15 Şubat 2017 Çarşamba

TANRININ GÖKSEL ÇOCUKLARI'NA ZEYL



Kültür emperyalizmi der geçeriz. Bütün doktrinler, ideolojiler, savlar, sözler sonunda bir yere varır, bir şeye dönüşür, bir kıyıya uzanır... Klişe, bir klişeye ve her şey kendi eskilliğine, bayatlığına, tüketilebilirliğine, dünyanın yüz yıllardır yörüngesinden bir milim bile sapmadan o bildik dönüşünü yinelemesine...

Silahlar kimin elindeyse efendi odur, bilgi, materyal kimin yönlendirmesiyle yansıyorsa efendi odur, düşünebildiğiniz ne varsa bilgi denizinde, bunun metalik, sözel, tinsel, somut, diyalektik, materyalist her bir şeyi ayrımında olmadan sizin anlak denizinize boca edilir artık. İnsanlık atom bombasını kendi cinsine yöneltebilmiş bir yaratık... Picasso çağın ikonu, Shakespeare tiyatronun tanrısı, Dante göksel dünyaların Hades'i, Ulysses postmodernitenin papası, yaşlı Avrupa kültürün beşiği, Amerika'nın kuzeyi varlığın efendisidir. Diğerleri şiddet üreticisi veya mağduru, uyuşturucu kaçakçısı veya tüketicisi, beyaz kadın taciri ya da taşeron işçisi gibi sıralamalarla dünya sahnesinde boy göstererek nitelemelerin sultanlığında, zamanın boyutunu ve koordinatlarını hiç değiştirmeden, algılarını hiç yineleyemeden çürüyüp giderler... Bilinmeyen bir dünya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa yuvarlanırken, orada armağana boğulacakları kulaklarına fısıldanır. Bir kuşkunuz mu var, hiç önemi yok, onlarda gelecek nasıl olsa, yüzleşirsiniz ve haklı çıkmanın sarhoşluğunda, her şey genel geçer bir kozmikomikliktir nasıl olsa...

Bunun adı uygarlıktır. Tüm bir geçmişin, çağımızın, çağların uygarlığı... Düşüncenin okyanuslarında kulaç atarken insan neler yapabilir, düşüncenin hazzına kapılarak geçip gitmeli midir, eylemlerle var oluşunu ortaya koyarak sunaklarda kurban mı edilmelidir, kulelerin birinde dinlenmeye mi çekilmelidir, bir deniz fenerinin dalga sesinde gözlemciliğe soyunmalı ya da alın teri göz nuruyla çabalayarak kendini usul ve füruya mı adamalıdır... Sonsuz bir evrenin sınırları içinde seçenekler o kadar çok ki, kendini alınyazısına terk etmek, özkıyımı yeğlemek, vecd içinde kapanmak, algılar denizinde yüzmek, küfre bulanmak, oradan oraya savrulmak, ilençle vakit geçirmek, şiddete boyun eğmek, mitomani ve nemfomaniye kapılmak, ava çıkmak ve taşı taş üstüne koymak...

Sonsuz gerçekten sonsuzluktur. Onun için insan ne kadar kendi soyuna yönelik bir ejder, ne kadar incelikli bir centilmen, ne kadar basiretsiz bir hayvan olsa da, ne yazık ki hayatın anlamını aramaktan kendini kurtaramaz, çünkü o cennetten kovulmakla değil, düşünmekle cezalandırılmıştır!.. Bu ceza ve mükafat, başarı ve çöküş ikileminin dışında bir olgudur ama, düşünmek hiç bir yere götürmez bizi, çünkü hiç bir yerden gelmiyoruz, algı sınırlarımızın içinde bir yaratığız biz.

Elektrik doğada var, kehribar ve ebonit çubuk bunun kanıtı, ölümsüzlük doğada var, amip ve medüz neredeyse sonsuza dek kendini üretebiliyor, yenileyebiliyor, metamorfoz o denli us kıran ve düşlere sığmayan bir şey ki, iki yaşarlı olmak bir yana, ipek böceği kozaya, o kelebeğe, kelebek ecinniden bir şeye dönüşebiliyor sürekli, ağustos böceği yirmi üç yıl toprakta bekliyor, kurbağa ölüyor ve sular yükseldiğinde, tanrısına temenna ederek, insanlara acıdığını bildiriyor. Bizim aradığımız şey, kendi naturamızdaki eksikler ve doğamızdaki acizliklerdir. Ölümsüzlük maddenin kendisinde saklı, ışık hızı bildiğimiz en büyük ulaşım aracı ve evren kavramakta zorlandığımız bir aşure kazanı... Bizim tanrımız komik, bir kurbağa ve deniz anasına göre, yalvaçlarımız gülünç, bir kelebek ve Anka kuşuna göre, zorbalarımız aciz, bir gök gürültüsü ve yer sarsıntısına göre ve parçaladığımız atomlar minik güneşimizin büyüsünün yanında bir parodi gibi kalıyor, ne yazık ki...

Bizim anlam okyanusları dediğimiz şey, ağılımızda hıçkıran hayvanların sesi ve mehtapta kabaran denizlerin inleyişidir. Biz hiç bir şey bulmuş değiliz, hiç bir şey yaratabilmiş değiliz, belki bu doğaldır da, biz kendisiyle oyalanan bir mihnetiz. Bir sıkıntı... Kuş uçuyor bin yıllardır, ama discovery aya yaklaşıyor zannıyla mutlu oluyor, otuz iki bin yıl sonra Ross yıldızından geçecek uydumuz diye avunuyoruz. Düşünce kendi varlığının dışına çıkabilmekle olasıdır, tanrıyı kendine arkadaş edinmekle değil...

Sonuç olarak biz ıstıraplarımızın hipotenüsleri, karekökleri ve küpleriyizdir. Mutluluğu arıyoruz uçup giden bir şey, başarıyı arıyoruz, göreceli oluşuyla avunduğumuz bir şey, parayı arıyoruz çoğaldıkça anlamı kalmayan bir şey, ölümsüzlüğü arıyoruz, bulduğumuzda geri döneceğimiz bir şey!.. Hepsinin senteziyle yanıp kavrulan bir sapmayız biz, antropolojik bir yanılsama ve yaratan ve yaratım döngüsünün çıkmazlarında, cendereye sıkışmış bir madde, meta...

Seçeneklerin hangisiyle oyalanmalıyız biz, derinlerde görünmeyen bir lav okyanusunun içinde mi kavrulmalıyız, yüzeyde bir mum ışığının gölgesinde, herkesin görüp alkışladığı bir jonglör mü olmalıyız, sağa mı kaçmalıyız, sola park etsek daha mı iyi, yokuşu tırmansak peki, çukurda düşenlerle avunsak, denize girip saklansak, bir ada da küçük bir dünya kursak, düşlerimizde kendi krallığımızı savunsak...

Tanrının Göksel Çocukları diye bir kitap var elimde, halen okuyorum, Demircigillerden bir füru, edebi bir yoldaş yazmış... Şöyle düşündüm, insanın naturasında ölüm korkusu var ve tanrının mudileri olarak bir şeyler yapma tutkusu çökmüş içimize, öyle gitmek istiyoruz dünyadan, yaşama tutunmanın bezdirici yolları, mezar taşlarıyla yetinme korkusunun dışavurumları...

Neye yarar ki, yarın başka dünyalardan gelenler Epiktetos'u mu soracak, volontarist bir adamın tanrının çocukları olduğumuz safsatasıyla ürettiği ussal komplikeler, ressamları mı soracak, doğayı kopya eden sapkın ve düşkünler, yazarları mı soracak, anıları ve saçma sapan düşleriyle dolandırıcılık yapan geçkinler, müzisyenleri mi soracak, tanrının düşüncesini tangırtıyla dile getirmeye kalkışan densizler, kimi soracak, bizim gibi hiç bir umar bulamamış jedyler!...

Kuark bozuntuları ve cinsiyetlerinin gölgesinde, borulardan ibaret organizmalarına olmadık işkence, acı ve elem denizlerini bahşedenler!.. Kitabı okumaya başladığımda yorulmayacağımı düşünüyordum işte bu nedenlerle, nasıl olsa o yarı bildik yolları tırmanan birinin atıştırmalarıyla karşılaşacaktım, işte ciddiyetle başlayıp, hızlı okumalara geçecek ve göz ucuyla süzerek sayfaları çevirecek ve rafın görünmez bir kuytusuna yerleştirerek ölüme terk edecektim kitabı...

Ama öyle olmadı, neden...

Bu satırları o kitap yüzünden yazıyorum çünkü... Çünkü kitap derinlerde insanın bu macerasını, gafletini, göz yaşlarını, umarlarını, beklentilerini, coşkularını ve yaşam dolu yalnızlıklarını dile getiriyor. Bir dil arayışının, çocukluğunda genlerine işlemiş bir sözcükler dünyasının büyüsüyle kendinden geçmiş bir çocuğun, tam yarım yüzyıl sonra göz yaşlarıyla o günleri anışı, ana rahmine dönüşü ve yaşama, sonsuzluğa ve tanrıya yakarışı ve acılarıyla, sevinçleriyle, düşleri ve düşünceleriyle yüzleşerek giriştiği bir var oluş savaşının levh-i mahfuzu kitap...

Dilinin yitip gideceği korkusuyla büyümüş bir çocuğun, masal anlatarak, geçmişinin, otantik, folklorik, ağıtsal, satirik ne kadar arkalacı, heybesi, sandukası varsa ortaya saçaladığı bir kitabe-i sengi mezar. Yazar, bunları bir araya getirerek bir roman oluşturduğunu söylüyor, evet bir roman belki ama anlayan için, bir var oluş kaygısının kutsal izlerini taşıyan bir emek destanı, sözcüklerin anayurdunda tüm becerisini sergileyerek, tüm incilerini dökerek, tüm koordinatlarını bilerek ortaya konmuş bir Orhun kitabesi bu...

Başta sona bir yineleme, neyin ne olduğunu anlamak için, yüzlerce ayrıntıyı ayırmak, çıkmalar, kebikeçlerle sayfaları tutturmak ve eselerle köselere danışarak, o çağlarda oralarda neler olup bittiğini teyit ettirerek olan bitene vakıf olmak, algılamak ve ay ışığında yıkanan bir tanrıçayı gözetleme bahtına ermiş gibi onun varlığında insani bir yaratık olarak arınmış olmak...

Yüzlerce sayfa içinde Türkçe olmayan bir sözcük aradım, Argos'un Odysseus'u gördüğünde tansıması gibi, bin bir güçlükle bulduğumda mutlu oldum, çünkü kusursuz bir yapı tanrı işi olabilir belki ama insan için ne derece makbul bir şeydir diye düşündüm, bizim kusursuzluğumuz kusurumuzdur dedim.  Dert ederim, Türkçe'nin yetersiz olduğunu, onunla felsefe yapılamayacağını söyleyen insanlar bilirim, her kesimden, öyle inanmış ve kendinden emin, bu işleri en iyi bilenlerden sanırlar kendilerini... Olabilir ama yahu dersiniz, ne yazmış bu kişi, ne yapmış bir de ben bakayım, kitabını bitiremez kendinizden utanırsınız, çünkü bir kitabı bitirememeye alışkın değilsiniz, kendinizle yarışmaktasınız gülüm, ya yıldızlara götüreceğiz hayatı, ya dünyamıza inecek ölüm!..

İşte Tanrının Göksel Çocukları, bu insanlara, ne olursa olsun bu değerlere, dilimizin ne görkemli bir dil, her şeye olanak veren, ne coşku dolu bir deniz olduğunu kanıtlayan bir; Türkçe Labirent!.. İnsanlar, insanların evet efendimden başka bir şey bilmemelerine şaşıyorlar, bilit hapishanelerinin prangalarına yaslanarak haykırıyor, içeriksiz bir yinelemenin iğvasında yok olup gidiyorlar. Elem tapınaklarında, kibrimizle yarışıyor ve birbirimize bakarak üzünçler içinde geçip gidiyoruz. Üzülüyoruz, insan kendini neden aldatır, bir mizansene neden kapılır ve yaşamını heba eder bile bile...

İşte bu kitap, kendini aldatmaya meyilli, başları hep yukarda elest alemine karışanlar için bir ciddiyet ve yeni bir başlangıç yapmak için, sözcüklere gönül indirmiş, kalplerine esenlik vermiş, periler gibi iyi niyetli, mahzun bir ders kitabı!.. Hiç bir şeye geç kalmış değiliz... Tanrı kendini yalnızca kitabıyla gösterdiyse, bir kitap dünyaya bedeldir belki de!.. Yine de, canlılar içinde, yalnızca insan kendini aldatmaya meyilli, harflerin perileri sizi okşasın, düşüncenin hazzıyla yaşayın, bir ömre yazık değil mi!.. Bu kitapla, yalnız Türk edebiyatı değil, dünya edebiyatı bir yapıt kazandı, bunu övgü sananlar olabilir, ama öyle değil, her yapıt dünya edebiyatına bir armağandır, iyisiyle kötüsüyle, o gün geldiğinde, Araf’ta birbirimizin ardı sıra sırat köprüsünden geçtiğimizde, tanrı edebi yapıtları birbirinden ayırmayacak, çünkü onun beğenisi, ölümlü bedenlerimizin fantezileri için yaratılmış bir enstrüman değil, o algıladığı şeyler içinde bir seçim yapmayacak, az önce yadsıdığımız düşüncelerin tersine, orada çaba ve bir emek uğraşısı içinde ömrünü tüketenleri kutsayacak ve yeni bir evrenin inşası için aradığı ham maddeyi o insanlarda bulacak. Ötekiler sonsuz bir mutluluk ve kaygısızlık içinde, uçurumlardan uçurumlara savrulacak, rüzgârların içinde yok olacak ve bir gülümsemenin izleriyle yeni bir dünyaya doğacaklar...

Materyaller ve ustaların işleyişiyle yükselen yeni evrende herkese yer var!..

Bir söz var, bu kitapla Dublin yeniden kurulabilirdi, bu kitapla İstanbul yeniden doğabilirdi gibi, işte Tanrının Göksel Çocukları'yla dünya gailesi yeni baştan yaratılabilirdi... Ulysses bugün yazılması en zor yapıtlardan biri sayılıyor, algılar dünyasında benim Ulysses'im, Tanrının Göksel Çocukları, okuyun, mutlu olacak, şaşıracaksınız!..

Şu bir gerçek ki, şiirimiz dünyada rakipsizdir, hadi öyle demeyelim, biriciktir olsun, sıra edebiyatımızda, düz yazıda rakipsiz olmaya geldi!.. Hadi öyle demeyelim, bizi gözden kaçıranların hüzünlenme vakti geldi... Çünkü Türkçe olağanüstü görkemde, bir ırmak gibi çağıldayan tanrısal bir dildir. Okuyun göreceksiniz...

Kitaplar vardır, sizi mutlu etmeyebilir, hangi meridyenden geçiyor sizin dünyanız, bulutların rengi pembe olduğunda şaşıran biri misiniz, handikaplar vardır yaşamda, beğeniler değildir söz konusu olan, sanat anlayan içindir derler, sizin dünyanıza uymayan bir kitap olabilir, dost ve çevrede olasıdır ama bir şeyi kusursuza yakın biçimde dile getiren, yineleyen, yenileyen ve yaratanlara gıpta ederiz biz. Bu yüzden sizi eleştirenlerin, yerden yere vuranların dünyasında ancak gerçeklik, estetik ve güzellikten söz edebiliriz, gölgeye övgü düzerken, yapıtın bizde ki yansımalarıdır aslolan, övgü sonsuzlukta yergidir de, yergide övgüdür, iki paralel doğru sonsuzlukta birleşir ama gerçek bir şey var ki, söz söz olmayı hak etmiş midir, övgüde, yergide içerikten yoksunsa, cennet ve cehennem o ruhun içinde, aynı şeydir ne yazık ki...

Kitap, Ezra Pound'un kantolarını, Joyce'un metinlerini çağrıştırıyor, Bilge Karasu, Leyla Erbil ve hatta Sevim Burak'ı da anıştırıyor, nasıl olur, Sokrates der ki, Heraklit'i anlamak için Deloslu dalgıç gerek, sanat anlayan içindir derler, gecenin ve sezgilerin karanlığında Atlantik'in altına bağlanan kablolar kalbinizle Yeni Dünya'yı buluşturabilir ama kim bilebilir bunu, yaşamda her şey bir vesiledir ve işte Ezra Pound'un melekleri ki vesileye de vesiledir...

'Devrim' dedi Bay Adams 'oluştu kafalarında insanların Lexington'dan on beş yıl önce', Peter Leopold'un zamanıydı bu Kont Orso cenapları ve soyunun soyundan gelen oğlu ve elbette yöneticisi sivil ve suçluluk adaletinin adı geçen yerde Medici'ler tahta çıktığında borç 5 milyon indiklerinde on dört milyon ve faizi en iyi geliri yiyip bitirdi ilk aptallık yün bükme makinaları kurmaktı İngiltere ve Flandr'da sonra İngiltere ham yününü vermedi, ve bu takası dondurdu 1750'de kökünü kazıdı sanatların ve Leopoldo vergileri indirdi 'Un' abbondanza che affamava' olduğunu anladı diyor Zobi Leopold borç faizlerini de indirdi ve Cizvitleri kapı dışarı etti ve Engizisyona son verdi 1782 Ve Bay Locke'un faiz üzerine denemesini getirdiler ama Cenova ticareti elimizden aldı ve Livorno İngiltere'ye barış antlaşmasını sürdürdü Livorno'nun zararına yani Livorno Ticareti zarara uğradı Te, admirabile, o VashinnnTTonn! Livorno malı Cenovalıların kıçına sokuldu sözüne ve antlaşmasına bağlı kaldı çünkü Toskana Voi, popoli transatlantici admirabili! dedi Zobi, altmış yıl sonra.

 "Konudan biraz ayrılmamızı bağışlayın" dedi Amerika kızımızdı bizim ve uygarca erdemleri var VashiNNTonn'un. ve Leopoldo devlet borçlarının üçte ikisini azaltmayı düşündü yürürlükten kaldırmak için ve sonra onu imparator yaptılar cehennemin batağına, Viyana'nın çamuruna, Avrupa'nın göbeğine, tüm kafa kötülüklerinin kara deliğine, Franz Josef kokan o özel yere, mutlak çürümüşlük içindeki Matternich'in pisliğine, soysuzlaştırılmış döller arasına, Ama Ferdinando bir Anschluss çıkardı ve Paris infilâk etti "dinsel denen kimi uygulamalar" dedi Zobi "ekonomik konularda deney eksikliği" Altıncı Pius enayilik papası, hiçbir Yahudi Tanrı tutmazdı ONU iktidarda. Bu yüzden MARENGO zamanında ilk Konsül Şöyle yazdı: Ben barış bıraktım. Savaş buldum. Sınırlarınız içinde düşmanlar buldum Toplarınız düşmana satılmış 1791, temsili hükümetin sonu 18.Brumale, Kasım'ın 10'u 14 Haziran, 1800 MARENGO Mars, demek burada, düzen demek o gün yenenlerle birlikte kötülüğe karşı m.s. 1800 faiz yüzde 24 ve dedikleri gibi "ticaret yavaşladı" 1801 triomvirler Leopoldinler gibi olmak istediler. Portoferraio'da eski muhafızların bini ve yılda iki milyon, ve bunun yarısı İmparatoriçe'ye geri verilebilir Elbe'den iklimin ılıklığı ve yabancı uyrukluların inceliği için bir İngiliz gemisinden indiler Ve Ferdinando Habsburg (ama Lorraine soyundan) ailenin temiz yanının gerçek adı bu borçsuz bir devleti geri aldı kasalar boş ama devlet borçsuz İngiltere ve Avusturya despotlardan yanaydı ticaretle bir düşünerek Papa'yı yeniden başa geçirdiler ama cumhuriyetler kurmadılar: Venedik, Cenova, Lucca ve Polonya'yı böldüler ruhlarında sömürü ve ellerinde kanlı baskı ve köpoğlusu Rospigliosi, Toskana'ya geldi eski Toskanalıları köle yapmak için. . . . . İngiltere tahtında . . . . Avusturya tahtında Ruhlarında sömürü ve kafalarında karanlık ve boşluk, dört George de yağlı şişmandı Ve İspanya'da pislik vardı, Wellington'da bir Yahudi pezevengiydi ve etkilediklerini bilmeyecek ölçüde beyinsizdi. 'Dükü bırakın, altın peşinden koşun!'

Ruhlarında sömürü ve yüreklerinde korkaklık Kokmuşluk kafalarında ve çürüme İki yara yan yana işledi, Gentz ve Metternich, cehennem dışkısı Metternich Bugünkü gibi pislik kokuyordu 'Incostante gemisinden' cehennem kusmasına karşı yüz gün Umut, Mart'tan Haziran'a tükürdü Yok, eyerinden Grouchy gecikti Bentinck'in sözü, elbette, tutulmadı İngilizlerce. Cenova Sardunya egemenliğinde. Umut Cannes'dan sıçradı, Mart, Flandr'a. 'Değil bu' dedi Napolyon, 'o pis anlaşma yüzünden ama Zeitgeist'a karşı çıkmak için bu! Yıkımım oldu benim, Çağıma karşı gidişim, geriye dönerek' OBIT, aetatis 57, D. Alighieri'den beş yüz yıl sonra. Değil, herhalde, il sesso feminineli'yi en çok süsleyen ve bizim onu beğenmemize yol açan şey için, söz etmeleri Marie da Parma'dan dul karısından onun. İtalya sonuna dek soyutlamalara uğradı. 1850, diye yazıyor Zobi, Parlak soyutlamaları izleyerek. Mastai, Pio Nono. D'Azeglio sürgüne gitti ve böylece Ekim'in 30'unda Lord Minto Arezzo'daydı (sanıyorum ki Bowring ondan önce oradaydı ve kalabalık EVVİVA diye bağırdı Evviva Tarife Anlaşması ve Minto Evviva Leopoldo diye bağırdı Evviv' INDIPENDENZA, bu yeni Leopoldo'ydu oysa Minto yavaşlıktan ve güvenlikten yana. Lalage'ın gölgesi freskonun dizlerinde dönüp duruyor Ve kayboluyor Dirce'nin gölgesinde ve şafak çakılmış ve kımıltısız duruyor yalnız biziz ikimiz devinen.'

Borges der ki, şiir şiiri, kitap kitabı, dünya başka bir dünyayı çağrıştırır, bütün ırmaklar denizlere dökülür, bütün denizler birbirine açılır, Ganj'a ayağını uzatacak biri, dünyanın bütün sularına dokunmuş, bütün denizlerine girmiş gibi olur. Okumak sıkıcı gelebilir, alışkanlıklar değişebilir, belki de dayanıklılık istiyordur şu yaşam, sıygaya çekiyordur bizi, özveridir belki de bir ceylana kavuşmanın yolları, emel denizleri ne denli görecelidir kim bilebilir, yaşamdır, her şeyden izler taşır... Pound işte anılarımıza girdi, vesile oldu bir kitap, yarın da başka bir kitap, başka bir vesileyi tarumar edecek anılarımıza girecektir...

Yaşam akıp gider, alışkanlıklar değişir, bizler de şiirler gibi gelir geçer ve yalnızca o kalır geride, öyledir ki artık o, tanrıyı bile var eden şu vefasız yârimizdir... Yaşamı sevmeliyiz, çünkü o yalnızca bizim içindir...

'Böylelikle parmaklarımdan fışkırır asmalar Ve çiçektozuyla ağır arılar Asma sürgünlerinde ağır ağır kımıldar: Çir – çir – çir-rik – mırıltılı bir ses, Ve dallarda uyuklamakta kuşlar. ZAGREUS! İO ZAGREUS! Göğün ilk solgun aydınlanmasıyla Ve tepelerinde kurulmuş kentlerle, Ve alımlı dizli tanrıçalar Dolaşır orada, ardında bırakarak meşe ormanlarını, O yeşil bayırı, etrafında hoplayan beyaz tazılarla; Ve oradan aşağı dere ağzına doğru, akşama dek, Durgun sudur önümde duran, ve ağaçlar büyür suda, Mermer sütunlar çıkar sessizlikten, Mazideki o saray, sessizlikte, Işık şimdi, güneşin değil. Chrysophrase, Ve su berrak yeşil, ve berrak mavi; İlerde, o büyük kehribar kayalıklara dek. Aralarında, muazzam bir deniz kabuğu gibi kıvrımlı Nerea'nın Mağarası, Ve kayık ses çıkarmadan sürüklenir, Deniz işinin kokusu yok, Ne de kuş çığlığı var, ne de çarpan dalganın bir sesi var, Ne de yunusun püskürtüsü var, ne de çarpan dalganın bir sesi var, Mağarasında, kayanın uysallığında muazzam bir deniz kabuğu gibi kıvrımlı Nerea, uzaktan kurşun yeşili kayalık, Yakından, kehribar bir koyak, Ve dalga Berrak yeşil ve berrak mavi, Ve mağara tuz beyazı, ve parıltılı eflatun, serin, porfir kayganlığında, denizden aşınmış kaya. Martı çığlığı yok, yunus sesi yok, Kum sanki bakır taşından, ve soğuk yok orada, Işık güneşin değil. Zagreus, yem vermektedir panterlerine, ışık altındaki tepeler misali duru çimen. Ve badem ağaçları altında, tanrılar, yanlarında, choros nympharum. Tanrılar, Hermes ve Athena, Pusula ibresi gibi, Aralarında, titreyerek Sol tarafta satirlerin yeri, sylva nympharum; Bodur koru, maki ormanı, maral, genç ala geyik, hoplamakta katırtırnağı bitkileri arasında, sarıların ortasında kuru yaprak misali. Ve tepelerin birinin bitimi yanında, Memnon'ların muazzam geçidi. Ötede, deniz, kumul üstünden görünen dalga dorukları Gecede deniz çalkalar çakılı, Sol tarafta, servilerin geçidi. Bir tekne geldi, Bir adam tutuyordu yelkenini, Küpeştenin üstüne takılmış kürekle yönlendirerek, dedi ki: “ Orada, mermer ormanda, “ taş ağaçlar – suyun dışında – “ taştan çardaklar – “ mermer yaprak, yaprak üstünde, “ gümüş, çelik üstünde çelik, “ gümüş gagalar kalkar ve kesişir, “ pruva pruvaya karşı, “ taş, kat kat, “ bir akşam parıltısı saçar yaldız. ” Borso, Carmagnola, zanaatkar, i vitrei, Oraya, bir seferinde, tekrar tekrar, Ve sular camdan daha zenginken, Tunç altın, gümüşteki yangın, Meşale ışığında boya kapları, Pruvalar altında dalganın şimşeği, Ve gümüş gagalar kalkar ve kesişir. Taş ağaçlar, beyaz ve gül beyazı karanlıkta, Serviler orada kulelerin yanında, Gecede karinanın altındadır akıntı. “Karanlıkta toplar altın etrafındaki ışığı.” … Şimdi sırt üstü yatmış yuvasında, yarı eğik böğürtlen çalısı, Bir gözü denizde, o gözetleme deliği arasından, Boz ışık, Athene'yle. Zothar ve filleri, altın etek, Sistrum, titreterek, titreterek, Dansözlerin aveneleri. Ve Aletha, kıyının kıvrımında, gözleri çevrilmiş denize, ve ellerinde deniz yosunu Köpük içinde tuz pırıltısı. Pırıltılı çayırlık arasından Koré, çimen içinde yeşil grisi toprakla: “Bu saat için, Circe'nin biraderi”. Omzuma konmuş kol, Gördü güneşi üç günlüğüne, sarı kahverengi güneş, Kumuldan yükselen bir aslan misali; ve o gün, Ve üç günlüğüne, ve sonrasında asla, Görkem, Hermes'in görkemi gibi, Ve yola koyuldu oradan taş alana, Soluk beyaz, su üstünde, aşina su, Ve mermerin beyaz ormanı, eğilmiş dal dal üstüne, Taştan örülmüş çardak, Oradaydı Borso, sivri uçlu oku O'na savurduklarında, Ve Carmagnola, iki sütun arasında, Sigismundo, Dalmaçya'daki o gemi kazasından sonra. Güneşin batması uçan çekirge misali'

Kitap tıpkı böyle akıp gidiyor, ‘Automatic’. Diyesim, Tanrının Göksel Çocukları’ndan alıntı yapmamışsak, hep batıya giderseniz, doğuya ulaşırsınız, kuzey kutbunun ötesinde ne vardır, Tevrat’tan hareketle, İncil ve Kuran’a ulaşabilirsiniz, Ulysses’i okuyan onun tilmizlerini de okumuş sayılır kuralı uyarınca, ayna tutmuş olduk hatim indirmenin aşıklarına, ama garip bir şey vardır yaşamda, ulaştıkça ulaşılamayan şeyler, aşk gibi, para gibi, düşlerimiz gibi, para somut değil soyuttur çünkü, dikkatli olun ve öyleyse yine de şu kısacık mesele kulak verin; Dünyadan umutlu bilge, her sabah ağlayarak, dünyadan umutsuz  bilge, her sabah gülerek evden çıkarmış. Bilgelerimiz Sayda’da otururlar, bulabilir misiniz evini?.. Üzülmeyin, dağların  engininde bahar, dökmüş yedi rengini. Sayfalara can veren kulunuz, ruhlar sevinecek, yalnızlıklar bitecektir dostlarım, otların dudakları kurumadan, kitap okuyunuz!..

Yaşamak istiyorsak bilgi ağacının dallarında meyveler, bilgi denizinin derinlerinde balıklar var mı, ona mı bakacağız... Çünkü çiçek ve tozanları yoksa bu dünyanın, orman ve denizlerinin, meyve ve balıkları yoksa, dünya adını veremeyecektik ona!...

Dünyayı dünya yapan ormanı ve denizi değil, meyve ve balığıdır.

Tanrı, evreni değil, dünyayı yaratabildiği için tanrıdır.

***

Hani Astolin / Tanrının Göksel Çocukları / 518 Sahife / Cinius Yayınları

9 Şubat 2017 Perşembe

DENİZİN AYIRDIĞI SEVDALI

Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı... / Ağlayacağım, / hep bir geçmişi yaşadım / burada, denizin derinliklerinde. / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana… / Ağlayacağım bir kez daha / şurada, yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / bir sevda elçisiydi / iyi zamanlarda... / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / ıraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye, / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp, / denizin sesi, / gürlese de göğsümde / dalgalar okşayıp / yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık / ilk hayatlardaki ışığın peşinden... / Umarsız, köpükler içindeki / cansız başımı, / vurup dursa da su perileri / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…