uçuruma bakan benim çok sevdiğim görüntüleri izlemesi için karşıya geçmesini söyledim, bu manzarayı sevecek misin bakalım... Bütün adaları çok severim dedi, Burgaz, Heybeli, Kınalı hepsi olağanüstü duygular yaşatır bana... Heybeli daha özel gibi ama dedim, ruhban okulu, uzaktan hepsinden daha gizemli bir havası var gibi, efsanevi sanatoryumu... Kapandı o dedi, hayat gibi, bir gün her şey biter ve yalnızca o kalır geride... Sanat / oryum, oradan gelip geçen, kim bilir nice şairler vardır, şairler hastalıklı insanlar ne de olsa dedim, gene de şairler flagellum, bakteriyel bir kamçı gibi doğanın bilinen en küçük motorlarından biridirler, hayat onlarla güzeldir ve bizi yaşamın içine, güzelliklere sürüklerler... Sana dedim Cansever'den bir şiir okuyayım, adanın havasına uygun... Oku dedi... 'Bilmez miyim hiç bütün bu sözler ne der ona / Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar / Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok / Kıyılar da bomboş, kır yolları da / Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum / Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca / Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler / Yol kenarında bir kapı, tahta / Peki, kim yitirmiş evini, ya da / Hangi yitikle yok olmuş o yapı / Kim bilir / Vuruyorum yokuş aşağı, kıyıya / Bir taşın üstüne oturuyorum / Ben oturur oturmaz / Çıkıyor kuytularından bütün görünümler / Ve ufak bir oyun oynuyor bana doğa / Alıp alıp götürüyor gözlerimi bıkmadan / Kısalıp uzayan bir çift yılan balığını andıran gözlerimi / Güneşin şavkından yuvarlanan çakıllara / Tam o sıra bir vapur yanaşıyor iskeleye uzun sürecek bir sonbahar taslağı gibi / Denize yeni sürülmüş bir tarlaya benziyor, uyanık, diri / Ve işin tuhafı bense / Alışıyorum gittikçe / Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma / Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden / Ve bu yüzden mi bilmem / Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum / Sürüyle kuş havalanıyor defnelerin içinden / Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden / Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri / Dağılıp gitmişler her biri bir yana / Kuşlar gibi, onlar da / Benimse ne gideceğim bir yer / Ne de özlediğim bir şey var / Öyleyse neden yazıyorum bu sözleri ona / Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa / Böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük / Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana. / Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki / Dalıp gidiyorum, düşünüyorum da, saat on iki / Bakıyorum denize, bir kağıda bir iki dize yazıyorum / Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha / Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da / Yani tam böyle bir şeye benziyor zaman / Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan / Çıkageliyor sonra, saat on iki. / Anlıyorum / Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi / Yalnızca bunun için uzun / Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da / Örneğin / Bir sevgiyi yontup onarmak için / Kavgamızda sevgidir / Ve benim bildiğim kadarıyla / Her şeydir bir insan, her şeydir / Yalandır kısalığı yaşamın / Ve özellikle insan dediğimiz şey / İnançlı bir insan soyunun parçasıysa. / Sonunda baş başa kalıyoruz gene / Baş başa kalıyoruz doğayla ben / İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden / On temmuz cumartesi / Bir vapur daha kalkıyor iskeleden / Ve yağmur hızlanıyor biraz / Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak / Tam öyle yapıyorum / Şimdi yağmuru seviyorum, / şimdi yağmuru seviyorum, / yağmuru seviyorum.' Beğendim dedi, aşağıda süzülen martılara bakarak, bu uzun şiirleri belleğinde tutabilenlere şaşıyorum... Serçin'le yürüyerek ta iskeleye kadar geldik, adalı olmasına karşın, karşıya geçecekmiş o gün, akşam üzeri ona güle güle dedim, görüşürüz... Adalılar arasında görüşürüz bir klişe, birbirimizi o kadar severiz ki, hiç yaşanmamış, o karşılaşmalar hiç olmamış gibi selamlaşarak geçip gideriz yollardan, burada her şey uçucudur, tüm güzellikler gibi, yalnızca yaşamdır kalıcı olan... Ama ne kadar çok konuşsam da o gün, yine de Serçin'in bana söylediği tek bir şey kaldı anımsadığım, demek ki konuşmak değil aslolan, hakkıyla düşünüyor olabilmektir belki de, şimdi neden o sözü etmişti anımsamıyorum, nereden gelmiştik oraya, hala kafamda taşıyorum sözünü ama, demişti ki bana; Abartmazsak biz, tüm insanlar, bir simülasyon içinde yaşıyor olabiliriz!..

11 Nisan 2017 Salı

BENELUKS

Güneşin yurdu göklerde nice bulut vapuru vardır, uygun bir rüzgârda sizi dilediğiniz yere götürebilir ve işte biz de biraz delilik yapıp, çocukluğumuzun Notre Dame romanına, Hugo'nun, Lautremont'un ülkesine, Van Gogh'un sinir krizine, Erasmus'un cehennemine, Luksemburg kraliçesine ve ağır, eski bir grayder gibi ürkü veren, feylesoflarla dolu Germen ülkesine gitmek için, uçan pillerimize, ah pardon göğün yelkenlilerine binelim ve yollara düşelim dedik... Bir yazıya başlamak için gramatürede olsa sofistike bir giriş tümcesi bulmalıdır insan, çünkü başlangıçta söz vardı, başlangıcın sözünü bulduğumuzda gerisi gelecektir. Yolculuktan pek hoşlanmam ama geziyi severim. Yolculuk bir yere gitmektir, geziyse orayı tanımak, ikisi çok farklı ne yazık ki... Beneluks turu için kanatları takırdayan çelik kuşa bindiğimizde, pencere kenarına oturmak olanağım yoktu, bir kere oldu, o da kanadın üzeriydi, çok şey göremedim, bu kuşun kanadı rüzgara dayanır mı diye düşünmekten başka!.. Katharine Hepburn'un bir sözü var, ne yaptıysam yaşamımda, gemimi kendim uçurdum!.. Yorum yok!.. Amsterdam hava alanına inmeden, Hollanda kasabasının sular altında kalmış bir narenciye bataklığı olduğunu anladım. Bize paralel koltuktaki kadınla laflayarak çıkışa geldim, tam dedim ki, artık sohbetle geçip gider bu gezi, ama kadın söyledi son sözü, bana eyvallah janım, turdan bilet almak daha ucuz!.. Dolaştık şehri, diğer Avrupa şehirlerine ve ülkelerine göre daha sade diyebilirim Hollanda, kanallar ülkesi, gerçekte bu minval söylentilerin hepsi medyatik, medya sizi her konuda yönlendiriyor, Van Gogh efsanesi, Vermeer'in dünyası, delilerin tanrısı Erasmus, Uçan Hollandalı, burası biraz daha eskice duruyor, dokunmamışlar gibi, diğer Avrupa topraklarına göre... Çünkü dünyanın öbür ucu diyoruz, Çin ortada aslında, kuzey ya da güney dünyanın öbür ucu, örneğin İskandinavya iklimi ve çapraz bağları uyarınca, Çin'den daha uzak homotik coğrafya düzleminde, hiç işgal gördüğünü, Finikelilerin bir kez bile ziyaret ettiğini sanmam, ama Lombardlar, Ravenna önlerine gelince, lobut ve boynuzlu miğferlerin yaşamdan korkmak olduğunu anladılar!.. Akdeniz yani, kışları ılık ve yağışlı demek tüm dünyanın gözünün olduğu topraklar demek aslında ama endüstri devrimi bu hurafeye son verdi!.. Kahve köşelerinde pinekleyen Pierre Loti ve oryantal masalların yerini, Arsen Lüpen ve Star Wars filmatiği aldı. Petrolde cadı kazanına çevirdi oraları artık... Edison tanrılardan ateşi sonsuza dek çaldı ve kıtalararası ırk ayrımı sona erdi. Artık sloganımız, kutuplarda aşk başkadır ve yeni evimiz, ayın sahil kesiminde!.. Ertesi gün Belçika'ya geçtik, bir ara Erasmus köprüsünü gördük, uzaklarda Rotterdam yerden yükselmekte zorluk çeken, yarı batık, yarı düşsel bir masal ülkesi gibiydi, Brüksel'in ana meydanı, kim bilir daha ne meydanlar vardır, Victor Hugo'nun kaldığı ev ve karşısında Marks'ın manifestosunu yazdığı ev ve borsa binaları, ömür boyu çiş yapan bir çocuk heykelini gördük ve armağancılardan bir kraliyet rozeti alarak geziyi bitirdik. Brüksel'de başbakan istifa ederse hiç bir yetkisi olmayan kraliçeye sunarmış istifasını, parlamento kraliyet sarayına yakın, parkın içinden geçiyor yol, Belçikalılar o yola 'Ölüm Yolu' derlermiş, herhalde cennet gibi yeşilliğin içinden geçen yolun gerçekte bir ölüm yolundan başka bir şey olamayacağını düşünmüşler... Eh, insan bu meçhul!.. Genelde şehirleri herkes gibi gezme alışkanlığım yoktur, bu yüzden şaşkınlıkla bakabilirler, tur otobüsüne doğru koşarken, otelde kalarak, gelip geçene bakarak günümü geçirebilirim, küçük ayrıntılarla da oyalanabilirim, kahvaltıda çok çay içiyorsam çevre nasıl görüyor bunu, bir kadına fazlaca bakıyorsam tepkisi ne, hiç yoktan günaydın dememi nasıl karşılıyor insanlar, bunların ve daha bir sürü davranışın gezinin anahtarları olduğunu düşünürüm, tur otobüsünde herkes uyurken başımı çevirerek tarlalara bakarım, tavşan mıydı yoksa o, sonunda bir traktör gördüm, oysa bizim köylerde herkesin bir traktörü yoksa, yaşamıyorsun!.. Gezmek farklı frekanslardaki insanların bir arada yaptığı sörftür. Brüksel'de simit kafe de oturdum örneğin, serbest programda, herkes sağa sola koşturdu, çevreyi izlerken bir çift geldi Türkçe konuşan, nereden bilsinler, Fransızca bu sandalye boş mu gibisinden bir soru sordular, alabilirsiniz deyince; aaa dediler, işte gezmek bu!.. Ertesi gün Brugge'daydık, güzel şehir, küçük ve yüzyıllardır dokunulmamış evler, her Avrupa şehrinde olduğu gibi içinden nehir geçen bir şehir, katedraller, Notre Dame'lar, meraklısı için bitmeyen anılar... İki at heykeli gördüm bronzdan, fotoğrafta çektim, fantastik at resimleri yapan bir ressamımızın atlarına benziyor, içimden yıllar önce geldi ve bu atları üretmeyi ilke edindi artık dedim, işte bir esin rüzgârı, eskiden taklitçilik gözüyle bakardım ama o kadar kesin bakmıyorum artık, gönlüm ister ki, bizden de esinlensinler günün birinde, çünkü esin tarlasının rüzgârı hep bizden tarafa esiyor gibi... Düştük yola, kanola tarlalarından (petrol ve yağ üretimi konusunda çok zengin bir bitkiymiş) ve enerji üreten rüzgâr gülü-yel değirmenlerini geride bırakarak Paris'e gidiyoruz, ağaç pek yok, güneydedir ormanlar dediler, Paris'in Zeytinburnuvari semtlerinden geçerek Champs Elysees'ye geldik, bir çarpınç içinde, küçümsemeye çalışırken Paris'i, Concorde meydanına giden yol büyüledi beni, bir sürü görsel, Louvre, Napolyon'un mezarı, Notre Dame kilisesi Victor Hugo'nun ve sonra bir Türk'ün evi, küskünce birinin yaşadığı, Paris'in sur içinde kalan daire, sonradan rehberlerin bu tür efsaneleri uydurabileceğini düşündük... Gerçekle, yalan iç içeyse eğer, onun adı mitoloji, bir çağdaş söylence oluyor günümüzde!.. Grup kararıyla Lido Show'a gidilmedi, popüler fetişizm artık insanları cezbetmiyor olabilir, çünkü benden başka Moliere'in 'Müsrif'ini okumuş yok belli!.. Champs Ellysses'de dolaşırken bir 'vale!' önümüze çıktı restorana davet etti, Lido Show nerede dedim, 5 metre ilerdeymiş nereden bileyim, aramıyorum ki, garson ''nitsin Mahmut Makal'ı'' örneği pandomimler yaptı, iki gülüşün prestij kavgası başladı aramızda, sonra yanımdakine 5 metre ilerdeki şeyi bilmiyor -gerçekte göstermiyor- anlamına işaret yaptım, oda 5 metre ilerdeki bir şeyi görmeyen yabancılar klişesine sığındı, görüyorsunuz batı ve doğu sürgit yanlış anlamalarla iç içe, kimsenin ne bir şeyden anlamadığı vaki, ne onların üstün körü bilisizler işlemine başvurduğu gerçek!.. Biz uyduruyoruz bu hurafeleri, belki onlarda bir espri düzeyindedir de biz alınıyoruzdur, bir kere ipin ucunu kaçırmışız!.. Rehberimiz aşırı bilgili ve çok güzel tümceler kuruyor, dedim ki kendisine, bir kitap yazmalısın, bu anlatımların herkeste yok, pek ilgilenmedi ve önce bir ev alacağım, çoluk çocuk filan dedi, yaşam işte, sıradan, yani hepimizin içinden tramvay geçen şarkılar, bazıları için vazgeçilmez oluyor, bilim adamı neden az, trapezci neden yok, Satürn'e bir gecede gitmeyi düşünen insan nerede, bir müzisyen niçin hayranlık uyandırır, işte bu yüzden, yoksa herkes yetenekli inanın, köylerde olağanüstü insanlar gördüm ben, ama yaşamın sergüzeşti içinde incelikleri, sıradanlığın içinde eritmeyi yeğliyorlar, düşünelim ki inat etmiyorlar ya da çalışmayı bir yerde kesiyorlar, bahane ve haklı gerekçelerimiz sonsuz ama kaybımız belki dünyadan büyük, neden?.. Çünkü kaybetmeyi göze alarak, hayallerinin peşinden koşmayı bilseydi insanlık, orta çağda aya gitmiş, bugünse tanrının koltuğuna geçmiş, bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır demişti çoktan!.. Paris'de ressamlar tepesine gidemedim, isterdim ama olmadı, bizim sanatçılarımızın, Picasso'nun, Lautremont'un (severim) uyukladığı kafelere gideyim dedim, Saint Germain'deymiş, ben ''Herifçioğlu Saint Michel'de koyuvermiş sakalı / Neylesin bizim köyü, nitsin Mahmut Makal'ı'' darbımeseli uyarınca, Saint Michel'e gittim, ne bileyim... Neyse ki, Victor Hugo'nun Notre Dame'ın Kamburu romanına esin olmuş kiliseyi gördüm, mutlu oldum tabi ki, sonra şiir çeviririm düşüncesiyle, her yerden aldığım kitapları aramak için Shakespeare kitabevine gittim, önüme o çıktı, aradığım kitap yok, şöyle ki, Çağdaş Fransız Şairleri antolojisi var mı ama İngilizcesi olsun diyorum, her ülke de bu soruyu yineliyorum, Belçika'da bulamadım, Hollanda'da bakamadım, Almanya'da arayamadım, turlar her şeye olanak tanımıyor, bir bayan kitaplar yukarıda dedi, o minval kitaplar, çıktım bizim sahafları andıran Shakespeare kitabevinin üst katına, dehlizlerde bir sürü kitap, yahu o kitabı nasıl bulayım, hayatın ve ölümün baskıları altında... Metro kapanır mı, oteli sağ salim bulabilir miyim, Sen nehrine elimi sokma onuruna nail olabilir miyim gibi düşüncelerle boğuşuyorum, bizdeki gibi, Hacamat aradığın kitap bu diyen yok ki, sonunda dışarda retro diye konmuş kitaplardan bir kitap beğendim, Arabi yazıyla imzalı üstelik, Fatima Chbibane-Bennaçar'ın kitabı, bizdeki gibi kitap enflasyonu muamelesi gören, ölümlü şairlerimizin ağıtına benziyor, sanki tanrının son kitabı, alırsan Bennaçar ebediyen unutulacak artık, göz önündeki son kitabı belki de bu, günün birinde Bennaçar'dan bir şiir çevirebilirsem, Mephisto'nun dürtülerine kanarak, Fatima'nın ruhu üzerimde dolaşacak ve belki de sevdim seni ey adalı pehlivan diyecek!.. Ara sokaklarda ucuz kitaplar buldum, insanın önüne atıyorlar kitabı, vallahi bizde böyle yapsan kavga çıkar, hani 'monşer' masalları, hani kitap hastaları, biz daha iyiyiz diyecek kadar sarhoş da değilim elbet, ama size şunu söyleyeyim ki, 'Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, / Öyle tükettin demektir bütün yer yüzünde de...' Sen nehrine indik sonra, çiçekli ağaçlar, Paris baharı, ama insanlar sere serpe diyemem, bizdeki parklardan farkı yok, eh bizde olsa bu kadar vurdumduymaz olamazlar denir mi, orada insanların dört çarpı dört karışık hareketlerini göremedim inanın, (taklit eden her daim abartır, içgüdüsel zorunluk bu inanın, arabamız yok ama uçar gibi gidiyoruz biz!) belki fantastik bir kaç ayrım vardır, Amsterdam'da canlı seks performansı sergileniyor diyenler gibi, bizde bu sektör zaten o kadar canlı değil ne yazık ki, muhafazakarlığımızın nedeni, yatırım eksikliği, altyapı yoksunluğu vb. geliyor bana, görmedikçe insanlarımızı suçlamak kolay, yerli arabaya rantabl değil diyen holding patronunuz varsa eğer, tren üç saatte gidecek, üç günde gitmeyeceksiniz artık şehre derseniz, kalan iki günde ne yaparız sonra biz diyen köylülerin olması çok normal inanın!.. Bizim külliyen düşüncelerimiz geri, gerçekte ne kafadan bacaklıyız, ne de gözlerimizin feri kaçmış sizin anlayacağınız, ya birileri bizi avutmuş ya da düşlerimize tırpan vurulmuş. Kusuru da boş yere köylüde, mezrada aramayın, kusur hepimizin düşünce yapısında... Hepimizin!.. Eğer biz, boğazı baştan sona erguvanlarla donatıp, yalıları ışıklandırsaydık, Konstantinapolis surlarını utanmayıp, Sur içi İstanbul'u diye uzaydan görünecek biçimde düzenleyerek, bir görkem yaratarak, sağlı sollu heykeller, göz alıcı Süleymaniyeler ve mazgallarla donatsaydık ve Marmara'yı gözetleyen kuleleri sağ bıraksaydık, Paris'in köylüleri bir sengine yekpare, Acem mülkü feda olan Şehriyar'ı görmek için bugün bile Haçlı Seferi düzenlerdi inanın!... Paris'te Sen nehrine elimi soktum, çünkü bir köpeği sevmiştim, tüye ve toza karşı alerjim vardır (Denizli'nin kızı, tozu, horozu meşhurdur günlerinden kalmış olmasın), belki su daha kirlidir ama psikolojik olarak yıkadım saydım elimi, çünkü ola ki bir şey yemek isteseydim elimle tutamazdım!.. Sen nehrine elimi sokmak düşüncem zaten vardı, belki Voltaire'in Zadig'i bunun gerekçesi olmuştur!.. Napolyon'un görkemli mezarı, Lüksemburg Bahçeleri, Louvre (Hermitage'dan sonra dünyanın ikinci büyük müzesiymiş), Concorde meydanı, (Antoinette orada ruhunu teslim etmiş) ve dersini çok iyi bellemiş Eiffel'den sonra Paris'i bitirdik ne yazık ki, sevdim Paris'i bugün gitsem yaşayabilirim, Roma'yı severdim ama Roma daha tenhaydı sanırım, kalabalığı izlemeyi severim... Anlatılacak çok şey var, gün gelir ortaya çıkar, metroda bileti yanlış kullandığım için geçersiz olmuş, bu neden geçmiyor diyecek oldum güzel bir kıza, oda sürdü bileti geçiş çemberine olmayınca, aniden kartını bastı örneğin, hani batı soğukkanlıydı, kıza teşekkür bile edemeden, çekip gitti!.. Eneide, 'Hamlet, Othello ve Macbeth' üçlüsü, Bach, içinde Kowalski diye birinin olduğu bilinmeyen şairler kitabı, aldığım diğer kitaplardı. Yalnız Kowalski'nin yanında (bizim Cihangirli Thomas Seguin gibi zamanın tozuna bırakılmış gibiler artık) Bosquet ve Renard'da var kitabın üstünde (bu Renard, 'Yaylı bir tütün tanesidir pire' diyen Renard değil ama), Poe yazıyor (é'deki şimşek çiziği puntonun büyüklüğünden dışarda kalmış, kapakta gözükmüyor, ince eleyip sık dokuyan çıkar belki!), meğer kitabın altında 'sie' diye ek varmış, aceleden (üç kişiyiz, biraz çabuk ol sesleri tüm evrende!) Edgar Allan Poe'nun kitabı sanısıyla almıştım, oysa tanımadığım bir kaç şairin kitabıymış, şimdi şehir efsanelerine göre, ben batıda yolunu şaşırmış biriyim değil mi, frambuaz diyecekken, rogue noir (ruje nuar!) deyip varyeteye girdim öyle mi, hayır, Poe sanarak yanlışlıkla aldığım kitaptan mutlu oldum ben, geri götürseydim, satıcı Poé / sie'nin Poe'nun adını içerdiğini bende yeni fark ettim diyecekti belki de!.. Orada amacım Paris'ten bir kaç kitap almış olmaktı... O kitap, sınır içi şairlerden bir antoloji çıktı üstelik, aradığım kitabın vulger versiyonu sayılırdı artık!.. Son görüngü şu, üç gün kaldık Paris'te, üç gününde sabahında, tür kan, tür kan! diye yankıyan bir kuşla uyandım, gizemli, hafif neşeli ve hayranlık verici bir ses, çok duruydu ötüşü, ıslık gibi ve kuşluk vakti ondan başka hiç bir ses duyulmuyordu, doğal barınağı yok sayılırdı şehirde ama o yaşamdan umudunu kesme der gibiydi, o kadar güzeldi ki ses, hayran kalmıştım, bir gün ağaçta sığırcıktan irice, onun gibi benekli bir kuş gördüm, ses de vardı ama bütün güzel ötüşlü kuşlar rengarenkti doğada, olamaz dedim, yeşeren yaprakların arasında seçemedim, sanki dünyalarımız ayrıymış gibi, yitip gitti... Sorsalardı Paris gerilerde kalırken neye üzüldün, o kuştan ayrıldığıma derdim. Lüksemburg'a geldik sonra, Petrus vadisini, Remich ve Schengen kasabasını gördük, vize anlaşmasının imzalandığı yer, bir heykel vardı, bir de Berlin Duvarı'ndan devasa bir parça, duvardan bir parça koparmaya çalıştım, Türklüğümüzü kanıtlayacaktık kesinlikle, işte bu kez haklısınız ama koparamadım, küçücük bir şey düştü yere, onu eve getirdim, o kadar küçük ki, onu gören bu mu büyük olaylara neden olan duvar diyerek, her şeyin Bremen Mızıkacıları masalı olduğunu ileri sürebilir artık. Köln'ü de gördük, küçük Alman kasabalarını uzaklardan geçerek, Alman kentleri, hantal ama zamana dayanıklı, merdaneli makineler gibi, ürkütücü ve gotik, kararmış ama demir yığını gibi yükselen Köln katedrali bu duyguyu yansıtıyor, Köln, koloni sözcüğünden gelirmiş, kologna kenti aynı zamanda biliyorsunuz, orada bir Nevşehirli'yle karşılaştık (Harput'ta bir Amerikalı!), aşkla yardımcı oldu bize, abra kadabra demeden balık oil manzaralı bir markete ulaştık!.. İsaac Asimov insan en iyi seyahati aklıyla yapar demiş, yani düşlerdeki yolculuk, gerçekleri geride bırakabilir mi demek istedi bilemem... Aslolan bir gezinin içimizde sürüp gitmesidir!.. Gurur urdur, alçakgönüllülük sülük, biri içten, diğeri dıştan sömürür. Bir doğru ya da uzunluk sonsuz değildir, ışık doğrusaldır ama eni sonu bir gök cismi ya da bir materyale çarparak kırılır, yön değiştirir ve sonsuzluk da sona erer, ışığın sonsuz akışı bir biçimde sonlanmış olur, artık ya geri döner ya da bir eğri çizer, yolunu sürdürür. Bu sonsuzluğun da sonlu olduğunu gösterir. Sonsuz bir sonluluktan söz edebiliriz biz kısacası, dolayısıyla sonlu bir sonsuzluğun da içinde yaşadığımızı ileri sürebiliriz. Öyleyse son ve sonsuzluk, iki paralel doğru gibi, öngörülebilir veya öngörülemez bir noktada birleşir. Evren bir gezi yeridir, geleceğimizse geçmişimizdir.

5 Nisan 2017 Çarşamba

PRİNKOPYA

''Tanrı insanları yarattı, insanlarda köleliği...'' Öğle sıcağı, kuytulara, kovuklara dek öyle bir bitkinlik yayıyordu ki, hiç bir şey hareket etmiyordu sanki, vadi sessizliğe bürünmüş ve salt günahsızların doldurduğu, devinimsiz bir dünyaya dönmüş ve sonsuz bir durgunluk vardı artık sahnede!.. Kelebekler dallarda öylece duruyor, karıncalar tümseklerde, yarıklarda uyumuş, kuşlar putlardan da sessiz olmuş, bal sinekleri de kanatlarını oynatmaksızın, hiç kıpırdamaksızın, bir ölü gibi bekleşiyorlardı. Doğanın kutsanması ve güneşin gökyüzünde asılı kalmışlığının, yüzyıllardır yinelenen tapılası alışkanlığı, her zaman süregelen bir egemenlik ve mühürlenmiş bir geleneğin, bir tansımanın, geçip gitmesi bekleniyordu belki de... Bir seremoni, bir saygı duruşu ya da tanrının kendini acımasızca duyumsattığı bir dışavurum veya yakıcı bir uyarı ya da göklerden süzülerek gelen ayetlerin sessizlikle inişiydi belki de gölgelerin dinginliği... Doğa yaşama ara veriyor ve bir süre ölmüşlüğe özenerek bir anma duruşu sergiliyordu sanki, başlangıca, sıfırın mutlaklığına dönüyor, hiçliğe öykünüyor ve tanrısını taklit ediyordu belki de!.. Çünkü başlangıçta böyleydik biz, hiç bir hareket yoktu, yaşamın değerini bilin, onu sevin, tapının ve sakın anmayı unutmayın gibi bir taziye anıydı ortadaki ve değil sala, kutuplardan bir ses bile duyulamazdı artık, o an bir yasağa bürünüyor ve bir sessizliğe gömülüyordu her şey... Güneş yavaşça açı değiştirdi ve ağır ağır devinerek, gökte bir milim kadar devrildi, sıfır açıdan kurtularak, hafifçe evrildi ve sanki totemler dünyasının saygı duruşu bitmişçesine yaşam birden ve başladığı yerden, tüm kıpırtısı ve hızıyla yeniden başladı. İşte o an Talina'yla, sessizlikte ve çok derinlerden gelen, uykulu ve ancak yaşama kulak kesilen canlıların duyabileceği bir tıpırtı ya da küçük çıldırtılar, minicik yer değiştirmeler arasında adayı dolaşıyorduk ki, adanın o meşhur ve gizemli koruluğu sanki birden uyandı... Yukarılardan inerek, taşlık, daracık bir yolun sonun da, bir çukurun başına, çıkmaz sokağı andıran bir yere gelmiştik. Deli Dumrul'dan biri yolumuzu kesmişti sanki. Kara bir delik, derin bir kovuk ya da camsız bir pencere gibi, boşluğa doğru sırıtıyordu çukur... Ne ki önünde, bir çalılık ya da bodur ağaçlardan bir demet, onun arkasını görmemizi engelliyor ve bu ona gizil, tuhaf bir hava veriyordu. Talina, önleyemediği bir merakla çukura doğru atladı, dalları eliyle iteledi ve bana bakarak, gel içeri girelim dedi. Yoksa dedim her sapiens gibi, sevişmeyi mi tasımlıyor içerde... Gerçekte insanlar, olmayacak şeyleri, olmayacak zamanda ve olmayacak yerde düşledikleri için diğer canlılardan kuvvetle ayrılırlar. Mobius döngüsü ya da Escher labirentleri gibi bir şey olmasın bu kovuk diye geçirdim içimden. Çünkü insanlar abartırlar ve olmayacak şeyleri, olmayacak zamanda, olmayacak biçimde düşledikleri için, türün öbür bireylerinden daha korkak, daha cesur ya da kahramandırlar. Kara delik, yere paralel, boyumuzu aşmayan garip bir boşluğa benziyordu, eğilerek öylesine içeri girdik, şöyle bir kolaçan edip geri çıkmaktı amacımız, çünkü düşler çakıştığında genelde yol değiştirirler, duyumsuyordum. Bir soyutlama olan düş hiç bir zaman diğeriyle eşdeğer olamaz, somutlukta yaşanan eylemler ve sanılardır yalnızca paylaştıklarımız... Dört nala giden düşlerin yerini, ışık hızında yer değiştirebilen merak duygusu almıştı ansızın, tanrıyı arayışın öylesine adlandırılması, yüceltilmiş tansıkla karşılaşmanın bir özleyişe dönüşen, bayağılaşmış ve sıradan kitlelere bahşedilmiş, düşünsel kozmolojisine uygun hale getirilmiş bir macera duygusuydu artık aramızdaki... Öteden beri düşünürüm, tanrı aldatıcı bir duygudur, bir düşüncenin ürünü değildir, zorluk olmadıkça düşünülmeyen tek şeydir tanrı... O korkularımızın baş tacı ve tehlike savar asasıdır ne yazık ki... Tanrı yaşamla yüzleşmenin acımasız fenomenine dönüştüğünde vardır, ötesinde yoktur bu yüzden. Tanrı nerede ve nasıl bir şeydir hiç bir zaman bilinemez ve ne kadar insan, canlı varsa şu acunda, o kadar tanrı vardır ve her birimizin tanrısı birbirinden o denli ayrıdır ki, tanrı var olsaydı bile, sonsuz sayıda yüzü olan bir varlık olabilirdi artık, bundan ötürü, eğer varsa bile tanrı, ne insanlar onu tanıyabilir, ne de insanları o tanıyabilir... O yine de vardır ama çünkü; yok olduğu sürece varlığı düşünülebilen, öne sürülebilen tek olasılığıdır o evrenin... Bir duyu, bir algı ve bir düşünceye dönüşebilen, bu kozmik heyula ya da nen gerçekte nerede barınmaktadır acaba ve her şey bir tanrı parçacığıysa eğer; o yarattığına göre, onun her yerde olduğu ve her şeye gücünün yettiği varsayımı katıksız bir gerçekliktir artık. Çünkü gücün ve tüm yaratılmışlığın kendisidir artık, kaldıramayacağı kadar bir kaya yaratsa da, yaratamasa da, kayanın kendisidir artık o, bu yüzden böyle bir yaklaşım geçersiz bir argümandır ne yazık ki ve tanrı bu yüzden yoktur, çünkü yaratılan, yaratansa eğer, yaratanda yaratılandır artık ve birbirini yoksayan bir töze dönüşmektedir her ikisi de, varsayan olması da, birinin saltık, tekil varlığına bir açım olarak ileri sürülemez, çünkü o ikicil bir nendir, çift olan bir şeyin geçekliği diğeri midir açımına göre, varlığı ve yokluğu mutlaklıkla ve aynı anda ileri sürülebileceği için tanrı hem vardır ve hem de -kesinlikle- yoktur. Bu yüzden mi bilemem, kovukta tanrı birden önümüze geçti ve durdu, el parmaklarımıza dokunuyor ama yalnızca kemiklerimize yapılan baskıyı duyumsuyorduk, yanağımızı okşuyor ama yalnızca etimizin üzerinde dolanan esintinin özlemini duyuyorduk, geçin diye buyurduğunda geçtik, tanrı buydu, iri bir sınır taşı gibi, ama ileride bir kalabalıkla karşılaşacağımızı biliyor ve adanın o dillere destan Prinkopya'sına, o kendine özgü yaşamına tanık olacağımızı anlıyorduk artık, söylentiler hep vardı ama, bir gören olmamıştı bugüne dek, More ve Platon ilerde duruyordu, tanrıdan sonra, kalabalıklardan önceydi bulundukları yer, Talina, hayır şeytandan önce onlar diyerek, düzeltti beni nedense... Prinkopya'nın üyeleri olarak, ölümsüz yaşamlarını sürdürüyordu her türden varlıklar, tanrıyı da birebir görmüşlerdi ama birileri çıkıp da açıklamaları bugünün dünyasına ve bilişsel kozmolojisine uygun bulmuyordu henüz ne yazık ki, tanrının varlığının, onun belli belirsiz olmasından, çok daha kötü sonuçlara yol açabileceğini ileri sürüyorlardı dünyada... Bu doğru bir postulatsa eğer, bundan ötürü, bir düşünceden söz edilemez henüz ademoğlunda... Yapılanımlarına uygun sözel profiller üretmektedirler onlar bu çağlarda ve peygamberlerinin söylenceye dönüşeceği zamanlar yakındır bu nedenle, tanrının da bir oyuncak, bir düşünce jimnastiği olduğunu ileri süreceklerdir yakın çağlarda, üstelik tanrı ortaya çıktığında... İşte bu gün, burada tanrıyı buldular da oysa, karşılaştıkları tanrı, onların yani maymunsuların algı sınırlarının dışında ve o kadar öylesine, sıradan bir şeydi ki, arayışın sonucuna değil, bu konudaki yorgunluklarına ve bitip tükenmeyen çabalarına öncülük eden enerjilerine şaşırdılar ne yazık ki, sonraları enerji kaybının işlendiği varoş dershanelerinde, yıkıcı hipoteze örnek olarak, yüzyıllarca kitaplarını işgal etmişti boş yere tanrıyı arayışları... Kara ağaçların arasından ortak dostumuz Niko ve Jessica geliyordu işte. Bir Protopya'ydı burası gerçekte, ilkel bir ütopya, sonra Prinkopya dediler, çok sonra basic sanrıyı gördüler ve Dreamopya adını verdiler yaratılarına, Talina gülerek Dramopya gerçekte burası dedi. Adalılar kendi düşlerine bel bağlıyorlardı belki ama çok sakin görünüyordu bu düş ülkesi, geçiş ekonomisi diye bir ders okutuluyordu örneğin, bedenin gereksinimleri ölçülüyor, kimileri salt sebze ve meyve yetiştiriyor, sıvı veya katı gıdaya dönüştürülebilen şeyler, otantik yaşamı savunan bireyler, karmakarışık bir yaşam düzümünü özleyen ve uygulamak isteyenler için bir laboratuvar ve deney alanıydı burası giderek... Bir keresinde keten suyunu içmek isteyen bir organele, bir saat içinde bulup getirmişlerdi, balık yağını andıran keten suyu, genlerde mutluluk hormonunu artırıyormuş savlayanlara göre ve ama zaten kavgasız ve hiç tartışmasız, ölümsüz bir yaşam sürüyordu burada ve Zevkler Bahçesi'ydi kolhozlarının adı, Bosch'tan esinlenmiş, bir tür cennet veya cehennemin versiyonuydu katakompları... Stelik yaşamlarda denebilir, tek uğraşları tanrının ötesinde ne varın aranışı ya da kozmosun ölümcül gizi nedir gibi bir sorunsal görünüyordu, iyi tarafları kavganın, çatışmanın ve savaşların bağımlılık yaratan, tümünü sürklase eden cinnetini benimsemekten kurtulmuşlardı ve kan içmeyi arayan alışkanlıklardan uzaklaşmışlar, bilinçaltlarında yer eden ölüm ve öldürme içgüdüsünden de mutlaklıkla kaçınabiliyorlardı artık, unutmuşlardı daha doğrusu konuşabilen bir ejderha ve hatırı sayılır, tırnaklı birer yaratık olduklarını... Yüz yıllar önce, adrenalin geni çıkarılmıştı bu boylardan, genlerle oynayabiliyor ve can sıkıntısını tarihin karanlıklarına gömüyorlardı artık, ölümsüzlük, barış ve güzellik yaşamın naturası olmuştu, kan dökmenin yerini almıştı, alternatif sonsuz uğraşılarının güzelliği, örneğin ölümsüzlüğün, sınırlı sonsuzluğun kendisi olduğunu anladıklarında, bunu çoğaltmanın ya da ortadan kaldırmanın anlamı olamayacağını sezdiler ve tam aksine sınırın parçalanması yollarını aradılar artık, gerçek ölümsüzlük ve sonsuzluğa ulaşmaktı amaçları, bir özlemdi bu ve eski ölümsüzlük kavramları gülünç geliyordu artık onlara... Prinkopya, denizlerin ve gökyüzünün bilinmeyenleriyle pek ilgilenmiyordu aslında, onlar bilginin sonsuz ve öğrendikçe bilinmeyenlerin çoğaldığı bir labirent olduğunu anlamışlardı, bilgi aritmetik bir hızla artıyordu evet ve her yanıt yeni ve sonsuz sayıda bir soru doğuruyordu ve her sorunun bir yanıtı vardı ama her yanıt yeni ve bilinmeyen sonsuz sayıda soru ağları demekti. Onun için pragmatizmden başka hiç bir şeye yüz vermeyen, bir ideolojik sorunsalın kurbanı ya da sevdalısıydılar. Korunma ve gereksinimler, sağlıklı yaşam ve disipliner düzen amaçlanıyordu çoğun, ölümsüzlük, sevi ve zaman gibi klişe kavramların yarattığı piramitler ve gizil bilinmeyenlerin bezdirici zorlukları, gerilerde kalmıştı sonunda... Örneğin tek bir kompüter vardı Prinkopya'da, herkes bir çip taşıyor ve oradan bağlanarak sanal dünyalarında sonsuz, uçsuz bucaksız bir gezintiye çıkabiliyorlardı, ekranları bir hologramdı ve gökyüzünün her köşesinde, diledikleri yere konumlandırabiliyorlardı, elbette bu ekranı ortakta kullanabiliyorlardı, ne büyük bir kolaylık... Cengiz Han saklanacak yer bulamadığı için bütün korkularını unutmuş derler. Prinkopyalılar korku kavramını bilmiyorlardı, pek çok şey salt sanaldı çünkü, esin ve lav volkanları, kral Aaron, su yılanı, suların getirdiği Musa ve oksijen konsantratörü gibi cihazlar onlar için tümüyle sanal birer bilgi ağıydı ve ta baştan beri solumayı bırakmışlardı, kurtulmuşlardı solumaktan daha doğrusu, ama birer robotta değillerdi, çünkü Prinkopyalılar hiç bir iş yapmıyordu gerçekte... Uzaydaki ütopyaların tümü ve Neptünsü yaşamlar bile ilkel sayılıyordu onlar için, çünkü bir sürü gereksiz ayrıntıyla boğuşuyorlardı, yer altı, yerüstü ve kayalık gezegenlerin uydusu sayılan yerlerde görülen ütopyalar bile, onlar için bir ilgi veya bilgi kaynağı sayılabilecek düzeyde değillerdi... *** Korulukta girdiğimiz çukurdan, Aya Yorgi'nin arkasında kalan, tuhaf kayanın altındaki taş oyuktan dışarı çıkmıştık, herkes kayanın arkasındaki, eğreti taşlık yoldan çıkıp geldiğimizi sanmıştı, orada oturduk ve 'mare nostrum' Mermerler Denizi'ni seyre dalmışken, adalı dostlardan birine dilim sürçerek, az önce Prinkopya'dan geldiğimizi söyledim, güldü, insanoğlu olanaksız gördüğü şeylere, imgeleminde hiç bir zaman yer vermez ve bu alışkanlığını ölesiye sürdürür, bu yüzden ilkeliz biz her daim, bu yüzden insanlık, gübrede debelenir durur Argos gibi diye düşünmedim değil, adama ısrar etseydim eğer, bana deli gözüyle bakacağına emindim... Talina içine girdiğimiz koruluktaki Marsias Boğazı'ndan o kadar etkilenmişti ki, tüm inançların, dinler, totemler, tapınaklar, ikonlar, kuleler, kubbeler, bilim-ilim dünyası, Satürn ve Gorgonların gerçekte bizi doğru yola sürükleyen imajlar, imgeler, manipülasyonlar ve ağlarla dolu bir dolambaçlar yığını olduğunu belirterek, düşlere ve ütopyalarımıza kavuşmak için, doğru yolda olduğumuzu söyledi, karşı çıktım, jenerik boyutunda olan her şey, filmin tüm bütünlüğünü gizlemeye yöneliktir dedim, bütün bu görselin ve ritüellerin gerçekte bizleri olması, erişilmesi gerekenden uzaklaştırdığını ileri sürdüm. Jenerik bir tadımlık bal, asıl nektarı hiç bir zaman tadamıyoruz, bir oyalama ve gecikme şu insanlık, bir anomali ne yazık ki... Talina gülerek, her zaman aynı şeyleri söylüyorsun, bir düşmanlığın mı var insanlığa dedi!.. Biz bir kandırmaca ve bir oyun içindeyiz dedim, örneğin gerçeklik sandığımız tüm yaşam sistemi, tümelde sanaldır bizim, sanal kabul ettiğimiz tüm yaşananlar ise salt gerçekliğe bir yaklaşım, örneğin bizim tanrımız sanal, meleklerimiz sanal, kitaplarımız sanal, ama gerçekmiş gibi davranıyor ve öyle algılamakta da ısrar ediyoruz. Bir oyunun içindeyiz oysa, tanrı gerçekte var ve onu aramıyoruz bile, öyle bir düşünce ve çabamız olmadığı için, varsayılan ve onun buyruklarını dile getiren bir kavramsala boyun eğmekte hiç bir beis görmüyoruz, tanrı neden kitap yazsın ki, düşüncelerimizi değiştiremez mi, ormanları keserek yazılmış buyrultular komik sayılamaz mı, olmuş gibi davranıyoruz biz her şeyde, biz antigerçekliğe sığınmakta ısrar eden cromagnonların süreğeniyiz bence, bir tür yalan, felsefi tütsülerle uydurulmuş masallarımız var bizim, güdük ve cılız bir yaratık olduğumuzu kabulden kaçınıyoruz, kendimizden korkuyoruz ve yüzleşmektense tanrıya sığınarak süblimasyonu tercih ediyoruz ne yazık ki, tanrıyı aramaya gücümüz yetmediği için, onu varmış gibi kabul ediyoruz ve sözde onun öngörüleriyle hareket ediyoruz, yalancı, sahte ve sanal bir tanrıyla yetiniyoruz biz, aramızda olan biri gerçekte o tanrı, çünkü birbirimizi öldürmeyi, yok etmeyi, süründürmeyi, acılar ve işkenceler bahşetmeyi, onun sınavları olduğunu ileri sürerek meşrulaştırıyoruz ve kesinlemelere dönüştürerek bağışlıyor ve sunuyor görünüyoruz artık kitlelere, 'evamiri eşare' böyle ferman olur mu, nasıl bir tanrı bu, tanrının bizlerden hiç bir farkı yok ki, olmakta olanın, olmamakla yer değiştirmesini istiyor, bu otoriter ve kana susamış toplumların hezeyanlarıdır öteden beri, paralel zıtlıkların doğruyu değiştirdiği nerede görülmüş, pekiştirmiş yalnızca, yazık değil mi, gerçek tanrıyı aramaya başladığımız ve bulduğumuzda tinsel ölümsüzlüğü ve sonsuz barışı da belki bulmuş olacağız, geçmişimizi cezalandıramayız bu yüzden ama çünkü ceza ilkel ve barbar tanrılarımızın yarattığı toplumların bir anomalisiydi... Düşüncenin ve sözcüklerin sonunu getirmek için bir öykü yazdığımızı düşünelim, her ikisinin de sözü edildiğinde düşünce ve sözcüklerin tam aksine çoğaldığını, ürediklerini göreceğiz, düşünce ve sözcükler bedenimizi yiyip bitiren tümöre dönüşmüşler ve dizginsizler, buda bizi yoldan çıkarıyor, böyle bir şeye kalkışan insan türü sonunda canına kıyacaktır kederinden, çünkü hiç bir şeyi sonlandıramayacak bir uygarlık biçimi ve bir yaşam 'istemimiz' var bizim, sürekli sızdıran ve gaz kaçağı olan bir silindir gibi dünyamız, cehennem biziz ne yazık ki... İşte bizim tanrılarımız hep ulaşılmazlığı öngörmüş, erişilmezliği kutsamış, niçin, sonlu yaşam ve zorunlu bitişi kanıksamamız için, ölüm ve birer kan kasabıdır yarattığımız tanrılar, uygarlık biçimimizi değiştirmeyi başardığımızda, bu tanrılar geçmişin putları ve Uranusları gibi tarihin karanlığına karışacaktır, uçurumlardan atılarak unutulacaklardır, bir zaman sonranın mitolojisi, bugünün motor gümbürtüsüyle, roket böğürtüsüyle ayın karanlık yüzünü gören hemcinslerimiz olacaktır. CRSPRKHGNMQWRTYFDGÇJLVBXZ adını verdiğimiz gen düzenleme cihazını tam kapasiteyle çalıştırabildiğimizde, bütün barbar alışkanlıklarımızı yitireceğiz, etsevicilik bitecek, sıvılara olan tutkularımız sona erecek ve uygarlığımız bir nebze olsun ilerleyecektir, öncesi bir deneydi ve çok zamanımızı aldı, basic ama kötücül şeylerdi olan biten ne yazık ki.... Bir gün felsefe öğretmenimiz, eli cebinde derse gelmişti ve bilin bakalım avcumda ne var dedi, yaşamımız için çok önemli, bilene onu armağan edeceğim, hepimiz düşünce diye bağırdık, çünkü düşünemediğimiz de yaşayamayacağımızı sanıyorduk, hayır dedi, kitap dedi biri, gene hayır dedi, en arka sıradan biri -hava- dedi, öğretmen bir kahkaha attı ve evet bildin dedi, bu kadar basit, doğruydu bu, çünkü hava olmasaydı yaşam olmayacaktı ki, solumak... Japonlar konuşurken karşısındakinin gözlerine bakmayı saygısızlık sayarlarmış, çünkü suçlamak anlamına gelirmiş bakmak karşıdaki kişiye, ilginç, yaşama hakkı gibisi yok, özgürce solumaktır yaşamak gerçeklikte... Presbit'eryeniz biz. Palindromik aralıkların virüsü, metalik hidrojen özlemcileri, sıvı yemekler, gaz kaçakları, azottan ekmekler, volfram nektarı ve Kenan ili kurbanları gibi... Biz belki de güneş sisteminde diğer gezegenlerin ya da güneşin uydusuyuzdur, ayrımında olmadığımız kim bilir daha neler var, güneşin içindeki bir uygarlığın ham maddesi, belki de bir düşünce deneyiyiz biz, kobaylarızdır belki de, nasıl bilebiliriz ki ama görüntülerimiz tekin değil, fareler gibi tuzaklara atılmakla ömür geçirdiğimiz savlanabilir... Süt yolunun Orion koluyla, yay kolunun arasında, gökadadaki en parlak yıldızlardan biri olan Eta Karina vardır, dıştaki ana kol olan Perseus ve Avcı'nın uzaklarındaki Beygir Bulutsusu gerçekte bir yıldız fabrikasıdır. Andromeda vardır, akkor gazlar ve bir alkol denizi olan uydular, dünyayı kaplayabilirler, görünür ışık neyse, karanlıkta görünmeyen ışıktır aslında, disk yıldızlar, hale yıldızlar vardır, soğuk, turuncu yıldızlar ve öte gezegenler, düşünüldüğünde kendimizi aştığımızı söyleyebiliriz ama evren bir kitapsa, bir nokta bile değiliz biz, bunu anlayabilmeliyiz. 'Bir gün, paramparça organları, deşilmiş bağırsaklarıyla son insan, ışıldayan güneşin ve yanıp sönen takım yıldızların altında bir başına dolanıp dururken; bir deri bir kemik kalmış, çılgınlaşmış son insan; uçsuz bucaksız mezarların, dev beton blokların, soğuk putların ve ıssız kentlerin arasında yalnız başına bir küfür gibi dolanırken, şu korkunç soruyu soracak; Neden?..' Bu tür apokaliptik metinlerin senare ediliyor olmasının yararlı olduğunu söylerler, çünkü özgürlüğümüz için önlem alınmasını salık veren manifestolar gibidir, sanat ya da yaşam bir delilikse eğer binip gideceğimiz şey, ütopyalardaki gibi güneş gemileri olmalıdır diye düşünebiliyorum artık... Şu anda okumakta olduğunuz bu dizimlerin, siz onları okumadan önce yazılmış olması gerekir. Ne ki onlar yazılmadan önce çoktan okunmuştu. Sonuçlar nedenlerden öncedir, çünkü nedenleri biz uyduruyoruz. Tüm gerçeklikler bir sonuçtur. Evren hakkında bildiklerimizin, nedenin (bu dizimlerin yazılması) bir sonuçtan (bu dizimlerin okunması) daha önce geldiğini ileri sürdüğümüzde, yapılması gerekenler açıkça anlaşılır ve güvenli bir varsayım gibi görünebilirlerdi bizim dünyamızda, oysa bu korkularımızın ve güvensizliğimizin dışavurumudur, evren nedenselliğini sonuçta görür ancak, birer sonuçtur öncekiler, çünkü onlar çoktan yapılmış şeylerdir, elementer dünyamızda olan, olması gerekenden, yani düşünülenden ve nedensellikten öncedir hep... Çünkü nedensellik aransaydı evren yapılanabilir miydi, sonuç nedenin kendisidir evrende... Son yıllarda, atom altı parçacıkların krallığında neler olduğuna ilişkin bilgilerimiz genişliyor, araştırmacılar doğru gibi görünen şeylerin ve bazı durumlarda daha çok sezgisel olarak doğru kabullendiğimiz şeylerin, daima öyle olmadığı gerçeğiyle yüzleştiler. Örneğin, süperpozisyon denen kavramı ele alalım. Schrödinger’in Kedisi örneğinde betimlendiği üzere, kuantum süperpozisyon, parçacıkların eşzamanlı olarak, iki veya daha fazla durumda bulunabildiği veya aynı anda iki farklı konumda olabildiği olgusudur. Tuhaflık burada bitmiyor. Geçtiğimiz yıllarda, fizikçiler, süperpozisyonun nedenselliğe aykırılık taşıdığını da buldular; olayların nedensel sıraları da süperpozisyon halinde olabiliyor. Diğer bir deyişle, tıpkı parçacıkların konumları gibi, olayların sıraları da “belirsiz” olabiliyor. Çünkü bir kötülük halinde nöronlar ne yapacağına çoktan karar vermiştir ve küçük, büyükten daha büyüktür, çünkü göktaşı veya tozsu evren onu yaratan parçacıktan doğallıkla daha küçük ya da daha küçük olmak zorunluğunu taşımaktadır. Talina, alın yazısının gerçekliğine vardın dedi sonunda, alın yazısı nedensellik işlevidir dedim bizim yargılarımızda, ondan önce bir şey daha olması gerekiyor, işte onu bilemiyoruz, öyleyse ara geçişler, asıl müzikten sonra çalan şeylerdir. Prinkopya gerçek olduğunda onu anlayacağız...