27 Aralık 2016 Salı

DÜŞ

Çok uzaklarda, dağların arasında, serviler içindeki bir vadide uyuyordum. Sanki bir düş görüyordum. Renklerin karanlığında bedenden bedene geçiyor, pul pul parçalanırcasına, gorgonlar, feniksler ve minotaurlara dönüşüyordum. Bir zaman sonra kırmızı ışıkta yüzen hayalsi bir düzlüğe geldim, Hades’te olduğumu sanıyordum. Nigristan’da gençliğinin baharında ölen Suriyeli bir dansöz kız önümden geçiyordu. Kozmik alacakaranlıkta gökadaların eridiğini görüyor, sonsuzca yeşil defnelerin altında, yaşlı Vergilius’in çiriş otlarını bile eğmeyen gölgesine bakıyor, uzaklaşan siluetinin solgun bir hale içinde giderek saydamlaştığını gözlüyordum. Köpek çenesi biçeminde deve kuşları, göz alıcı, iricil pigmeler, Atlantis’e doğru uçuyor, pelesenk elması yiyen sultan hasekileri, omuzunda sığır kursağı taşıyan inanmışlarla, elinde kantaron çiçeği, sübyanlar gelip geçiyor, ‘Alca’ya yeşil bir at üstünde gireceğim’ diyen bir vandal kunduz derisinden Frank haritasını kemiriyordu. Koro halinde Cem’in gazellerini söyleyen arafat grubunun sesleri kulakları tırmalıyordu. Aniden bir Mengücek şahı payitahtı yeniden ele geçireceğim diye nara atarak gürzüyle ortalığı tozu dumana kattı.Yağ kandillerinde çiftleşen insan kabartmaları vardı, yere uzanmış Spartakus’un kemikleri uğulduyor, Halepli Hasan kuyusunda güneyin bile kavrulduğu sulardan içerken, yurtsamayı topuklarında hissediyor, kör bir kızın okuduğu Taberi tarihinin içinden vadileri döne döne Melkitler yaklaşıyordu. Deniz danası derisinden kemerleriyle Bröton gemilerine binmiş korsanlar el sallıyor, hatta Aziz Mael’in Sandalyesi diye bilinen bir kayaya oturmuş reisleri, balinalarla, yunuslarla konuşuyor, göğün katlarına su püskürten balinalarda belki bu anı kutluyorlardı. Neden sonra domuzlar ay ışığında parlayan tüylerini savura savura gelip denizle aramızda durdular, çakıl taşlarının arasında oynaşan küçük dalgaların sesiyle düşler görüyordum. Gece yarısı kızıl ağaç ormanının içinde ürkekçe, adeta ayak parmaklarının ucuna basarak yaklaşan, vaşak sürülerini görünce ‘Agar’ın korkusu için bizi koru Nif dağı’ diye bağırmışım. Gün ışığında parıldayan mavi otların arasında yağmurlar yağıyor, insan başlı kuşlar -Harpiler-, yarı yılan yarı kadın kimeralar, bedeni saat veya çamdan olan siyah adamlar ölmüş tinleriyle sessizce oturuyorlardı. Öyle ki birinin gövdesi ev gibiydi ve pencerelerinden içeride çalışan başkaları görünüyordu. Kapadokya çekirgesi, yelkenli morinalar, çeşme üzerine yağan kızıl kın kanatlılar, kaya kovuklarında uykulu çığlıklarla dolanıyorlardı. Sırtları dikenli, ağzından alevler çıkan, pençesi aslan, kuyruğu balığa benzeyen bir yaratık ortalığa dehşet saçıyor, işte bu canavarın üç tavuğunu çaldığı Anis’li bir köylü kadınsa: ‘İnsana benziyordu, öyle ki kendi adamıma benzettim ve ona herif yatağa gel!’ diye bağırdım dedi. Yaban mersinleri göğüste taze yaralar gibi açıyordu. Hemen önümde Taberiye gölü Celile denizine dönüşüyor, iki parsın çektiği araba üzerinde küçük Nike ve dansöz Bakha yeşil asmaların ve kokulu salkımların arasından belli belirsiz geçip gidiyordu. Tazılar uçan turnaları yakalıyor, iri av köpekleri, yaban güvercinleriyle, ak kuğuları avlıyor, bir dağlı okla karabatak ve balaban kuşu vururken, Samsatlı bir ustanın yarattığı ‘Venüs’ ün Doğuşu’nu anlatan mozaik pembe bir bulut biçeminde, Öküz Geçidi’nin üzerinden süzülerek üstümüze doğru geliyordu. Bozkır çaylağı dilinde, Kıpçakca, Tuvaca ve Çuvaşca konuşan insan türleri, vadilerde çağlayan ırmaklar, dağ çayırlarında erinçle otlayan koyun sürüleri, denizden gelen tuzlu, serin esintiler, dalgaların uğultusuyla bezeli Kaf dağını selamlıyorlardı. Lucrezia Borgia ve Pietro Bembo’nun Aşk Mektupları adlı kitap, ayakları köstekli aygırların kişnemeleri, yerdeki ateşin yalazıyla, gökte uçan yarasaları, kulaklı birer şeytana dönüştürüyorken: “ Mina naz naz naz dare... Mina Mina kar dare Mina sereş fer dare Mina ” sesleri arasında uyandım... Artık öğle üzerlerini bu donmuş tepelerde şuraya buraya uçan kartalları ve seyrek görülür kuşları kollamakla geçirmeye karar verdim. Kanatlarıyla aydınlık bir pencereye dokunan bir gece kuşu gibi, bu güneş sağanağı, bu buzlu beyaz ve pırıl pırıl çöle düşüyor, orasını soğuk ve köreltici bir alevle tutuşturuyordu. Bu yücelen dağların üç boynuzu vardı Ararat, Nemrut ve Kaçkar piramidi, bu sınırsız örtü üzerinde, işte bu küçük kara ve kımıldar gibi görünen noktayı arıyorlardı. Ses dağların uyuduğu gömüt durgunluğu içinde uçtu, uzaklarda köpükten, derin ve kımıltısız dalgaların üzerinde, bir kuş çığlığının deniz dalgalarının üzerinde koşması gibi koştu sonra döndü ve onlara hiç bir yanıt gelmedi. Hint postasına komuta edermiş gibi kurumlu dolaşırlardı oysa, son bir kez H.R.G’nin Allah var mıdır yok mudur’unu okudun mu dedi. Leylak büklümleri gibi incecik bileklerini, gelinciklerin arasına uzatıp konuşmadan otururlardı, güneş batıdan doğacak siyah bir noktaya dönüşüp soğuyarak, mehdi gelecek ve inananların sayesindedir ki hepsi de ölümden kurtulacaklardı....Gecenin yarısında, yaşamını garip metinler üretmeye adamış geçkin yazar, kimse beni anlamıyor, kendimi bende anlamıyorum, iyi ama kağıtlarda mı anlamıyor diyerek görküyle sayfalara baktı. Gecede çöp kamyonlarının sesi, mabetlerden yükselen seslerle sarışıyor, uzaklarda ambulans çığlıkları tan atımına karışırken, oto yolların ışıklarla, uzay yaratıkları gibi kuşattığı soluk kent, sonsuza dek bir şey vaat etmeksizin, eskil ve -alışılmış- bir güne daha başlıyordu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder