30 Kasım 2017 Perşembe

HAİKU


I
Ne zaman açtılar diyorum;
gösterip çiçekleri!
Arzunun çıldırtan nesnesi!..


II
Gece de dolunay çıktı,
ışıldıyor gölgeler.
Şimdi nereye bakmalı?..

III
Aslan ağızlarında dolaşıyor arı,
dingin gölgeler
örümcek ağları...

IV
Ah bir günah şöleni mi
arılar, kelebekler,
ve badem çiçekleri!

V
Yel öyle esiyor ki;
sanki geçit töreni
rengarenk çiçeklerin.

VI
Bahar diye bağırdı;
Su şırıltıları.
Gül kokuları...

VII
Kelebek çiçeği var mı
Arı gülleri?
Yol boyu sardunyalar!..

VIII
Kar kelebeği uçtu,
yağmurda yağdı.
Baharın gözyaşları!..

IX
Gülümseyeyim diye
Nasıl da kokular yaydı;
Komşum ceviz ağacı.

X
Çiçekler, kelebekler,
Bal arıları...
Tanrı, bir yerlerde gizlenmiş olmalı!..

22 Ekim 2017 Pazar

DİSTOPYA

 
 
 

''M.R.T için...''
Kısacık bir şey anlatmak istiyorum...
Küçük bir kır lokantasında, babamla yemek yemiştik, minicik bir yerdi, çok uzakta deniz görünüyordu... Kalkarken dedim ki, ağzımın kıyısında köşesinde bir şey var mı? Elini uzattı, şöyle bir yokladı ve çenemin üzerindeki beni temizlemeye kalkıştı!..
Aradan 40 yıl geçti ve şimdi anlıyorum ki, insanların tümü birbirine yabancı varlıklar, ayrılar, çenemdeki benin, o güne kadar yıllarca varlığının ayrımına varmayıp, o an, bir yemek evinden kalkarken algılayan; insanlık...
Hepimiz, her zaman böyleyiz, hepimiz ayrıyız, ruhumuz, bedenlerimiz, alışkanlıklarımız, her şeyimiz ve bunu hepimiz biliyoruz. Söylemesi güç ama, ne kadar derin bir dostluğumuz, sevgimiz varsa, o kadar birbirimize düşmanlığımız ve önü alınmaz nefretimiz var.
Babama o gün alınmıştım içten içe, ama bugün yaşamdan aldığım dersler ve zamanın yatıştırıcılığı artık beni de değiştirdi ve yaşam iklimim çoktandır onlara uyum göstermek konusunda büyük başarılar sağlıyor...
Büyük başarılar...
Şaşırtıcı gelebilir ama, sonraları Newyork'a kadar uzandı yaşam yolculuğum, niçin; Newyork, çocukluğumda duymuştum ki, orada gökdelenler yukarılarda -iki paralel doğrunun sonsuzda birleştiği gibi- birleşir, bulut ve güneş görünmez olur ve kent sonsuz bir karanlığın içinde yaşar... Neonlar kenti sürekli aydınlatır, mağazalar hep açıktır ve gündüz ve geceleri yalnızca saatler belirler. Bu efsaneyi duymuştum ve Ledin Krallığı'nda (Light Emitting Diode) yaşayan insanların, hiç bir zaman bunun ayrımında olmadıklarını da işitmiştim.
Uçağım güneşi içer gibi, Atlantik üzerinden Morristown hava alanına indiğinde güneşin çoktan düşlere karışabileceğini anlayamadım. Işıklar, göz alıcı ışıklar her şeyi unutturuyordu, yapay aylar, suni güneşler, yıldızlı gökyüzüyle dolu sanal dünyalar her şeyi hoşnutluk veren bir sanrıya dönüştürüyordu, daha önceki yaşamım taşrada geçmiş gibi bir duyguya kapılmıştım ve kendime acınıyordum artık...
Kısa bir öykü bu...
Yıllarca yaşadım orada, bir gün bile güneş nerede, mehtap nerede, yıldızlar neden görünmüyor diye düşünmedim, yer gök güneşle, ayla, yıldızlarla doluydu, sonra işte korkunç gerçeği bir gün anladım; İnsanlarda sanaldı burada...
Tanrıyı yadsırcasına ya da ona ulaşırcasına yüksek binalarda toplanıyorlar, başka yerlerdeki diğer insanlar için duygulandırmayan, barbarca kararlar veriyorlar, oraya silahlar, uçan roketler, lazerler gönderiyor, robokoplar salıyor ve kendileri dışında, her yeri güneşin kavurduğu bir cehenneme çeviriyorlardı.
Hiç kimse ayrımında değildi olan bitenin. Yavaşça ve sabırla bu kentten, dünyanın başına bela olmuş bu sanaliteden ve bambaşka bir inancın pençesine düşmüş, tuhaflıkla dönüşmüş bu robotlardan kurtulmak istedim. Zaman geçtikçe davranışlarım değişiyor ama işim gittikçe zorlaşıyordu. Onlardan ayrılıyor tepkilerini çekiyordum.
Kısa zamanda benim ne yapmak istediğimi anladılar ve bir gün aniden içinde yaşadığım, oradaki Metrocity'lerden Building'in kapısı çaldı!.. -kaçma isteğim ve her şeyi haykırabileceğim korkusu onları harekete geçirmişti!- (Neuromancerler'dir diye düş bile kurdum!) büyük bir telaşla, bina dışındaki diğer asansöre koştum, bugün bunu nasıl başardığımı bilemiyorum ya da onların buna nasıl göz yumabileceğini...
Zemine indiğimde ışıklar gözümü neredeyse kör ediyordu, evsiz bir Quasimodo, öylesine biri ve hiçbir şey olmamış gibi, binanın çevresini süsleyen, onu diğerlerinden ayıran, sentetik çalılıkların içine girdim, sinsiydim, ayağım, yere gömülü bir kanalizasyon rögarına takıldı, işte o zaman, Tanrı'ya ilk kez böylesine içten yalvarıp, dualar ettiğimi ve ürpertiler içinde bugün bile sürdürdüğümü söyleyebilirim.
Öykünün sonu yaklaşıyor...
Kanalizasyon kapağından, 'Açıl susam açıl' dercesine girerek, el yordamıyla demir tutamakları kavrayıp, paslı merdivenlerden, tuhaf şırıltılardan, yitip giden dolantılardan, aşağılara doğru süzüldüm, nereden geldiği belirsiz bir ışık, sızıntıyla ortalığı aydınlatmaya başlamıştı...
Sislerin arasında büyük bir kalabalık belirdi, işte biri daha kurtuldu diye, sessiz bir tansımayla haykırıyorlardı. Bayılacak gibi oldum...
Göz gözü gördüğünde, hıçkırıklarla birbirimize sarıldık, şoka girmiştim, onlar beni teselli eder diye beklerken, ben onları teselli ediyor, ağlamayın, her şey bitti işte diye yalvarıyordum...
Şimdi orada yaşıyorum. Güneş, ay ve yıldız gene yok. Ama gerçek var, her şey bir gerçeklik içinde yaşanıyor!.. Yaşamak, sevgi, barış...
Ve inanmayacaksınız ama; Aşk!..
 

17 Ekim 2017 Salı

AY IŞIĞI

 
 

 


 
Gölgelerin karanlığında onu izleyerek; metruk evlerin arkasından açık bir alana çıkmışlardı işte. Adam hiç bir şeyden habersiz yürüyordu, uzakta ışıklar yanıyor, tek tük pırıltılar yanıp sönerek, hayatın varlığını ve suyun sürekliliğini işaret ediyordu. O, küçük dualar mırıldanarak ilerliyor, geçirdiği bunca zamanı kutsayarak, kazasız belasız geçen ömrüne şükrediyordu.
Arkadaki adımlarını hızlandırdı.
Öteki elindeki küçük paketi sıkıca tutuyor ve bir an önce eve varmak istiyordu. Küçük kızını düşlüyordu, onu sevindirmek yaşamının biricik amacıydı artık. Küçük bir dereciği adımlarıyla zıplayarak geçti, uzaktan köpek havlamalarının sesi geliyordu. Mahallenin bildik köpekleri; bu küçücük şehirde, mabetlerden, kulelerden tanrıyı ululayan seslere eşlik edip, yansılamak ister gibi bir dünyanın içinde yaşayıp gidiyorlardı.
Adamı izleyen kişi gerilerde kalmıştı, açık alanda ona fazlaca yaklaşmak, kuşkuları çağırmakla, tehlikenin yer değiştirmesine yol açabilirdi. Belayı arıyordu evet ama, arayışın öznesi olmak istemiyordu. Uygun bir aralık, her şeyi güvence altına alabilir diye düşünüyordu karanlıkta...
İzlendiğinden habersiz biri ve onun ardından, zamanın tortusunda katmerlenen kiniyle, günahkar olmanın çekiciliği ve kararlılıkla yürüyen başka biri.
Tanrı adına, bir yazgının yerine getirilmesil adına, evrenin gizleri adına, kozmik gerilimin sürüp gitmesi adına, yaşamın sevdalarla akışı adına; bugün 'İş' ona verilmişti. Bir tür elçi gibi duyumsuyordu kendini ve gecenin karanlığının, düşüncelerine kat be kat destek oluşuna, alabildiğine şaşıyordu ve ilk kez duyumsuyordu bunu...
Bir elçi, bir uygulayıcı olmaklığın, güvençle dolup taşan, kin dolu gözetleyicisi.
Denge arayan bir tür havari.
Ölümün şakaya gelebilecek bir yanı ve insani bir şey olabileceğinin kanıtlarından biri de bu gece olsa gerek diye düşündü. Üstelik tanrıyla işbirliği yapılabilen tek oluntu belki de buydu.
Az sonra olacaklarla, az önce düşündükleri arasında, sonsuzluk kadar bir uzaklık, birlikte çarpan iki yürek kadar bir yakınlık olduğunu ayrımsadı bir an. Kurbanına acımaktan ziyade bir sevgiyle bağlanıyordu giderek. Dönüşüm kutsaldı. Tanrısal bir edim adına, gerçekte ikisinin de soycul bir işbirliği içinde olduğunu düşünüyordu. Habil'de, Kabil'de tanrının evladıydı.
Yaşam korkunç bilinmezliklerle sürüp giden görkemli bir serenattı belki de, bir seremoni, aynı zamanda baş kaldırabilen ve yıkıcı ve zamanın kendini çürütüşüyle diz çökebilen bir kardeşlik...
Az sonra olacaklarda, bunların tümünün payı vardı.
Adam belini yokladı, evet yerinde duruyordu, gecenin karanlığında, o kadar kuşkuluydu ki, yerinde duruyor olsa bile, yine de ikide bir yokluyordu onu.
Güvenç ve kuşku, güvençsizlik ve inanç paralel dünyaların olmazsa olmazıydı belki de, üstelik bu gece varlığı ona bağlıydı, en küçük bir yanlış, ufacık bir hata, rollerin değişmesine ve sonsuzluğa kavuşacak olanın, bir bilinmezliğin, bir gizin bağışlanacak olanın, som gerçeğin tadına varacak olanın kendisi olmasına yol açabilirdi.
Son derece gurur kırıcı bir şey olurdu bu, görevini yerine getirememek, üstlendiği şeyi gerçekleştirememek, sorumluluk duygusunun rezil ve aşağılık katlarına düşmek, ilençle, gülünçlük arasında bir yere sahip olmaklığın bezginlik veren salınımında, hiçlenerek, yaşamın içinde sürünüp gitmek anlamına gelebilirdi bu.
Bu tür bir aşağılanma, bir tür hiçliğin içinde, yitip gitmekten başka bir işe yarayamazdı ne yazık ki.
Ölecek olan, ölmelidir bu dünyada, yok edici kimse, sorgusuzca yok edebilmelidir, kaçınılmazlıkla...
Bir dengenin aranışı ve göksel terazinin işleyişinde, herkesin üzerine düşeni yerine getiriyor olmaklığından, başka bir şey değildi bu dünya!..
Yukarıda 'Küçük Ayı' yanıp sönerek, bir terazinin kefesi gibi salınmıyor muydu, ilahi adaleti aramıyor muydu; gecede derin bir sessizlik içine doluyor ve lekesiz, ılık bir rüzgar kendine eşlik etmiyor muydu.
Sahne onlar için hazırlanmıştı bu gece ve belleğin şaşırtısı, düşüncenin yön değiştirerek, uygulayımın yanlış yollara sapması, bir utanç ve kibir içinde, us kıran bir düş bozumuna yol açacak açmazlara sürüklenmesi, gecenin dinginliğini ters yüz edebilirdi. Bu onlar için daha feci bir son olurdu. Çünkü, kasvetli karanlığın içinde, tanrının onları gözetlediğini biliyordu.
Bir yanlışlık, ikisini de hiçleyip, yok edebilirdi; evrenin olağanüstü gerçekliğinde, kozmik salınımında, sarmal ipin, dalga boyunun, kutsal parçacığın; sonsuzca akıp giden bir düzeneğin sarsılmaz geleneğinde, katıksız, bitimsiz geleceğinde; bir milim bile sapmadan, üstlerine düşeni yapmaları için, tanrısal uyum adına, en küçük bir yanlışa düşmemeliydiler, bilerek ya da bilmeyerek, görerek ya da görmeyerek, belleyerek ya da...
Şeytansı bir unutuşla...
Hiç fark etmez!.. Üstelik işin aktörleri, açık seçik görünüyordu, hiç bir kuşkuya yer olamazdı gecenin içinde...
Kızı eşiğe çıkmış 'izlenen adamı', bir olasılıkla yazgısından kaçan adamı bekliyordu. Varoş mahallelerinde olağan bir şeydi bu, bekleyiş... Solgun, ölgün ışıkların altında, biricik babasını bekliyordu kızcağız, ne getirecekti acaba bu gece kendisine, nasıl bir armağanla buluşacaktı...
Hiç bir şey olmasaydı bile, tanrının yüzü gülecekti bu gece. Göksel yargının terazisinde, karar verilmişti artık ve Levililerin işlerinden birinin, tam da bu anda, bu saatte yerine getirilmesi kaçınılmazdı.
Evrenin gizlerinden birinin yerine getirilmesi, göğün kutsal yasalarının işleyişinde, bir kararlılığın sürüp gitmesinde ve havarilerin işiyle baş başa olmanın pervasızlığında bu gece, 'Olacak Olan', her şeyin üstünde sayılmalıydı doğal olarak, sonsuzluğun akışında, ritmin bozulması düşünülemezdi ve eni sonu, kesinlikle kabullenilmeliydi bu gerçellik.
Kızın olası çığlıkları ancak bir iç çekişi üstlenecek kadar cılız ve sessiz olabilirdi, ölüm marşına bile bir solfej olamazdı o, ama yine de minik bir prelüd olabilseydi keşke.
Karanlık iyice çökmüştü...
Adam gecede, köhne barınakların canavarlar gibi sırıttığı şehrin bu kenar mahallesinde, tek katlı, hüzün veren evlerin önüne gelmişti işte, neredeyse kavuşacakti özlemine.
Canım diye sarıldığı kızı, kaç adım ötedeydi ki...
Bir tütün içimi kadar. Bir duanın okunuşu kadar. Bir sevdanın yakışı kadar. Bir iç çekişin özlemi kadar. Belki de olanaksız bir düş kadar olamaz mıydı... Bir kucaklaşma, bir özlem, cennetsi bir koku... O kadar ya vardı ya da yoktu.
Birden bir şey patladı, köpek seslerini ve tanrının ululanışını bile bastıracak kuvvette bir gürültüydü sanki.
Bir yazgının yerine getirilmesi, yaratan ve bağışlayıcı olanın kışkırtıcı buyruğunda, bir edimin, kutsal bir buyrultunun gerçekleşmesi...
Ama nasıl tanrının ululanışını bile bastıran bir çınlayışla gökyüzüne yükselebilirdi ki o...
Kurbanını izleyen adam, hiç olmadığı kadar bir korkuya kapıldı, bir ikilem, bir dolambaç, hiç bir çıkışın olmadığı bir burgaç, hiç bir kurtuluşun olmadığı bir dolantı bu diye haykırdı birden!..
Korku bütün bedenini sarmıştı ve dünyadan kurtulmak istercesine, hızla kaçıyordu artık.
Öteki yere düşmüştü bile, hiç bir çığlık, hiç bir ses, hiç bir gürültü çıkarmaya vakti olmamıştı onun ve bir melek gibi uzanmış, artık bir günaha bile dokunamayacak gözleri, hala özlem dolu parıltılarla doluydu ve bedeni birden küçülmüş, sanki toprağın içinde yitip gitmiş ya da ansızın gökyüzüne çekilmiş gibiydi.
Bir boşluk, bir boşluğa bakıyordu artık!..
Bir öç, bir hesaplaşma, kimselerin bilmediği bir alış verişin, dehşet veren öyküsünün içinde roller bitmişti işte. Biri yerde uzanmış yatıyor, öbürü karanlıkta bacaklarını açmış, tuhaf, acayip bir cisim gibi uzayarak, sanki sonsuzluğa koşuyordu.
Tanrı gülümsemekle yetinmişdi...
Sonra ayağa kalktı ve gölgelerin içinden, bir görevin yerine getirilmesinin huzuruyla, göklerdeki yuvasına doğru dev adımlarla gitti.
Ay ışığı cesede vurdu ve ortalık sükuna erdi!..

 

3 Ekim 2017 Salı

VLADİMİR BURKONY / Ulus Fatih / Roman / 666 Sahife / Cinius Yayınları.

 
                       
Her insan bir kütüphanedir...
47 yaşında, düş kırıklığıyla sona eren bir yaşam; ama imgelemde uçsuz bucaksız bir hayatın romanı... Bilimin, sanatın ve yaşamın amansız bir eleştirisi...
...
''Vladimir Burkony bir müzisyendi, geçmiş yıllarda; 'Ural Birliği'nin dağılması sonucu, ortaya çıkan parçalanma ve ekonomik kriz ertesinde; Ukrayna'dan ülkemize göç etmek zorunda kaldı. İyi bir eğitim görmüş ve kemana gönül vermiş biriydi.  Durumu iyileşecek, geçim noktasında bir birikim edinecek ve ülkesine geri dönerek,  derin araştırmalar, besteler yapmak ve akademik çalışmalarla, müzik tarihine katkılarda bulunmak istiyordu...
Ama düşleri gerçeklere yenildi ve ne yazık ki, bar ve pavyonlarda, ucuz işler, öylesi şeyler diye niteleyebileceğimiz ortamlarda yıllarını geçirerek, gün geldi umudunu yitirdi!..
Sanrılara kapıldı ve içine düştüğü karaduygular tüm bedenini ele geçirdiğinde; bir gece yarısı canına kıyarak, bu dünyadan ayrılmayı yeğledi.
Bu kitap, çağımızın 'Umutsuzlar Parkı'nda, kimselerin görmediği ve sessizce geçip giden, kimi canına kıyan, kimi yarı yaşar, köprü altlarında, sağda solda ömrünü tüketen ve tanrının düşünmekle, idealist ülküler peşinde koşmakla cezalandırdığı insanların; hepimizi dehşete düşüren, trajik romanıdır...''

23 Eylül 2017 Cumartesi

TUBA


Saltık Mutlan. Saf Güzellik. Tuba'yı mahalli gelenekler, yazılmamış görenekler gereğince birbirine konuk olan aileler arasında tanıdım. Yaşını belli etmeyen insanlar vardır, evlidir, çocuğu vardır ama kendisi çocuk gibidir, yirmi yaşlarında mı, otuz olabilir mi, belki kırktır, ya yirmi bile değilse... Mona Lisa gibiydi, ne gülen, ne ağlayan, masum, cansız bir melek, bakan ama sanki görmeyen bir huri, cennet elçisi...
Çehresi keskin çizgilerle belirlenmiş, ama gözlerinin güzelliği o hatları yumuşatıyor, belirsiz elmacık kemiklerinin süslediği yanaklarını, çenesinin çukurunu ilahi bir haleyle, ışıkla aydınlatılmış, göz alıcı bir seraba dönüştürüyordu. Buğulu bakıyordu Tuba...
O bir çocuğu ve eşinin annesiyle, arada bir eve geliyor, bir koltuğa oturuyor ve saatlerce kıpırdamaksızın durabiliyordu. Çocuk mızırdansa bile anneannesi ilgileniyor, onun çayını gülümseyerek getiriyor, tüm hizmetlerini gerekirse ben yapıyordum. Yalnızca buğulu güzelliğine olan hayranlığımı yeterince yaşayabilmek, süzüp, gözlemleyebilmek ve haleti ruhiyeme yeni imgeler, serzenişler, el değmemiş görsel, simbiyotik estetler kazandırabilmek için...
Bazı kadınlar sizde hiç bir duygu uyandırmaz, sempati, masumiyet, beğeni, meleksi bir vicdan, melankoli ya da kışkırtıcı bir yaşama arzusu, Tuba bir sentezdi, hiç bir şeydi o, her şeyden bir parça vardı belki ama yaşama ilişkin belirgin hiç bir şey yoktu onda...
Pygmalion'un yaptığı heykel gibiydi o, dünyanın en güzel kadını, ama cansız, eşiyle nasıl geçiniyordu acaba, çocuğunu nasıl yapmıştı, garip... Beğenileri, alışkanlıkları, yaşama bakışı o denli sıradandı ki, dizi izliyor, merdivenleri çıkıyor, su içiyor, başını seslerden yana çeviriyor ve gece geceliğini gösterdiği saatlerde uyuyordu sanırım.
Herkesin bir hayranı vardır şu dünyada, bu kadın nasıl bu denli sakin olabiliyordu, müsekkin mi yutuyordu, kanında baygınlık veren bir balsam mı dolaşıyordu, tanrı vergisi bir yaratık mıydı yoksa, anası babası ime time karışmış insanlar vardır ne de olsa aramızda, çok naziktirler, canınızı, malınızı, mülkünüzü veresiniz gelir, acaba Tuba kimliğinin, kişiliğinin, doğasının, naturasının ve imrenilesi moralitesinin bilincinde miydi...
Şu diziyi açsanıza derdi, gaipten gelen bir sese kulak vermek kadar olağanüstü bir şey var mı şu dünyada, ben vahiy gelmiş gibi açardım o kanalı, mihaniki... Sonra haberlere bakalım derdi, uyur gezer gibi açardım başka yeri, kraliçemiz, efendimiz, altın taçlı mabutlardan daha kutsal ecemiz yeter ki emir versin, yeter ki buyursun, gönüllü kölesi, onu kırmak şöyle dursun, ne isterse ayağına getirmek şöyle dursun, başını bile çevirmesine dayanamaz, onun elini bile kaldırmasına gönlü el vermez, bu çelimsiz görünen, ama ağır başlı, bu zarif bir meleği andıran ama iç dünyası kararlı, yeryüzündeki tüm işlerini sanki sıraya koymuş, her şey zamanı gelince sanki hallolmuş, bu tanrısal yaratık, bu yeryüzü ceylanı, nasıl karşılıksız bırakılabilir ki...
Onun bu antik mermerlere oyulmuş tanrıçaların bile sönük kaldığı anıtsal güzelliği, dünyanın hayhuylarına karşı olağanüstü uzak, cennette bile görülmez diyebileceğiniz sessizliği ve sultanlara, hünkarlara, hakanlara, krallara, demir baş Şarllara bile layık görülemeyecek büyüleyiciliği, nasıl bir şeydi ki ve neden bu dünyanın alelade bir yerinde yaşıyor ve neden kendi içinde büyüttüğü ulaşılmaz güzellikteki incisini, -istiridyesinden çıkan Venüs gibi- küçücük gölcüklerde, balığın bile yaşayamayacağı ırmaklarda, deniz bile denilemeyecek maviliklerde saklıyordu ki...
Bir gün çocuğu lavaboya gidecek oldu, anneannesi yoktu, nedenini soracak değildik tabi, klasik görüntüler yineleniyor, çaylar, kahveler içiliyor, ne isterse yerine getiriliyordu. Çocuk annesinin de gelmesini istedi, gözlerime inanamadım, kaç yıllardır, bu afsunlu güzel, bu tanrıların Mona Lisa'sı ilk kez yerinden kalktı, soldan ikinci kapı demiştim, nerden bileyim dış kapıyı da sayacağını, küçücük ardiyenin kapısını açmış yanlışlıkla, yarı karanlıkta, gövdesi kopmuş eşyalar, parçalanmış yolluklar, sanki canlanmış oyuncaklar ve tuhaflıkla sırıtan davlumbaz parçalarını görünce, hafif bir çığlık atmıştı. Dünyamızda bir ilk!..
Koştum ve lavaboya götürdüm onları, çocuğuna birlikte yol gösterir, yardımcı olurken, birden doğruldu ve belki de istemeyerek, -bugün acaba bilinçli bir eskiv miydi davranışım diye utanıyorum- boynu ağzıma geldi, dudağıma tabi...
Duygular, düşünceler ve eylemler aynı anda gerçekleştiğinde bir kaos oluştururlar, haklar ve haksızlıkların karmaşası, doğruluk ve eğriliğin şatafatı, vicdan ve acımasızlığın muhasebesi, gezegenimizi ayrı ayrı ülkelere, bölgelere, kentlere, mahallelere, semtlere, evlere ve evleri de, şu olayın kahramanlarına ayırır. Belki de süsler!.. Hiç bir şeyi bilemeyiz.
Ben kardeşime düşmanım, kardeşimle ben, komşuma, komşum kardeşim ve ben, mahalleye, mahalle, komşum ve bizler şehre, şehir, komşumuz, ben ve kardeşim ülkeye, komşular, ülke ve biz dünyaya düşmanızdır. Hayatı yaşamak isteriz, kendimiz olabilmeyi isteriz, hayatın bizi yaşadığını anladığımız anda, benliğin ben olmadığını, olamadığını sezdiğimiz anda, sağlığımızı yitirir, düşüncelerimizin yönü sapma gösterir, dışavurumcu olur ya da sinikleşiriz.
Tuba'ya ilk ve son dokunuşum o oldu, gördüğümde ne eller birleşir, ne bakışır, ne karşılaşır ne de tartışırdık. Hoş geldiniz ve güle güle... Hayatın cilveleri değil, insanların, evlerin, konu komşuluğun yazılmamış anayasası ve seve seve boyun büktüğümüz, gönül eğdiğimiz, hiç bir zaman bir şey demenin düşünülmediği, sosyal statülerimizin, yaşadığımız bölgelerde, semtlerde belirlenmiş, değişkenliği, üç aşağı beş yukarı dikenli tellerle berkitilip, sınırlanıp, çevrelenmiş, beton otlakların altın kuralları...
Öyle mi...
Tuba'yı, dünyanın tüm acılarını, sevinçlerini, keşif ve gizemlerini, bilinmeyenlerini, -sanki- ilahi bedeninde saklayan, bu çelimsiz, kendine bile uykulu, sessiz tanrıçayı, o günlerden sonra bir daha görmedim, evde hemen hiç durmayan, onunla bile öylesine karşılaşan bir insanın, eve gelen gideni sorma hakkı olabilir mi... Bir gün evin amazonu olağan gürültüler, tangırtılar içinde mutfakta oyalanıyordu, nasıl oldu bilmem, ağzımdan kaçtı da diyemem, Tuba nerelerde dedim...
Soruların hangisinin sorulmaması gerektiğini, hangisinin sıradan, hangisinin can alıcı ya da düşmanca bir kisve altında sorulduğunu insanlar bilir. Mutfağın gürültüsü arasında çariçem başını bile çevirmedi, sorum öylesi bir haberin yinelenirliği, umursamaz, soranını bile ilgilendirmez bir yankının kabullenirliği içinde kulaklarımı titretti...
O intihar etti!..

HANOMAG


Gökler tanığım olsun ki, çocukluğum öyle güzel, Baklan ovası öyle dillere destan ve İsabey öyle biricikti ki... Serenli kuyular, Çökelez dağının başından, ovanın ortasında bir düş diyarındaymışım gibi durur, gerçeküstü birer hayalet, birer atlı karınca gibi görünür, hepimizi ürkütücü düşlere, gülütlere sürüklerdi; peygamber devesini andıran yatay bir sırığı, dikey bir kirişin üstüne koyun, önünden ip ya da zincire bağlı bir kova sarksın, tam dengede çekince kuyuya dalsın, asılınca kovanın suyu, kuyunun mermer ağzından kocaman ovaya dökülüp, yayılsın... Kuyu ama deve görünümlü bir düşsel aygıt!..
Burçaklar, cevizler, incirler, bademler, keten tarlaları, buğdaylar, mısır bahçeleri, bağlar, kuşlar, arılar, atlar, sığırlar, insanlar, kızlar, oğlanlar ve acı tatlı, bulutları yaran, gökleri delen çığlıklar...
Tanrım varsın biliyorum, ama beni neden bıraktın...
Alabildiğine yayılmış kokular, sütleğenler, su gelini, süsenler; yılanlar, örenler, gömütler, ufuklara bile sığmaz umutlar...
Gizli gizli ağlıyorum anılarıma, nereden bilebilirdim ki gidenler geri gelmez, zamanlar geri dönmez. Kuş dili, böğürtlen, yaban gülü, kefre, patlangaç, sümbül, kasımpatı, kevser çiçeği, fesleğen, sarı, kırmızı, beyaz, mavi, binlerce renk, binlerce kuş, kelebek, arı...
Dereler, çaylar, kadife çiçekleri, kerkenez, dikencik ötüşleri, pınarlar, kavaklar; bir türbeye özenen apak armutlar...
Zümrüt Anka'mız arı kuşu... Kurig kurig sesleri, serçe cıvıltıları, kumru mırıltıları, dutlar, narlar, ağlayanlar, gülenler, sövenler, sayanlar ve tavuk karanlığında birden inen sessizlik... İbrahim'in Ebû Kubeys'den getirdiği Hacer taşı gibi, kara bir şeyin, günahlarımıza bakışı gibi!.. Kuşluk vakti kuşların ötüşüne dek, bambaşka dünyalar...
Bakın neler olurdu, deve güreşi olurdu Yazır'da, bir gün develer boşandı dediler, korkunç hayvanlar, tanrının yeteneğini açıkça görebilirsiniz, sarnıçları sırtında kırk gün susuz yaşayabilen hayvanlar, boynu yılan, ayağı at, üç kaşlı ağlar gibi bakan bir aşık, sırtı çadır, çift çadırlı olanı var, olağanüstü tuhaflıkta hayvanlar, uzaylı biziz ve dünyamızda 'Planet'in ta kendisi filan, neyse gün devrilene dek kaçtık hayvandan, köyümüze kadar koşmuştuk ardımıza bakmadan.
Başka bir gün, Arap Süleyman'ın sürücüsü olduğu arabaya kırk kişi doluşmuştuk, araba Chevrolet, burnundan soluyan, ağzından levye ile dişlerini kurcalamadıkça koşamayan eski püskü bir velî, doluştuk dedimse, iki horoz, on kasa üzüm sandığı, dört yorgan, sekiz arkalaç, siz bunun anlamını bilmezsiniz, zamazingo balyası diyeyim, on bir çocuk, biri ben, bir tanede ayakları bağlı buzağıyla, yavru bir keçi yolcular arasında, kefesinde ki bir kekliği de sayarsanız tamam oluyor yolcular, tam gidecekken biri geme var (fare-sıçan) diye bağırdı, vallahi kırk kişi bir dakika içinde birbirinin üstüne çıkmadan boşaldı, kapıları kapatıp içeriye bir kedi saldılar, kedi dedimse kır kedisi, eti değil, sarı ineği bile yer, bir kaç dakika sonra kapılar açıldı, geme kedinin ağzında, kuyruğu hala kıvranıyor ama, Hasibe Ana diye biri vardı, 'Yemen Melikesi' gibi gerindi ve bu geme artık cennetlik dedi!..
Kış aylarında kırlara giden olmaz, nasılsa birinin yolu düşmüş, susamış gafil, uçkuruna pabucunu bağlayıp kuyuya salmış, bir şey sanki kemirir gibi ipi koparmış, bir de diyor ki uluyordu sanki, bütün köy, Dedimköy'e yakın kuyunun başına gitti, meğer bir kurt düşmüş kuyuya, olur ya kuyunun suyu da bir karış kalmış çekilmişmiş, tanrının işine ne zaman us erdirebildik, bitkin köpeği, kuyudan nasılsa çıkardılar, vallahi kurt kırması köpek hiç bir şey olmamış gibi ovaya daldı, bir daha da gören olmadı, eğer ölüm zamanı gelip de ölmüşse, köpekler Hades'e, Kerberos'un yerine cehennem zebaniliğine gittiği için, bir köpeğin ölüsü hiç bir zaman görülmez, yerin altına çekilir o ve yaşamayı sürdürür!..
Gene bir gün, kar yağdı, Hasilli Caferlerin oğlu dağda tipiye kapılmış dediler, herkes silahını aldı dağ yoluna gidiyoruz, gidiyoruz dediysem, ertesi gün, yolunu yitirdiği ancak anlaşılmış, duru, dondurucu bir hava, bağ evlerini, dağ gümelerini tek tek arıyoruz, sonunda dağa yakın, bir kulübede tüfeğine yaslanır vaziyette bulduk onu, o kadar doğaldı ki biri, Hüsam, Hüsam diye bağırdı, hiç ses yok, ölmüş dedi, biri çarptı mı bir şey oldu, çocuk tepesi üstü, kendi bulunduğu yerin içine doğru sanki dikildi, kardeşi ağlamaya başladı, hayatımda böylesine donmuş, kaskatı kesilmiş ve sanki postmodern bir heykele dönüşmüş bir insan daha görmedim, hâlâ düşlerime girer.
Köyde Zeliha vardı, o kadar yoksullardı ki, alan yok kızı, bir gün Çalkebir'den tellança, deli amcadan mı bozma bilmem, gerçekten yarı deli biri geldi, köy odasında bir süre kaldı, biz başına toplanıyor, anlattıklarını dinliyorduk, belleğimde kalan tek sözü şudur, tekerleksiz araba yaptım ben, ne nasıl yaptın diyebildi çocuklar, ne de hani nerede diyebildik, köy çocukları yalnızca dinler, ileri giderlerse sopanın beklediğini bilirler!..
Zeliha'yı o adama verdiler, nasıl oldu ne bileyim, çocuğum ben, üç gün sonra Zeliha'nın köyde göründüğü hatta evlerindeki odanın içinde, gün boyu boşluğa bakarak öylece dikildiğini söylediler, bir ay sonra Zeliha öldü, şimdi düşünüyorum da tekerleksiz araba yapan adam, bence ona bir şey yaptı, belki de zehirledi, cinayetlerin gayri resmi olanı, resmi olanlarının düşlenmez katı ve şunu bilin ki, hepimiz birer katiliz, ölülerimizi çiğneyerek gezinip duruyoruz.
Son anlatacağım şey Hanomag, bu yazıyı bu traktör için düşündüm zaten, köyün Kıranardı denilen kesiminde, kocaman avluların içinde çocukluğum boyunca duran bir traktör vardı, o kadar görkemli bir makineydi ki, turuncuya kaçan sarı, tepesinde duran roket benzeri egzoz borusu, bir insanın iki elini hiç bir zaman kavuşturamayacağı kalınlıkta arka tekeri, olağanüstü güzellikteki dizaynı, çekinceyle karışık aşıktım ona, bir kere bile binmek nasip olmadı ama, sürücüsü Mustafa ki okulunun matematik birincisiydi, bir gün virajı alamayıp, minicik şarampole yuvarlanmış, hem de köyün içinde, geleceğin bilim teknik harikalarını yaratacak gözüyle baktığımız Mustafa, kara yazgısına böylece yenildi, anısı ve acısı ne yazık ki hepimizin içindedir.
Hanomag benim için şudur, biz teknolojide geriyiz, evet ama o traktörleri gören her köy çocuğunun, hatta benim bile bir şey bulma, bir bilinmezliğe ulaşma ya da hiç görülmedik bir şey yaratma hevesimiz vardır kesinlikle, bu insanların hepsi, her yeniliği tartışarak büyüdüler köyde, heves ve heyecan, arzu ve istenç doludurlar. Eğer biz bir adım ileri gidemiyorsak nedeni şu, fasonizm ve kolaycılık bizi tutsak etmiş. Bu insanların beyni, başkalarının ki gibi, hiç bir fark yok, ama çark ve çarklar öyle işlemiyor, okullar, otorite ve bağımlılık dolu atılımlar, bu insanların gözlerini köreltiyor ve ölüp gidiyorlar, insanımızı suçlayanlar, bezirgan, kalpazan ve dinozor dolu ormanların kibar çevreleri!..
Bir gün ovada bir bağ evine girdim, ıssız ve sessiz bir esintinin, bunaltıcı sıcağında elimi bir kaşıklığa soktum, tuhaf bir kovuğa, transistör parçası gibi, bakır tellerle dolu bir regülatör veya radyo aksamı, o an büyülendim, aya gittim sanki, sanki gelecekten bir ses, bir gün ölüme umar bulacağız, ölümsüzlük kapımızı çalacak ve bu manyetik tellerin arasından birbirimizi görüp, konuşacağız, geçmiş ve gelecekteki ölülerimizle Eden Bahçeleri'nde buluşup, gene söyleşeceğiz dedi bana...
Ve bir gün her şey, yeniden başlayacak.
Bu çocuklar teknolojide neden geri kalabilir ki...
Bir şey var, hiç birimizin bilmediği, bilemediği ya da bilmek istemediği...
Önce onu çözmek gerek.
Ve yaşam niçin ölümlü olsun ki, bilin ki ölümsüzlük, ölümden daha yakın insanoğluna!..

12 Eylül 2017 Salı

EDGAR ALLAN POE / BİLİME SONE (1829)


Bilim! Geçmiş Zamanların biricik sanatçı kızı sensin!
Her şeyi değiştiren içimize işleyen bakışın sevici gözlerinin.
Niçin ozanların yüreğini çiğneyerek avlanmayı yeğlersin,
Aç akbaba, kimlere kanat olsun buzdan gerçekliklerin?
Nasıl bağlanmalı sana? ya da nasıl anlamalı bilgeliğini,
Kim ayrılacaktı senden kim izinsiz kaçabilir ki düşüncelerinden
Evren denen gökyakuta kesmiş sandukada aramak için o defineyi,
Gözdağı verircesine açılan kanatlarınla gözden ırak yerlerde?
Diana'nın arabasıyla uçup giden değil miydin sen,
Ve  göğül ormandan uzaklara Hamadryad'ı bir periciği süren
Sonsuzca ışıltılı yıldızlarda bir yuva bulurlar belki diye?
Sen Naiad'ın selini paramparça ederek gelen değil misin,
Elfin yemyeşil otlarından, ve  benim gibi nicelerinden
Demirhindi ağacının altında o güzelim yaz düşlerinden?

Türkçesi; Ulus Fatih

10 Ağustos 2017 Perşembe

NEVERLAND




Beni mutluluk kederlendiriyor.
Umursamazlık terörize ediyor beni
Beni baştan çıkaran parasızlıktır
Aşktır ölümüme yol açan başbelası
Suyun akması şaşırtıyor beni öylece
Dağın durması sinirlendiriyor olabildiğince
Bombanın hareketi güldürüyor en çok beni
Sonsuzca dayanıklılığı yaşama insanların
Hayrete de düşürüyor deliler gibi
En çok düş kurmayı sevmiyorum ben
Sonra beklemeyi ve umut etmeyi
Unutmalarına hayranım insanların
Ölümlerin biçimini yıldırımın kesiciliğini
Dünya sözcüğünden de iğreniyorum ben
Dikiş dikip örgü örmekten ve
Kitap okuyup la havle çekmekten
Beni mutluluk kederlendiriyor inanın
Kimse bilmiyor ölecektim geçen pazartesi
Beni kederlendiren şeylerden

26 Temmuz 2017 Çarşamba

ŞİİR SANATI / JORGE LUİS BORGES

 
Zamanın ve suyun oluşturduğu şu ırmak gibi
Anımsa günlerin de bir ırmak olduğunu belki ikizi,
Bizlerde yanyanayızdır onlarla sanki bir ruh ikizi
Ve işte yüzlerimiz de eriyip gidiyor tıpkı onlar gibi.
*
Uykuya dalmadan onu düşlerden ayırabilseydik keşke
Ve ölümün de başka bir düş olduğunu bilebilseydik
Gene de titreyerek gider miydik ülkesine bir bilebilseydik
Ve hangisi gelecek uykuda hangisi gece görebilseydik keşke.
*
Geçen günlerin yılların bir imge olduğunu sezebilmek
Tüm yaşadıklarımızın saatlerimizin ve gün dönümünün,
Üzünçlü geçit töreninin son iç çekişin yıl dönümünün
Bir melodinin, bir mırıldanmanın da, imge olduğunu sezebilmek,
*
Sarı gülün batımı, ve uykuda bir yüreğin sönümü
Ne altınsı bir kederdir- tıpkı şiir sanatı,
Hangisi ölümsüzlük ve belki de üzücü. Şiir sanatı
Yinelenen şafakla ufukta ki gül tanrının sönümü.
*
Akşam üzeri bir yüz karşılaştığımız zaman içinde
Bakar gibi bir aynanın derinliğinden dışımızdaki bize;
Şiir sanatı da ayna olabilmeli göstermelidir bize
Açığa vurabilmelidir gizimizi taşımalıdır içinde
*
Onlar söyledi ki Odysseus'a boş yere harikalar yaratmakta,
Sonunda gördü gözyaşlarıyla işte biricik aşkı İthaka,
Her dem taze ve alçakgönüllü. Bir şiirdir İthaka
Sonsuzluk arayıştadır acemiliktedir, değil harikalar yaratmakta.
*
O taşkın bir ırmak gibidir bitimsizce çağlar durur
Kimileyin koşar kimileyin kabarır coşumcu bir aynadır
Kararsızdır değişkendir, Heraklit ki o da aynadır
Ve şiir böyledir ırmak gibidir akar kayar çağlar durur.

17 Temmuz 2017 Pazartesi

YANILSAMALAR



Petit kesinlikle idiot, bak ben ne dedim, altın oran demek koşullara göre ortaya çıkan formül demek, Abyys filmini izleyin, sudan canlı üretiyor uygarlıkları, bir bilimkurgu ama bence gerçek. Dünya biricik değildir, üzerinde canlı olması da onu eşsiz kılamaz. Abyys de şöyle bir söz var, mikroorganizmalar (bakteri, virüs, colloid, yarıyaşarlar) bizden daha gelişmiş bir uygarlık, bizim yaptığımız her şeye muktedirler. Yalnızca uzaya çıkma düşünceleri yok! Çünkü orada da varlar!..

Ben insanın uydurduğu kavramlarla oyalanan zavallı bir mahluk olduğunu düşünüyorum ve sesimizi birbirimize bile duyuramayan Hernani cennetinin mudileriyiz!.. Örneğin atom bombasını ilk kendi üzerinde deneyen bir yaratığın embesil olamayacağını savlayan biri var mı, var. Çünkü embesil!..

Dianthus, dağ karanfili, tanrı çiçeğiymiş, frak giyerek batılı olacaksak E.T kılığında uzaylı olalım, daha havalı olur. Hindistan'da göz rahatsızlığı ve görme bozukluğu olanlar her sabah çıplak ayakla ayrıkotu üzerine düşmüş çiy damlaları üzerinde yürürmüş, ultra embesil demeyelim, ayıp olur.
Robotlar rahatlıkla çocuk sahibi olabilirler, döl yatağı üretici makine değil mi, robotun içine de, kendini üreten bir mikro fabrika koyulacak, diğer robot tuşa bastığında, yaz gelmeden Mirobot emekleyecek ama aslında bu meşakkatli bir yöntem, emin olun gün gelecek avcumuzu dua eder gibi açtığımızda, parmak uçlarımızdan yayılan ışın ne düşünüyorsak, gökten onun inmesine neden olacak, yahu bu da olmadı çünkü masallarda var, bence tanrı ne istiyorsun Nemo dediğinde, soru sormadan onun isteği gerçekleşecek, çünkü evrende neden sonuçtan sonra gelir. Çünkü evren yaratıldı, insan peyda oldu, adem çıktı rabbim dedi, amca şunu önceden söylesene, ben bile kaç kere söyledim be!..

Herkes cenneti düşlüyor, biliyorlar ki bu dünya cehennem ve tanrıyla şeytanın Limited şirketidir.

Fare kalbinden, insan kalbi üretilmiş, ilerde aşağılamalar şöyle olacak, sus sıçan kalpli kokona, aa aslan kalpli Leo hoş geldin, kedi kalpli Maryciğim dön artık, domuz kalbi takmışlar galiba sana... İşte bu böyle olduğu sürece, insan gelişmiyor, tekerlek değiştiriyor, kaportası boyanıyor, dişini beyazlatıyor yalnızca. İnsan vahşi ve sürekli tekleyen bir hayvansı ve bilim de hiç bir şeye yaramayan tamirci dükkanıdır!

Tarih boyunca bilim, safsata ve Şarlotanlıkla iş gören, kurulu düzenin yardakçılığına yarar, tüketoman, kapitalist çılgınlığın çocuklarını üretir bir Frankşeytanlıktır. Bilim kıyamet provasına hazırlanmaktan başka bir şey değildir, bilim adamları da Janus'un çocukları, Judas'ın ortakları, gülümseyen palyaço kılıklı birer zombidir ve Einstein'da Hiroşima gestaposu bir mübadil. Hawking'de nemfoman Elizabeth'in şark dilencisi kisvesine bürünmüş, agresif şarlatanı!..

Bu durumda müslim olanın barışçı bayrağı altında birleşmelidir dünya, yoksa mesihini -çarmıha gerecek kadar- paslı çiviyle onun babasına ve tanrısına meydan okuyacak denli alçalabilen bir şakirt ve eti ekmek, kanı şarap ilan edecek kadar insan soyunun düşmanı olabilen bu mülganın ilgilileriyle, bu dünya Mars'a değil, kıyamete gidebilir ancak Daniel'in çocukları!..

Bilim dediğimiz sabit sayılarla -pi gibi-, uydurduğu formüllerin sağlamasını garanti eden insan soyunu sömüren bir kalpazanlık çetesidir, tanrının evladını kurtardı mı bunlar, vejetaryen bir ırk vardı eskiden, şiddet yanlıları yok etti o çocukları, bilimde seyretti yahu. Özgürlük arıyorsak, İsa'yı ele verenlere dur demeliyiz, kim onlar; West Imperial Corporation, yoksa ölüm hoş geldi, sefa geldi. Çünkü DNA sapkını bir insanlık anomalisidir bunlar!.. Bunlar Frankşeytan'dır.

Müslimler bir kere batıya gitti eşsiz Endülüs medeniyetini yarattı, bunlarsa holacaustu, ötekiler ışığın çocuklarıysa, bunlar kasabın kedileri, siyah inci tacirleri ve iskelet avcılarıdır. Peygamberini öldürecek kadar gözü dönen bir medeniyet, yarın tanrısının ölüsünü de meydanlarda sergileyecek kadar alçalabilir. Bunlar, söylemesi güç gerçekten barbar ve kanibalisttir!..

Ama erişemediğimiz nice boyutlar varken, her şeyi tanrı yarattı diye kestirip atmamız, onu güldürüyordur. Çünkü toto tutuyor, gene de gezegene bu kadar acımasız davranan bir yaratık, yarın tanrısını kuyruğundan sürükleyerek bir meydana bırakabilir, kanatlı bir zebaniymiş bu diyebilir, şehir diye icat ettiğimiz dirsek silolarında, üretime hiç katkısı olmadan, yaratanın elçisi üreticilerden, bir evet karşılığında daha fazla kazanan, üstelik fareler varken, vahşi ruhlarında, minyatür birer pars; kedilerini besleyen, türün öbür bireyleri oldukça, kommensalist yaşamın ecinnileriyiz biz...

Beynimiz ve sağrımız birbirinin türevidir bizim ve sabit sayılarla formüllerin sağlamasını yapma sanatıdır diyorum bilim, geldiği yer cehennemin arka sokağı, yani hurafe!.. Ey kedi besleyen vahşiler diyelim ki; din bizi uçurumun başına getirdi, ama bilim olmadan, oradan aşağıya itecek bir manivela, tanrının kucağından ayrılmadı daha, onun için, mürtecide bilimdir, inkarcıda, sniper'da! Yola getirilecek tek bir edim vardır bu dünyada, bilim!.. Bu dünyayı cehenneme çeviren, Yuşa Hazretleri değil, Einstein ve şürekasıdır, şunu demek istiyorum, bu yüzyılda ölenlerin sayısı, tüm yüzyılları geçiyorsa, bu dünyayı cehenneme çeviren kimdir, bilimin büyüleridir, oysa bütün yanardağlar atom bombası, doğaya öykünmekten kaçınmalıdır bilim, aynalar yalan söylemez, münkir!.. Egzersizler doğru yolu bulabilir.

Evet, Vladimir Burkony bir müzisyendi, geçmiş yıllarda; 'Ural Birliği'nin dağılması sonucu, ortaya çıkan parçalanma ve ekonomik kriz ertesinde; Ukrayna'dan ülkemize göç etmek zorunda kaldı. İyi bir eğitim görmüş ve kemana gönül vermiş biriydi. Durumu iyileşecek, geçim noktasında bir birikim edinecek ve ülkesine geri dönerek, derin araştırmalar, besteler yapmak ve akademik çalışmalarla, müzik tarihine katkılarda bulunmak istiyordu...

Ama düşleri gerçeklere yenildi ve ne yazık ki, bar ve pavyonlarda, ucuz işler, öylesi şeyler diye niteleyebileceğimiz ortamlarda yıllarını geçirerek, gün geldi umudunu yitirdi!..

Sanrılara kapıldı ve içine düştüğü karaduygular tüm bedenini ele geçirdiğinde; bir gece yarısı canına kıyarak, bu dünyadan ayrılmayı yeğledi.
Bu kitap, çağımızın 'Umutsuzlar Parkı'nda, kimselerin görmediği ve sessizce geçip giden, kimi canına kıyan, kimi yarı yaşar, köprü altlarında, sağda solda ömrünü tüketen ve tanrının düşünmekle, idealist ülküler peşinde koşmakla cezalandırdığı insanların; hepimizi dehşete düşüren, trajik romanıdır...

Kıyamet beşeri dinlerin söylencesidir, big bang bir kıyametti ve yaşamımızı ona borçluyuz! Pasif dilencilik çağlarından, agresif dilencilik çağlarına geçiyordur insanlık. Kanatları olan bir kuşa göre, beş milyar yılda ancak uçabilen insan, idiotizmin önderidir, ayrıca diğer canlıları öldürebilmeyi, kendisiyle savaşmayı bir uygarlık ve yetenek sanması onu ötekilerden geri düşünen bir yaratık yapar.

İnsan olsa olsa bir garibin evladıdır, gözünü yıldızlara çevirmesi köstebeğin gün ışığına çıkmasıyla eşdeğer bir edimdir ve insanın kozmik alınyazısı evrenden defolup gitmektir. Yüce ruh günaha girmek istemediği için bu işlemi iki ayaklı -bu yapım hatasının- bizzat gerçekleştirmesini istiyor! Onu üzmeyeceğine eminim! İnsan o kadar yeteneksizdir ki, dünyanın yuvarlak olduğu konusunda ortaçağın sonlarında bir konsensusa varabilmiştir, oysa dünya yuvarlak değildir, yalnızca yuvarlak görünür, bir görüntü bile onun kendine tapmasına vesile olacaksa, bu yaratık vallahi embesildir, amfibik kurbağa seviyesine bile gelemeyen ve hala arı sokmasından ölen insan, Mars'a taşınmayı marifet bilecekse, Suriyeli mültecilerin heykelini dikmelidir, taşınma rekoru kıranlar var içlerinde!..

Aya gidildiği kuşkulu, çünkü simülasyon çağlarında, tanrının sokağına girmiştik önce, internet kitle imha silahıdır bugün, filozofa fil derler kısaca bizim mahallede, aşk bağımlılık, sevgi ilkelliktir aslında, roketi penis zanneden ataerkil bir dünya burası, kobra yuvası.

Bakın tanrı yemin eder mi, kelebeğin üzerine, bulutu salıverir mi, bir suç işlese ve kumru neden şiir yazmaz, kendi şiirdir deme ama, tüccarların atı var ya, kurt gibi ulur, köpekleri katır gibi saldırır.

Aman dikkat, iyi dinleyin, ben çivi yazısıyla masaya matematik formüllerini yazarak, hiç çalışmadan iktisat fakültesini bitiren bir öğrenci bilirim, sonradan maliye bakanı oldu!..

Şu iki şey çok ilginç, ormanda bir haftada on beş insan öldürülmüştü, sonra anlaşıldı ki, bir bilgisayar oyununu, canlıya çevirmişler, ne kadar çok adam öldürürsen, o kadar puan artıyormuş.

İkincisi şu, yaşlı kadın karşıdan karşıya geçmesine yardım etmesi için genç bir kızdan yardım dileniyor, geçerken kadın, kıza bir iğne batırıyor, kız bayılıyor, bir araba tutuyor kadın, bu benim kızım diyor sürücüye, metruk bir yerde iniyorlar, araba çekip gidiyor, derken telefon çalıyor takside, kız cebini düşürmüş, sürücü kızınızı annesiyle birlikte bıraktım az önce diyor, adam olamaz annesi yanımda diyor ve hemen gel, beni onları götürdüğün yere bırak, bırakıyor adam ama çevrede in cin top oynuyor.
İki gün sonra kızın organları çalınmış, bir çöp konteynırında cesedi bulunuyor.

Edgar Allan Poe ağlıyor...

Bu öyküyü kaleme alamadan elveda dediği için!..

6 Temmuz 2017 Perşembe

ORMANDAKİ KUĞU (Zümrüd-ü Anka)

 Ormanın kuytusundan az önce kanatlanan kuğu, yamaçta binlerce kutsal birer ziggurat gibi yükselen, tansıklı, kutsanmış ve baharağzında kırağılanmış, dallarında kar sepintilerinin elmas parıltılar yayarak göğü ısıttığı, yeşil çamların en tepesine, ürkütücü kanat sesleriyle ulaştığında -göğül yüzlü nimfalar- onu izlerken, meşe palamudundan küçük iki satir de, şaşkınlık dolu gözlerle, bir çamlara, bir de çılgın gibi kanat çırpan bu kuğuya baktılar.
  Kuğular ki erkekleri Europa’nın oğlu, dişileri Zeus’un kızıydı.
Bu akkuş, mızrak gibi yükselip, tuğlu çamların, yaşlı sedirlerin kırılgan filizlerini de aşıp, tüm duruluğuyla sonsuz göğe ulaştığında, içinde binlerce yaşamın kaynaştığı, büyük sarı ovayı da gördü. Kar tüyümlerinden arı, kumrucul gövdesini, bir ok gibi aşağı saldı, az sonra da gözlerden yitip gitti.
  Gece olduğunda orman cinsleri, gizlendikleri kuytu ve kovuklardan Samanyolu’nun üzerinde, kuzeyden güneye, binlerce kuğunun kanat çırptığını gördüler.
  Kuğunun ürküsül bir görüngüyle kanat çırptığı yerde, bir an gözü elâ, kirpiği karacıl, çalı yapraklarının arasından, güneşin yedi rengiyle parıldayan, bir tavus kuşu çıkmasın mı!.. Başı üzerinde gelinliğe benzer, Hint karanfilleri güzelliğinde, keman teli gibi incecik tüyler vardı. Bu dikleyik tüylerin arasında, kelebek kanadındaki yalancı gözcüklere benzer, tuhaf biçemler yanıp sönüyordu.
  Gizenç dolu renklerdi onlar!.. Harnup yeşilinin içinde sarı, keten mavisinin içinde tahıl beneği, çinko beyazının içinde pembe ve kadife siyahlarının içinde, kırmızı mercanların dizildiği, başak endamında taç!.. Tanrısal çekicilikte bir garip uçar, uslara durgunluk veren zarif yaratık. Yılankavi tüylerle sarmalanmış, gökparlı yollara yakışır bir görüngü, kar tüyümlerinin içinde kıvrılıp yatan doyumsuz deniz, inci dişli Amarcord!..


 Tavus gagası küçük bir kuştur. Tavukçul…


 İşte renkleri, düşlerde gezinen masal prenseslerinin zülfü gibi yayılıyor, Venüs dinginliğinde bir koku çayıra dağılıyor. Harun’un çıngıraklı saati gibi, Keykavus’un kaftanından alımlı, zümrütle, yakutla içrek, incinin yeşimin sarıştığı, kakma hançer gibi sülüs tüyler, dokunduğu yerleri yakıp aydınlatıyordu.
  Taç Mahal’den, Ren deltasındaki bütün ormanlara dek ötüşmüş tavus, şimdi şu tanrının düşlerinden de yeşil ormanda; tilki kuyruğu çamlarının, köknarların, ıhlamur ağaçlarının arasından sızan güneş ışığının oyunlarına kanarcasına; -Ona tafra yaparcasına- kuyruğunu açmasın mı!.. Onu gören bir satir hemen bayıldı, bir nimfa tünediği ağacın dallarından, paldır küldür yere düştü, bir aslanın gözleri çenek gibi büyüdü, bir ceylan dona kaldı, bir sincap kovuğunda hoplayıp, zıpladı, bir sürüngen incecik, yırtıcı sesler çıkararak, kötücül kokular yaydı. Binlerce kuş sustular ve ormanın tüm kelebekleri, tavusun çevresini sardılar. Us uçuran görüntü, meleksi yaratıkların koruduğu bir renk ve desen ormanına dönüştü. Tüm satirler yaşamın kutsandığı bu anda, ölüm sessizliğiyle yutkunarak, bu renk ve desen harmonisinin büyüsüyle kendisinden geçtiler…
Aaa!.. Çalılığın içinden, bir de sülün çıkmasın mı! Sülün kuşu! Az önceki alaca güveyle, saatlerce sevişip çiftleştikten sonra, birden peydah olan bu kız kanat, bu renkçil uçar, bu mineral tazeliğinde gerinen bıçkın, bu sahtiyan biçemindeki civan, bu bakılışı güzel uzun kuyruğun, çalılıktan çıkarkenki gürültüsü, az önce otların arasında delicesine inci arayan, kar kuğusunu işte böyle ürkütmüştü…

 Avcı Mehmet, on yedi bin kişiyle ava çıkar, Trakya ormanlarında nice kuğu, sayısız sülün ve gönlü yaralı binlerce geyiği avlardı. O civardaki tüm geyikler kahırlıydı bu yüzden. Beograt’dan, Nemçe’deki kayalıklardan, Boğdan vatanından şahin getirtip, sarayda ehil yaparak, doru atlarla, Istranca, Köstence ormanlarına girer, tapirden, hüthüte dek, kunduz demez, gündüz demez ne bulursa avlardı. Ayaklarını çöğürlerin yaktığı aslanları, kuyruğundan sürükleyip, sarayın avlusuna bıraktığı, halayık ve hasekilerin, aslanların dinmeyen uğultusuna gözyaşı döktüğü ve ‘Burası Ölü Aslanlar Avlusu’ diye erinip dövündüğü söylenir.
Avcı Mehmet, nice Mehmet’in dördüncüsü olup, şahinlerle şahin avlar, atmacanın gözünü, ipek mendille bağlar, av günlerine değin; emir kulluğuna alıştırırdı bu kara kuşları. Gözleri oyuk, aslan ve geyik kafalarıyla dolu hareminde, kimi yazgısız cariyelerin cansız vücutları, gün-tün eşiğinde, Sarayburnu önlerinde karaya vururdu…

 Çalılığın içinden çıkan sülün, gökte güneşin dönüşüne dek süren sevişmeden doymamış olacak ki, tavusla didek-gaga oynaşına girdi. Oynaşta bir sülün alta düşüyor, keyifle yuvarlanıp debelendikten sonra, küçücük çimenlikte, kuş tırnağı gibi yayılmış sümbülleri kırıp ezerek, gül kokulu ayaklarının üzerine dikiliyor ve minicik mahmuzlu, kınalı bilekleriyle süslü tavusun, billur göğsüne dalar gibi yaparak, gagasını yakalıyor ve incecik dideğiyle başlıyordu kıvrılmaya… Ve gölde yüzen su perileri gibi, ormanın boşluğunda, nar ağaçlarına, kırmızı meyveli böğürtlenlere, pelitlere çarpa çurpa, batıp çıkarak, asılıp sürüklüyor, keçi ayaklıları ürkütüp, bu kez dönerken, bu sevişip didişmede sıra tavusa geliyor, bir fırsatını bulup -bir punduna getirip- mavil kuşun alt dideğini kavrayan tavus, onun küçük dilini oynatıp, çığlık atamamasından da yararlanarak, bu kez sülünü sürüklemeye başlıyor ve cevizlerin dallarına sürünüp, palas pandıras girerek, kokularla ayılıp-bayılıp, süzüşüp sevişerek koca ağacın oyuk gövdesine, pata-küte kıç üstü düşene dek oyunu sürdürüyordu.
  Hava kararıyor, Zeus, ormandaki ağaçların arasından yükselen, biricik kavisli boşluktan, bir Tepegöz gibi ormanı gözetliyordu. Bu anda bütün hayvanlar hipnos olmuş gibi duruyor ve hemen o anda tavus, bir hilâl gibi yine kuyruğunu açıyor ve ormanı, bu inciler, leylâklar cennetini, bu kuşburnular, alakuşaklar gezegenini, en çılgın renk balatları, en azgın kokusullarla kaplıyordu.
  Gökleyik yüzlü, yüce Zeus susuyordu o an. Dev çenesine yasladığı, mabut elini oynatmadan, kara bulutların arasında devinerek avını düşlüyordu!..
Afro ise; geceyi geçireceği Kentauros’un peşinden koşuyor, gözden ırak ormanda, ürküsül yüzlü, Herakles denli güçlü Gençtauros’da kaçıyordu. Karanlık dallara hışırtıyla sürtünüyor, onun çılgın, bitmez tükenmez isteklerini, daha önce tatmış olan birkaç satir, hemen kuytulara, orman diplerinde; boş ağaç gövdelerine tırmanıp, kayaların içine sinerek; saklanıyorlardı.
 Bunu gören kimi hermafrodit, sevi tanrıçasının önüne çıkıyor, erselik figürlerle süslü devinimini, kösnül danslarla bezeyerek, bu isteri tanrıçasını daha da çıldırtıyorlardı.
 Bu saatlerde, bir de Çinli bir prens geçerdi ormanın içinden. Altın sarısı seyrek bıyığıyla, ateş ağızlı bir ejderhanın sırtında; sağ eli yelek cebinde, sol omzunda talih kuşu gezdiren. Melek yüzlü günahsız.
Bir filin üzerine kurulmuş tahtta, bir tülün arkasında, beyaz atlı bir prens onu bulana dek uyuyacak olan; sonsuzca beklemeye yargılı, bir Hint prensesiyle, karşılaşana dek dolaşacak olan, Çinli prens! Güceratlı mihraceyle, Pekinli genç şehzade!..
 

 Ceviz ağacının, mantar küfüyle dolu kovuğuna düşen sülün, tüylerini çırparak oynatıp kalktığında, kırmızı karıncalar, kelebek larvaları, minik uçarlar, dağ kedisi tüyleri ve yeşil uzun bir peygamber böceği, istenç dışı hoplayıp, zıpladılar.
A kşam oluyordu. Sülün ve tavus son kez oynaşacaklar, kimi canlılar, tuhaf devinimler yapacak, toprak altında kemirgenler uyanacak, nimfalar geceyi geçirmek üzere, dallara tırmanacaklardı. Tavus son kez dolunaya öykünecek, son kez güneşe benzeyerek, açacaktı kuyruğunu. Olimpos’un yücelerindeki eğrelti otları, at kuyrukları yatışacak, lâdinler kokuşacak, Pan flütünü üflerken, güneş bir Hera düşü yaşatır gibi, oyuklara, kovuklara dek girecekti. Yaşamın gizil bahçeleri, son kez gülecekti akşam olmadan, tüm savanlar, tüm ormanlar, tüm koruluklar, korular, bilinen bilinmeyen tüm ağaçlar-ağaçlıklar uyuyacaktı az sonra…

 Kararan yaprakların arasından, sinsice, bir tımarlı sipahi yaklaşıyordu av borusuyla, kös çalıyordu bir baykuş. Binlerce şahin, sahiplerinin şirpençeli ellerinde buyruk bekliyorlardı, tiz çığlıklarla doldurmak için alacakaranlığı!..
 Öne doğru birden uzanan, meşin kaplı, kara bıyıklı, emrivaki ses. Kemirgenler, sürüngenler, uçarlar, kokarlar, yatarlar, hepsi kaçıyordu bir alarm zili duymuşçasına, bir tamu kokusu almışçasına…

 Dişil sülünle, eril tavus, oğlan-kız oyununu sürdürüyordu. Bir ok atımlığı öteden, yayı dağ kedisi penisinden, oku hüthüt tüyüyle süslü, bir 16. yüzyıl Azrail’i vınlayarak geldi ve tavusla oynaşında gemi azıya almış, istekten dolup taşmış, saatlerdir ormanı adımlayan, sülünün incecik boynunun, tam ortasından, vınlayarak geçti!..
  Sülünün kopuk-yırtık boynu, boğuk-kısık bir sesle, tavusun sorguç başlı gagasını, son bir kez kıstırıp, kavradı. Ve gözlerine inmekte olan, o kuşlara özgü saydam perdeyle birlikte, cansız başı, gelin teli gibi sallanmaya başladı.
 Tımarlı sipahi, büyük bir heyecan ve telâşla atından indi, nimfa ve satirler gizlendiler. Çinli prens ters yönde uzaklaşmaya başladı, sürme gözlü mihrace sonsuz bir uykuya daldı.
 Avcı Mehmet’in elindeki şahin birden fırladı, uğursuz, komutsuz bir girdap gibi fırladı şahin; albızın tohumu geliyormuşçasına, tazılar atıldılar, tüm canlılar ciğiltiyle kaçıştılar, tavus kuyruğunu bir güneş gibi son kez açtı.
Çoğalan bulutların arasından bir şimşek çaktı, gök gürültüsü alev bir top gibi gezinip, tüm tümseklerin, tüm çukurların içini dolaştı, sülünün ağzı tavusunkiyle bitişik; son bir kez açıldı…
Ve gökkuşağıyla doldurulmuş, bu ağır külçe, içinde bin bir giz barındıran, bu eşi bulunmaz mücevher, sonsuz bir sessizlik, bitimsiz bir umarsızlıkla, -yavaşça- toprağa düştü!..
 

 Zümrüd-ü Anka öldü…

27 Haziran 2017 Salı

SELENE (Senay)




SELENE
(Senay)
Teninin zümrüt kokusunda,
o kutsal deltanın yeşim kapısında...
Tanrısal sağrının yamaçlarında,
uyluğunun granit çayırlarında,
deliler gibi dolanıyorum her gece...
Bir dalgın cambaz!..
Kuş evinin mağaralarında,
o kutsal ağzının koyakları,
kızıl damarlarında,
dilinin ateşli uğultularında,
tan atımı yaklaşıyorken,
kömür rengi zülüflerin dolanıyordur boynumda,
kaderin ağlıyordur belki koynumda...
Selene...
Teninin ipek diyarlarında,
gezinirim her gece,
o yatışan yumuşak çayırlarında,
piramitlerin uçlarında,
o gümrah tepelerin ardında...
Bakırdan atlarımla
umulmadık, bitip tükenmeyen koyaklarında,
kıvılcımlar saçan karanlık doruklarında
etekleri pembe damaklarında...
Ceylan soyundan kirpiklerin gözümü alıyordur.
Baygın simsiyah zülüflerin uyuyordur kollarımda.
Ellerim geziniyor oralarında,
göğsün süt veriyor ılık yağmurlarında.
Karnın Kedar çadırıdır senin, uyuya kaldığım,
koltukaltlarında ıslak, düşlerine sığındığım.
Karanlık çöl rüzgarlarında...
Selene,
dilin zehirli zambak şu bahar sabahında,
yanakların gümüş ovalar,
zülüflerin servilerim, pırnallarımdır.
Dudakların ateş rüzgarlarıdır senin...
Irmak sularının kıyılarında,
boynun akarsuların dili, alnımın yazısıdır.
Dağlardan süzülüp gelendir o,
etekleri zelzeleler gibi...
Ak göğüslerin umru dutlarıdır,
toprağın kökünden fırlayan yumrular,
gümüşten ikiz otların verimi onlar.
Kalplere benzer!..
Selene,
bir ay parçasısın sen,
ey güneşin kardeşi,
karanlık dalgalarımın deniz feneri,
gecenin mavi sularında ki, bir can kandili...
Ecem!..
Firavun saraylarından kaçan Tamar'ım,
yalnız benimsin sen,
bense senin kaplanın, Amnon!..
Her gece zincirlerinden boşanan...
Kapım çalınıyor gece yarısı, kim o,
kim o gelen, sen misin...
Selene...
Canımsın, ruhumsun, aşkımsın benim...
Güneşin altın oklarının ışıltısında,
iki kaşık gibiyiz işte, iç içe...
Selene,
Dağ yolunda rüzgarlarına bindiğim,
ırmak kıyılarında gidip geldiğim,
teni yanıp sönen perim,
yılanım, ceylanım,
bakırdan ufuklara bakarak ağlayanım...
Ahım, göz yaşım,
Alın yazım...