Kültür emperyalizmi der geçeriz. Bütün
doktrinler, ideolojiler, savlar, sözler sonunda bir yere varır, bir şeye
dönüşür, bir kıyıya uzanır... Klişe, bir klişeye ve her şey kendi eskilliğine,
bayatlığına, tüketilebilirliğine, dünyanın yüz yıllardır yörüngesinden bir
milim bile sapmadan o bildik dönüşünü yinelemesine...
Silahlar kimin elindeyse efendi odur, bilgi,
materyal kimin yönlendirmesiyle yansıyorsa efendi odur, düşünebildiğiniz ne
varsa bilgi denizinde, bunun metalik, sözel, tinsel, somut, diyalektik,
materyalist her bir şeyi ayrımında olmadan sizin anlak denizinize boca edilir
artık. İnsanlık atom bombasını kendi cinsine yöneltebilmiş bir yaratık...
Picasso çağın ikonu, Shakespeare tiyatronun tanrısı, Dante göksel dünyaların
Hades'i, Ulysses postmodernitenin papası, yaşlı Avrupa kültürün beşiği,
Amerika'nın kuzeyi varlığın efendisidir. Diğerleri şiddet üreticisi veya
mağduru, uyuşturucu kaçakçısı veya tüketicisi, beyaz kadın taciri ya da taşeron
işçisi gibi sıralamalarla dünya sahnesinde boy göstererek nitelemelerin
sultanlığında, zamanın boyutunu ve koordinatlarını hiç değiştirmeden,
algılarını hiç yineleyemeden çürüyüp giderler... Bilinmeyen bir dünya, sonsuz
ve anlamsız bir yalnızlığa yuvarlanırken, orada armağana boğulacakları
kulaklarına fısıldanır. Bir kuşkunuz mu var, hiç önemi yok, onlarda gelecek
nasıl olsa, yüzleşirsiniz ve haklı çıkmanın sarhoşluğunda, her şey genel geçer
bir kozmikomikliktir nasıl olsa...
Bunun adı uygarlıktır. Tüm bir geçmişin,
çağımızın, çağların uygarlığı... Düşüncenin okyanuslarında kulaç atarken insan
neler yapabilir, düşüncenin hazzına kapılarak geçip gitmeli midir, eylemlerle
var oluşunu ortaya koyarak sunaklarda kurban mı edilmelidir, kulelerin birinde
dinlenmeye mi çekilmelidir, bir deniz fenerinin dalga sesinde gözlemciliğe
soyunmalı ya da alın teri göz nuruyla çabalayarak kendini usul ve füruya mı
adamalıdır... Sonsuz bir evrenin sınırları içinde seçenekler o kadar çok ki,
kendini alınyazısına terk etmek, özkıyımı yeğlemek, vecd içinde kapanmak,
algılar denizinde yüzmek, küfre bulanmak, oradan oraya savrulmak, ilençle vakit
geçirmek, şiddete boyun eğmek, mitomani ve nemfomaniye kapılmak, ava çıkmak ve
taşı taş üstüne koymak...
Sonsuz gerçekten sonsuzluktur. Onun için insan
ne kadar kendi soyuna yönelik bir ejder, ne kadar incelikli bir centilmen, ne
kadar basiretsiz bir hayvan olsa da, ne yazık ki hayatın anlamını aramaktan
kendini kurtaramaz, çünkü o cennetten kovulmakla değil, düşünmekle
cezalandırılmıştır!.. Bu ceza ve mükafat, başarı ve çöküş ikileminin dışında
bir olgudur ama, düşünmek hiç bir yere götürmez bizi, çünkü hiç bir yerden
gelmiyoruz, algı sınırlarımızın içinde bir yaratığız biz.
Elektrik doğada var, kehribar ve ebonit çubuk
bunun kanıtı, ölümsüzlük doğada var, amip ve medüz neredeyse sonsuza dek
kendini üretebiliyor, yenileyebiliyor, metamorfoz o denli us kıran ve düşlere
sığmayan bir şey ki, iki yaşarlı olmak bir yana, ipek böceği kozaya, o
kelebeğe, kelebek ecinniden bir şeye dönüşebiliyor sürekli, ağustos böceği
yirmi üç yıl toprakta bekliyor, kurbağa ölüyor ve sular yükseldiğinde,
tanrısına temenna ederek, insanlara acıdığını bildiriyor. Bizim aradığımız şey,
kendi naturamızdaki eksikler ve doğamızdaki acizliklerdir. Ölümsüzlük maddenin
kendisinde saklı, ışık hızı bildiğimiz en büyük ulaşım aracı ve evren
kavramakta zorlandığımız bir aşure kazanı... Bizim tanrımız komik, bir kurbağa
ve deniz anasına göre, yalvaçlarımız gülünç, bir kelebek ve Anka kuşuna göre,
zorbalarımız aciz, bir gök gürültüsü ve yer sarsıntısına göre ve parçaladığımız
atomlar minik güneşimizin büyüsünün yanında bir parodi gibi kalıyor, ne yazık
ki...
Bizim anlam okyanusları dediğimiz şey,
ağılımızda hıçkıran hayvanların sesi ve mehtapta kabaran denizlerin
inleyişidir. Biz hiç bir şey bulmuş değiliz, hiç bir şey yaratabilmiş değiliz,
belki bu doğaldır da, biz kendisiyle oyalanan bir mihnetiz. Bir sıkıntı... Kuş
uçuyor bin yıllardır, ama discovery aya yaklaşıyor zannıyla mutlu oluyor, otuz
iki bin yıl sonra Ross yıldızından geçecek uydumuz diye avunuyoruz. Düşünce
kendi varlığının dışına çıkabilmekle olasıdır, tanrıyı kendine arkadaş
edinmekle değil...
Sonuç olarak biz ıstıraplarımızın hipotenüsleri,
karekökleri ve küpleriyizdir. Mutluluğu arıyoruz uçup giden bir şey, başarıyı
arıyoruz, göreceli oluşuyla avunduğumuz bir şey, parayı arıyoruz çoğaldıkça
anlamı kalmayan bir şey, ölümsüzlüğü arıyoruz, bulduğumuzda geri döneceğimiz
bir şey!.. Hepsinin senteziyle yanıp kavrulan bir sapmayız biz, antropolojik
bir yanılsama ve yaratan ve yaratım döngüsünün çıkmazlarında, cendereye sıkışmış
bir madde, meta...
Seçeneklerin hangisiyle oyalanmalıyız biz,
derinlerde görünmeyen bir lav okyanusunun içinde mi kavrulmalıyız, yüzeyde bir
mum ışığının gölgesinde, herkesin görüp alkışladığı bir jonglör mü olmalıyız,
sağa mı kaçmalıyız, sola park etsek daha mı iyi, yokuşu tırmansak peki, çukurda
düşenlerle avunsak, denize girip saklansak, bir ada da küçük bir dünya kursak,
düşlerimizde kendi krallığımızı savunsak...
Tanrının Göksel Çocukları diye bir kitap var
elimde, halen okuyorum, Demircigillerden bir füru, edebi bir yoldaş yazmış...
Şöyle düşündüm, insanın naturasında ölüm korkusu var ve tanrının mudileri
olarak bir şeyler yapma tutkusu çökmüş içimize, öyle gitmek istiyoruz dünyadan,
yaşama tutunmanın bezdirici yolları, mezar taşlarıyla yetinme korkusunun
dışavurumları...
Neye yarar ki, yarın başka dünyalardan gelenler
Epiktetos'u mu soracak, volontarist bir adamın tanrının çocukları olduğumuz
safsatasıyla ürettiği ussal komplikeler, ressamları mı soracak, doğayı kopya
eden sapkın ve düşkünler, yazarları mı soracak, anıları ve saçma sapan
düşleriyle dolandırıcılık yapan geçkinler, müzisyenleri mi soracak, tanrının
düşüncesini tangırtıyla dile getirmeye kalkışan densizler, kimi soracak, bizim
gibi hiç bir umar bulamamış jedyler!...
Kuark bozuntuları ve cinsiyetlerinin gölgesinde,
borulardan ibaret organizmalarına olmadık işkence, acı ve elem denizlerini
bahşedenler!.. Kitabı okumaya başladığımda yorulmayacağımı düşünüyordum işte bu
nedenlerle, nasıl olsa o yarı bildik yolları tırmanan birinin atıştırmalarıyla
karşılaşacaktım, işte ciddiyetle başlayıp, hızlı okumalara geçecek ve göz
ucuyla süzerek sayfaları çevirecek ve rafın görünmez bir kuytusuna
yerleştirerek ölüme terk edecektim kitabı...
Ama öyle olmadı, neden...
Bu satırları o kitap yüzünden yazıyorum çünkü...
Çünkü kitap derinlerde insanın bu macerasını, gafletini, göz yaşlarını,
umarlarını, beklentilerini, coşkularını ve yaşam dolu yalnızlıklarını dile
getiriyor. Bir dil arayışının, çocukluğunda genlerine işlemiş bir sözcükler
dünyasının büyüsüyle kendinden geçmiş bir çocuğun, tam yarım yüzyıl sonra göz
yaşlarıyla o günleri anışı, ana rahmine dönüşü ve yaşama, sonsuzluğa ve tanrıya
yakarışı ve acılarıyla, sevinçleriyle, düşleri ve düşünceleriyle yüzleşerek
giriştiği bir var oluş savaşının levh-i mahfuzu kitap...
Dilinin yitip gideceği korkusuyla büyümüş bir
çocuğun, masal anlatarak, geçmişinin, otantik, folklorik, ağıtsal, satirik ne
kadar arkalacı, heybesi, sandukası varsa ortaya saçaladığı bir kitabe-i sengi mezar.
Yazar, bunları bir araya getirerek bir roman oluşturduğunu söylüyor, evet bir
roman belki ama anlayan için, bir var oluş kaygısının kutsal izlerini taşıyan
bir emek destanı, sözcüklerin anayurdunda tüm becerisini sergileyerek, tüm
incilerini dökerek, tüm koordinatlarını bilerek ortaya konmuş bir Orhun
kitabesi bu...
Başta sona bir yineleme, neyin ne olduğunu
anlamak için, yüzlerce ayrıntıyı ayırmak, çıkmalar, kebikeçlerle sayfaları
tutturmak ve eselerle köselere danışarak, o çağlarda oralarda neler olup
bittiğini teyit ettirerek olan bitene vakıf olmak, algılamak ve ay ışığında
yıkanan bir tanrıçayı gözetleme bahtına ermiş gibi onun varlığında insani bir
yaratık olarak arınmış olmak...
Yüzlerce sayfa içinde Türkçe olmayan bir sözcük
aradım, Argos'un Odysseus'u gördüğünde tansıması gibi, bin bir güçlükle
bulduğumda mutlu oldum, çünkü kusursuz bir yapı tanrı işi olabilir belki ama
insan için ne derece makbul bir şeydir diye düşündüm, bizim kusursuzluğumuz
kusurumuzdur dedim. Dert ederim, Türkçe'nin yetersiz olduğunu, onunla
felsefe yapılamayacağını söyleyen insanlar bilirim, her kesimden, öyle inanmış
ve kendinden emin, bu işleri en iyi bilenlerden sanırlar kendilerini...
Olabilir ama yahu dersiniz, ne yazmış bu kişi, ne yapmış bir de ben bakayım, kitabını
bitiremez kendinizden utanırsınız, çünkü bir kitabı bitirememeye alışkın
değilsiniz, kendinizle yarışmaktasınız gülüm, ya yıldızlara götüreceğiz hayatı,
ya dünyamıza inecek ölüm!..
İşte Tanrının Göksel Çocukları, bu insanlara, ne
olursa olsun bu değerlere, dilimizin ne görkemli bir dil, her şeye olanak
veren, ne coşku dolu bir deniz olduğunu kanıtlayan bir; Türkçe Labirent!..
İnsanlar, insanların evet efendimden başka bir şey bilmemelerine şaşıyorlar,
bilit hapishanelerinin prangalarına yaslanarak haykırıyor, içeriksiz bir
yinelemenin iğvasında yok olup gidiyorlar. Elem tapınaklarında, kibrimizle
yarışıyor ve birbirimize bakarak üzünçler içinde geçip gidiyoruz. Üzülüyoruz,
insan kendini neden aldatır, bir mizansene neden kapılır ve yaşamını heba eder bile
bile...
İşte bu kitap, kendini aldatmaya meyilli,
başları hep yukarda elest alemine karışanlar için bir ciddiyet ve yeni bir
başlangıç yapmak için, sözcüklere gönül indirmiş, kalplerine esenlik vermiş,
periler gibi iyi niyetli, mahzun bir ders kitabı!.. Hiç bir şeye geç kalmış
değiliz... Tanrı kendini yalnızca kitabıyla gösterdiyse, bir kitap dünyaya
bedeldir belki de!.. Yine de, canlılar içinde, yalnızca insan kendini aldatmaya
meyilli, harflerin perileri sizi okşasın, düşüncenin hazzıyla yaşayın, bir ömre
yazık değil mi!.. Bu kitapla, yalnız Türk edebiyatı değil, dünya edebiyatı bir
yapıt kazandı, bunu övgü sananlar olabilir, ama öyle değil, her yapıt dünya
edebiyatına bir armağandır, iyisiyle kötüsüyle, o gün geldiğinde, Araf’ta
birbirimizin ardı sıra sırat köprüsünden geçtiğimizde, tanrı edebi yapıtları
birbirinden ayırmayacak, çünkü onun beğenisi, ölümlü bedenlerimizin fantezileri
için yaratılmış bir enstrüman değil, o algıladığı şeyler içinde bir seçim
yapmayacak, az önce yadsıdığımız düşüncelerin tersine, orada çaba ve bir emek
uğraşısı içinde ömrünü tüketenleri kutsayacak ve yeni bir evrenin inşası için
aradığı ham maddeyi o insanlarda bulacak. Ötekiler sonsuz bir mutluluk ve
kaygısızlık içinde, uçurumlardan uçurumlara savrulacak, rüzgârların içinde yok
olacak ve bir gülümsemenin izleriyle yeni bir dünyaya doğacaklar...
Materyaller ve ustaların işleyişiyle yükselen
yeni evrende herkese yer var!..
Bir söz var, bu kitapla Dublin yeniden
kurulabilirdi, bu kitapla İstanbul yeniden doğabilirdi gibi, işte Tanrının
Göksel Çocukları'yla dünya gailesi yeni baştan yaratılabilirdi... Ulysses bugün
yazılması en zor yapıtlardan biri sayılıyor, algılar dünyasında benim
Ulysses'im, Tanrının Göksel Çocukları, okuyun, mutlu olacak, şaşıracaksınız!..
Şu bir gerçek ki, şiirimiz dünyada rakipsizdir,
hadi öyle demeyelim, biriciktir olsun, sıra edebiyatımızda, düz yazıda rakipsiz
olmaya geldi!.. Hadi öyle demeyelim, bizi gözden kaçıranların hüzünlenme vakti
geldi... Çünkü Türkçe olağanüstü görkemde, bir ırmak gibi çağıldayan tanrısal
bir dildir. Okuyun göreceksiniz...
Kitaplar vardır, sizi mutlu etmeyebilir, hangi
meridyenden geçiyor sizin dünyanız, bulutların rengi pembe olduğunda şaşıran
biri misiniz, handikaplar vardır yaşamda, beğeniler değildir söz konusu olan,
sanat anlayan içindir derler, sizin dünyanıza uymayan bir kitap olabilir, dost
ve çevrede olasıdır ama bir şeyi kusursuza yakın biçimde dile getiren,
yineleyen, yenileyen ve yaratanlara gıpta ederiz biz. Bu yüzden sizi
eleştirenlerin, yerden yere vuranların dünyasında ancak gerçeklik, estetik ve
güzellikten söz edebiliriz, gölgeye övgü düzerken, yapıtın bizde ki
yansımalarıdır aslolan, övgü sonsuzlukta yergidir de, yergide övgüdür, iki
paralel doğru sonsuzlukta birleşir ama gerçek bir şey var ki, söz söz olmayı
hak etmiş midir, övgüde, yergide içerikten yoksunsa, cennet ve cehennem o ruhun
içinde, aynı şeydir ne yazık ki...
Kitap, Ezra Pound'un kantolarını, Joyce'un
metinlerini çağrıştırıyor, Bilge Karasu, Leyla Erbil ve hatta Sevim Burak'ı da
anıştırıyor, nasıl olur, Sokrates der ki, Heraklit'i anlamak için Deloslu
dalgıç gerek, sanat anlayan içindir derler, gecenin ve sezgilerin karanlığında
Atlantik'in altına bağlanan kablolar kalbinizle Yeni Dünya'yı buluşturabilir
ama kim bilebilir bunu, yaşamda her şey bir vesiledir ve işte Ezra Pound'un
melekleri ki vesileye de vesiledir...
'Devrim'
dedi Bay Adams 'oluştu kafalarında insanların Lexington'dan on beş yıl önce',
Peter Leopold'un zamanıydı bu Kont Orso cenapları ve soyunun soyundan gelen
oğlu ve elbette yöneticisi sivil ve suçluluk adaletinin adı geçen yerde
Medici'ler tahta çıktığında borç 5 milyon indiklerinde on dört milyon ve faizi
en iyi geliri yiyip bitirdi ilk aptallık yün bükme makinaları kurmaktı
İngiltere ve Flandr'da sonra İngiltere ham yününü vermedi, ve bu takası
dondurdu 1750'de kökünü kazıdı sanatların ve Leopoldo vergileri indirdi 'Un'
abbondanza che affamava' olduğunu anladı diyor Zobi Leopold borç faizlerini de
indirdi ve Cizvitleri kapı dışarı etti ve Engizisyona son verdi 1782 Ve Bay
Locke'un faiz üzerine denemesini getirdiler ama Cenova ticareti elimizden aldı
ve Livorno İngiltere'ye barış antlaşmasını sürdürdü Livorno'nun zararına yani
Livorno Ticareti zarara uğradı Te, admirabile, o VashinnnTTonn! Livorno malı
Cenovalıların kıçına sokuldu sözüne ve antlaşmasına bağlı kaldı çünkü Toskana
Voi, popoli transatlantici admirabili! dedi Zobi, altmış yıl sonra.
"Konudan
biraz ayrılmamızı bağışlayın" dedi Amerika kızımızdı bizim ve uygarca
erdemleri var VashiNNTonn'un. ve Leopoldo devlet borçlarının üçte ikisini
azaltmayı düşündü yürürlükten kaldırmak için ve sonra onu imparator yaptılar
cehennemin batağına, Viyana'nın çamuruna, Avrupa'nın göbeğine, tüm kafa
kötülüklerinin kara deliğine, Franz Josef kokan o özel yere, mutlak çürümüşlük
içindeki Matternich'in pisliğine, soysuzlaştırılmış döller arasına, Ama
Ferdinando bir Anschluss çıkardı ve Paris infilâk etti "dinsel denen kimi
uygulamalar" dedi Zobi "ekonomik konularda deney eksikliği"
Altıncı Pius enayilik papası, hiçbir Yahudi Tanrı tutmazdı ONU iktidarda. Bu
yüzden MARENGO zamanında ilk Konsül Şöyle yazdı: Ben barış bıraktım. Savaş
buldum. Sınırlarınız içinde düşmanlar buldum Toplarınız düşmana satılmış 1791,
temsili hükümetin sonu 18.Brumale, Kasım'ın 10'u 14 Haziran, 1800 MARENGO Mars,
demek burada, düzen demek o gün yenenlerle birlikte kötülüğe karşı m.s. 1800
faiz yüzde 24 ve dedikleri gibi "ticaret yavaşladı" 1801 triomvirler
Leopoldinler gibi olmak istediler. Portoferraio'da eski muhafızların bini ve
yılda iki milyon, ve bunun yarısı İmparatoriçe'ye geri verilebilir Elbe'den
iklimin ılıklığı ve yabancı uyrukluların inceliği için bir İngiliz gemisinden
indiler Ve Ferdinando Habsburg (ama Lorraine soyundan) ailenin temiz yanının
gerçek adı bu borçsuz bir devleti geri aldı kasalar boş ama devlet borçsuz
İngiltere ve Avusturya despotlardan yanaydı ticaretle bir düşünerek Papa'yı
yeniden başa geçirdiler ama cumhuriyetler kurmadılar: Venedik, Cenova, Lucca ve
Polonya'yı böldüler ruhlarında sömürü ve ellerinde kanlı baskı ve köpoğlusu Rospigliosi,
Toskana'ya geldi eski Toskanalıları köle yapmak için. . . . . İngiltere
tahtında . . . . Avusturya tahtında Ruhlarında sömürü ve kafalarında karanlık
ve boşluk, dört George de yağlı şişmandı Ve İspanya'da pislik vardı,
Wellington'da bir Yahudi pezevengiydi ve etkilediklerini bilmeyecek ölçüde
beyinsizdi. 'Dükü bırakın, altın peşinden koşun!'
Ruhlarında
sömürü ve yüreklerinde korkaklık Kokmuşluk kafalarında ve çürüme İki yara yan
yana işledi, Gentz ve Metternich, cehennem dışkısı Metternich Bugünkü gibi
pislik kokuyordu 'Incostante gemisinden' cehennem kusmasına karşı yüz gün Umut,
Mart'tan Haziran'a tükürdü Yok, eyerinden Grouchy gecikti Bentinck'in sözü,
elbette, tutulmadı İngilizlerce. Cenova Sardunya egemenliğinde. Umut Cannes'dan
sıçradı, Mart, Flandr'a. 'Değil bu' dedi Napolyon, 'o pis anlaşma yüzünden ama
Zeitgeist'a karşı çıkmak için bu! Yıkımım oldu benim, Çağıma karşı gidişim,
geriye dönerek' OBIT, aetatis 57, D. Alighieri'den beş yüz yıl sonra. Değil,
herhalde, il sesso feminineli'yi en çok süsleyen ve bizim onu beğenmemize yol
açan şey için, söz etmeleri Marie da Parma'dan dul karısından onun. İtalya
sonuna dek soyutlamalara uğradı. 1850, diye yazıyor Zobi, Parlak soyutlamaları
izleyerek. Mastai, Pio Nono. D'Azeglio sürgüne gitti ve böylece Ekim'in 30'unda
Lord Minto Arezzo'daydı (sanıyorum ki Bowring ondan önce oradaydı ve kalabalık
EVVİVA diye bağırdı Evviva Tarife Anlaşması ve Minto Evviva Leopoldo diye
bağırdı Evviv' INDIPENDENZA, bu yeni Leopoldo'ydu oysa Minto yavaşlıktan ve
güvenlikten yana. Lalage'ın gölgesi freskonun dizlerinde dönüp duruyor Ve
kayboluyor Dirce'nin gölgesinde ve şafak çakılmış ve kımıltısız duruyor yalnız
biziz ikimiz devinen.'
Borges der ki, şiir şiiri, kitap kitabı, dünya
başka bir dünyayı çağrıştırır, bütün ırmaklar denizlere dökülür, bütün denizler
birbirine açılır, Ganj'a ayağını uzatacak biri, dünyanın bütün sularına
dokunmuş, bütün denizlerine girmiş gibi olur. Okumak sıkıcı gelebilir,
alışkanlıklar değişebilir, belki de dayanıklılık istiyordur şu yaşam, sıygaya
çekiyordur bizi, özveridir belki de bir ceylana kavuşmanın yolları, emel
denizleri ne denli görecelidir kim bilebilir, yaşamdır, her şeyden izler
taşır... Pound işte anılarımıza girdi, vesile oldu bir kitap, yarın da başka
bir kitap, başka bir vesileyi tarumar edecek anılarımıza girecektir...
Yaşam akıp gider, alışkanlıklar değişir, bizler
de şiirler gibi gelir geçer ve yalnızca o kalır geride, öyledir ki artık o,
tanrıyı bile var eden şu vefasız yârimizdir... Yaşamı sevmeliyiz, çünkü o
yalnızca bizim içindir...
'Böylelikle
parmaklarımdan fışkırır asmalar Ve çiçektozuyla ağır arılar Asma sürgünlerinde
ağır ağır kımıldar: Çir – çir – çir-rik – mırıltılı bir ses, Ve dallarda
uyuklamakta kuşlar. ZAGREUS! İO ZAGREUS! Göğün ilk solgun aydınlanmasıyla Ve
tepelerinde kurulmuş kentlerle, Ve alımlı dizli tanrıçalar Dolaşır orada,
ardında bırakarak meşe ormanlarını, O yeşil bayırı, etrafında hoplayan beyaz
tazılarla; Ve oradan aşağı dere ağzına doğru, akşama dek, Durgun sudur önümde
duran, ve ağaçlar büyür suda, Mermer sütunlar çıkar sessizlikten, Mazideki o
saray, sessizlikte, Işık şimdi, güneşin değil. Chrysophrase, Ve su berrak
yeşil, ve berrak mavi; İlerde, o büyük kehribar kayalıklara dek. Aralarında,
muazzam bir deniz kabuğu gibi kıvrımlı Nerea'nın Mağarası, Ve kayık ses
çıkarmadan sürüklenir, Deniz işinin kokusu yok, Ne de kuş çığlığı var, ne de çarpan
dalganın bir sesi var, Ne de yunusun püskürtüsü var, ne de çarpan dalganın bir
sesi var, Mağarasında, kayanın uysallığında muazzam bir deniz kabuğu gibi
kıvrımlı Nerea, uzaktan kurşun yeşili kayalık, Yakından, kehribar bir koyak, Ve
dalga Berrak yeşil ve berrak mavi, Ve mağara tuz beyazı, ve parıltılı eflatun,
serin, porfir kayganlığında, denizden aşınmış kaya. Martı çığlığı yok, yunus
sesi yok, Kum sanki bakır taşından, ve soğuk yok orada, Işık güneşin değil.
Zagreus, yem vermektedir panterlerine, ışık altındaki tepeler misali duru
çimen. Ve badem ağaçları altında, tanrılar, yanlarında, choros nympharum.
Tanrılar, Hermes ve Athena, Pusula ibresi gibi, Aralarında, titreyerek Sol
tarafta satirlerin yeri, sylva nympharum; Bodur koru, maki ormanı, maral, genç
ala geyik, hoplamakta katırtırnağı bitkileri arasında, sarıların ortasında kuru
yaprak misali. Ve tepelerin birinin bitimi yanında, Memnon'ların muazzam
geçidi. Ötede, deniz, kumul üstünden görünen dalga dorukları Gecede deniz
çalkalar çakılı, Sol tarafta, servilerin geçidi. Bir tekne geldi, Bir adam
tutuyordu yelkenini, Küpeştenin üstüne takılmış kürekle yönlendirerek, dedi ki:
“ Orada, mermer ormanda, “ taş ağaçlar – suyun dışında – “ taştan çardaklar – “
mermer yaprak, yaprak üstünde, “ gümüş, çelik üstünde çelik, “ gümüş gagalar
kalkar ve kesişir, “ pruva pruvaya karşı, “ taş, kat kat, “ bir akşam parıltısı
saçar yaldız. ” Borso, Carmagnola, zanaatkar, i vitrei, Oraya, bir seferinde,
tekrar tekrar, Ve sular camdan daha zenginken, Tunç altın, gümüşteki yangın,
Meşale ışığında boya kapları, Pruvalar altında dalganın şimşeği, Ve gümüş
gagalar kalkar ve kesişir. Taş ağaçlar, beyaz ve gül beyazı karanlıkta,
Serviler orada kulelerin yanında, Gecede karinanın altındadır akıntı.
“Karanlıkta toplar altın etrafındaki ışığı.” … Şimdi sırt üstü yatmış
yuvasında, yarı eğik böğürtlen çalısı, Bir gözü denizde, o gözetleme deliği
arasından, Boz ışık, Athene'yle. Zothar ve filleri, altın etek, Sistrum,
titreterek, titreterek, Dansözlerin aveneleri. Ve Aletha, kıyının kıvrımında,
gözleri çevrilmiş denize, ve ellerinde deniz yosunu Köpük içinde tuz pırıltısı.
Pırıltılı çayırlık arasından Koré, çimen içinde yeşil grisi toprakla: “Bu saat
için, Circe'nin biraderi”. Omzuma konmuş kol, Gördü güneşi üç günlüğüne, sarı
kahverengi güneş, Kumuldan yükselen bir aslan misali; ve o gün, Ve üç
günlüğüne, ve sonrasında asla, Görkem, Hermes'in görkemi gibi, Ve yola koyuldu
oradan taş alana, Soluk beyaz, su üstünde, aşina su, Ve mermerin beyaz ormanı,
eğilmiş dal dal üstüne, Taştan örülmüş çardak, Oradaydı Borso, sivri uçlu oku
O'na savurduklarında, Ve Carmagnola, iki sütun arasında, Sigismundo,
Dalmaçya'daki o gemi kazasından sonra. Güneşin batması uçan çekirge misali'
Kitap tıpkı böyle akıp gidiyor, ‘Automatic’. Diyesim, Tanrının Göksel
Çocukları’ndan alıntı yapmamışsak, hep batıya giderseniz, doğuya ulaşırsınız,
kuzey kutbunun ötesinde ne vardır, Tevrat’tan hareketle, İncil ve Kuran’a
ulaşabilirsiniz, Ulysses’i okuyan onun tilmizlerini de okumuş sayılır kuralı
uyarınca, ayna tutmuş olduk hatim indirmenin aşıklarına, ama garip bir şey
vardır yaşamda, ulaştıkça ulaşılamayan şeyler, aşk gibi, para gibi, düşlerimiz
gibi, para somut değil soyuttur çünkü, dikkatli olun ve öyleyse yine de şu
kısacık mesele kulak verin; Dünyadan
umutlu bilge, her sabah ağlayarak, dünyadan umutsuz bilge, her sabah gülerek evden çıkarmış.
Bilgelerimiz Sayda’da otururlar, bulabilir misiniz evini?.. Üzülmeyin,
dağların engininde bahar, dökmüş yedi
rengini. Sayfalara can veren kulunuz, ruhlar sevinecek, yalnızlıklar bitecektir
dostlarım, otların dudakları kurumadan, kitap okuyunuz!..
Yaşamak
istiyorsak bilgi ağacının dallarında meyveler, bilgi denizinin derinlerinde
balıklar var mı, ona mı bakacağız... Çünkü çiçek ve tozanları yoksa bu
dünyanın, orman ve denizlerinin, meyve ve balıkları yoksa, dünya adını
veremeyecektik ona!...
Dünyayı dünya yapan ormanı ve denizi değil,
meyve ve balığıdır.
Tanrı, evreni değil, dünyayı yaratabildiği için
tanrıdır.
***
Hani Astolin / Tanrının Göksel Çocukları / 518 Sahife / Cinius Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder