27 Aralık 2016 Salı
DR. MORO'NUN ADASI
Gece yarısı yıldızlara bakıyordum, titrek sokak lambası puslu, ölümcül bir koku yayıyordu sanki, birden üç başlı bir kadın geçti sokaktan, hiç görmediğim kadar kara saçlarıyla, gölgelere gizlenerek ilerliyordu, uzakta bir çöp konteynırının yanında, kurt başlı bir boğanın onu beklediğini nerden bileyim, orada çiftleştiler ve sanki birden yok oldular...
Buna benzer söylentiler için ahali bana şunu anlatmıştı, yukarda en tepede bir 'Çiftlik' var, gündüzleri içerdeki görkemli taş binada bir ruhban okulu hizmet veriyor, geceleri ise duvarlarından, kılıç sularının sızdığı dehlizlerde tuhaf çalışmalar ve gövdesi bulutlara, kökleri yeraltına doğru uzanan kulelerin, penceresiz laboratuvarlarında dinmeyen iniltiler ve çığlıklar...
Başka bir gün gene balkondaydım, başsız ve kuyruksuz bir fil belirdi, geriden doğru ilerliyordu, kör bir gigant nasıl hareket edebilir ki, bu kez aşırı korkmuştum, korkmaz olaymışım, yerin altından sanki bir solucan, su akrebi geçti, sokak bir baloncuğun içindeymiş gibi yükseldi ve sonra yine eski halini aldı, zelzele olmuş gibiydi ama çevrede kimsecikler yoktu.
Bir gece yine uyku tutmadı, neler göreceğim derken, ay kuzeyden doğru kızıl bir orak gibi yükseldi, hançer ağzı gibi parıldadı, delirdiğimi sandım, ama az sonra sokaktan dev bir atlı geçti, at ve adam birdi, ne inen vardı ne binen, peşlerinde yolu pençeleriyle kavrayıp, kar kristalleri gibi süzülen bir cüceler ordusu eksikti, başka kimse yok mu gören diye bir deli cesaretiyle sokağa fırladım, ne varsa yok olup gitmişti, uzaklarda balkondan bir kadın el salladı, karanlıkta bir gölge oyunu sandım ama gerçek mi diye el sallamayı düşünüyordum ki, oda yitti, buhar olup gitmişti...
Yalnızlığın oyunları bu diyordum artık, kahvehanelere gitmeye karar verdim, yalnızlık ancak ucuz kahvehanelere yenilir, daha kapıdan bile girmeden, merhaba bile demeden, hoş geldin demezler mi, geç saatlere kadar söyleştik, bu kez bir şey görmeyeceğim dedim, kurtlarımı dökmüştüm, geceleyin tatlı bir uykuya dalmıştım ki, 'Çiftlik'ten geldiler ve biz Gezegeni Kurtarma Cemiyeti'yiz dediler, kapı bile çalmadığı halde nasıl girdiler hala anlamış değilim.
Bir masanın çevresinde toplandık, sana dediler mutluluk verelim, hemen anlamıştım ne demek istediklerini, altta kalmaktan hoşlanmam, bütün sorun bu mu peki dedim, evet ama sorunları algılama biçimin değişecek, madem ki öyle verin dedim, bir çip yerleştirdiler sırtıma, o günden sonra gülümseyen adam olmuştum, bir ay sonra çıkaracaklarını söylediler, doyma noktasına gelince volfram molekülü, kan dolaşımında yeterli seviyeye ulaşınca bir matriks gibi çipi çıkaracaklarmış.
Gülümseyen adam olmuştum, dertliler kahvehanesine yine gittim, ne göreyim, kasada oturan, kahvenin sahibi olduğunu zannettiğim madam gözlerini dikmez mi bana, öyle olsa iyi, onun gözlerinde tuhaf bir geçitler alayıydı gördüğüm, parçacıklar ve dalgalar halinde yüzen evrenimiz ya da tilki suratlı insanlar, Siyabend taşını andırır Mutantlar, hatta konuşan, düşünen, her bir şeye karışan nebatatlar, adamotları, ağaçlar, yanlış yapanlara kamçı gibi de karışıp, her şeye bir düstur, düzen veriyorlar, mutluluğum uçup gitmişti işte...
Yazık ki günlerim aynı minval geçiyordu, bazılarına gördüklerimi aktarıyordum, onlarda 'Çiftlik'ten söz ediyor, belki sana görünüyorlardır, bir söylenti var ama henüz kesinlikle gördüm diyen yok diyorlardı, kendimden kuşkulanmam için bir neden kalmamıştı, herkes bir yerde düşüncelerimi paylaşıyor ama görme birliği veya kesinleme ya da bir eylem noktasında ayrılık gösteriyorlardı, gece sokağa atladım diyen biri yoktu örneğin, bir şey gördüğünü ileri sürende, çiftlikle ilgili bir araştırma ya da kovuşturmaya da yeltenmiyorlardı...
Yine bir gün, koyu karanlıkta uzaktan denizi gözlüyordum, göz alıcı, kocaman bir şey bana doğru yüzüyor ama bir türlü ulaşıp, yaklaşamıyordu, sudan çıktı sonunda, dev adımlarla bana doğru geldi, bir Mutant gibiydi, evlerin arasından adım atıyor ama hiç ses çıkarmıyordu, saçaklara çarpıyor ama hiç gürültü olmuyordu, holograma benzer bir şeydi sanki, bir an kendim sandım ama bir dalga boyutuymuş gibi, üzerimden doğru süzülerek geçip gitti...
Bu canlının konglomerası denizler mi, dahası konuşmuyor mu, yoksa yalnız apokrif bir dille mi yazıyor, ne ki aniden, gökyüzünü baştanbaşa kaplayan bir yazı belirdi...
Gezegeni Kurtarma Cemiyeti!..
Bu dizginsiz, devinip duran gölgeler, denize saklanır gibi amansız, us kırıcı düşlemler, o bildik, görkü veren siluetler aylar boyu sürüp gitti.
İllüzyonlarla, onların paralelindeki, şu ya da bu türden ikizcil sanrılar, gerçelliğin yön değiştirebileceği savları ya da sanıları veya sakınımsızca ürettiğimiz düşüncelerle açıklayamayız bunu, o vargıları; tümüyle yüzeye indirgemek, aşırı yalın bir görümle değerlendirerek, yazık ki yaşamı küçümsemek olurdu, türün öteki bireyleri ilgiyle karşılıyor, yorumlar yapılıyor, açımlar, çıkarımlar sürüyordu.
Sonunda ne oldu diye soruyorsunuz değil mi, olmuşları, olacakları inanın o kadar merak ediyordum ki...
Geçenlerde telefonuma bir mesaj geldi!..
Tanrı dilinde yazılmış karmakarışık bir şey gibiydi, kurcalarken birden şarjı bitti aletin, sonra mesaj kutusunu büyük bir merakla yine açtım...
''Depresyonun geçti mi?..''
DÜŞ
Çok uzaklarda, dağların arasında, serviler içindeki bir vadide uyuyordum. Sanki bir düş görüyordum. Renklerin karanlığında bedenden bedene geçiyor, pul pul parçalanırcasına, gorgonlar, feniksler ve minotaurlara dönüşüyordum. Bir zaman sonra kırmızı ışıkta yüzen hayalsi bir düzlüğe geldim, Hades’te olduğumu sanıyordum. Nigristan’da gençliğinin baharında ölen Suriyeli bir dansöz kız önümden geçiyordu. Kozmik alacakaranlıkta gökadaların eridiğini görüyor, sonsuzca yeşil defnelerin altında, yaşlı Vergilius’in çiriş otlarını bile eğmeyen gölgesine bakıyor, uzaklaşan siluetinin solgun bir hale içinde giderek saydamlaştığını gözlüyordum. Köpek çenesi biçeminde deve kuşları, göz alıcı, iricil pigmeler, Atlantis’e doğru uçuyor, pelesenk elması yiyen sultan hasekileri, omuzunda sığır kursağı taşıyan inanmışlarla, elinde kantaron çiçeği, sübyanlar gelip geçiyor, ‘Alca’ya yeşil bir at üstünde gireceğim’ diyen bir vandal kunduz derisinden Frank haritasını kemiriyordu. Koro halinde Cem’in gazellerini söyleyen arafat grubunun sesleri kulakları tırmalıyordu. Aniden bir Mengücek şahı payitahtı yeniden ele geçireceğim diye nara atarak gürzüyle ortalığı tozu dumana kattı.Yağ kandillerinde çiftleşen insan kabartmaları vardı, yere uzanmış Spartakus’un kemikleri uğulduyor, Halepli Hasan kuyusunda güneyin bile kavrulduğu sulardan içerken, yurtsamayı topuklarında hissediyor, kör bir kızın okuduğu Taberi tarihinin içinden vadileri döne döne Melkitler yaklaşıyordu. Deniz danası derisinden kemerleriyle Bröton gemilerine binmiş korsanlar el sallıyor, hatta Aziz Mael’in Sandalyesi diye bilinen bir kayaya oturmuş reisleri, balinalarla, yunuslarla konuşuyor, göğün katlarına su püskürten balinalarda belki bu anı kutluyorlardı. Neden sonra domuzlar ay ışığında parlayan tüylerini savura savura gelip denizle aramızda durdular, çakıl taşlarının arasında oynaşan küçük dalgaların sesiyle düşler görüyordum. Gece yarısı kızıl ağaç ormanının içinde ürkekçe, adeta ayak parmaklarının ucuna basarak yaklaşan, vaşak sürülerini görünce ‘Agar’ın korkusu için bizi koru Nif dağı’ diye bağırmışım. Gün ışığında parıldayan mavi otların arasında yağmurlar yağıyor, insan başlı kuşlar -Harpiler-, yarı yılan yarı kadın kimeralar, bedeni saat veya çamdan olan siyah adamlar ölmüş tinleriyle sessizce oturuyorlardı. Öyle ki birinin gövdesi ev gibiydi ve pencerelerinden içeride çalışan başkaları görünüyordu. Kapadokya çekirgesi, yelkenli morinalar, çeşme üzerine yağan kızıl kın kanatlılar, kaya kovuklarında uykulu çığlıklarla dolanıyorlardı. Sırtları dikenli, ağzından alevler çıkan, pençesi aslan, kuyruğu balığa benzeyen bir yaratık ortalığa dehşet saçıyor, işte bu canavarın üç tavuğunu çaldığı Anis’li bir köylü kadınsa: ‘İnsana benziyordu, öyle ki kendi adamıma benzettim ve ona herif yatağa gel!’ diye bağırdım dedi. Yaban mersinleri göğüste taze yaralar gibi açıyordu. Hemen önümde Taberiye gölü Celile denizine dönüşüyor, iki parsın çektiği araba üzerinde küçük Nike ve dansöz Bakha yeşil asmaların ve kokulu salkımların arasından belli belirsiz geçip gidiyordu. Tazılar uçan turnaları yakalıyor, iri av köpekleri, yaban güvercinleriyle, ak kuğuları avlıyor, bir dağlı okla karabatak ve balaban kuşu vururken, Samsatlı bir ustanın yarattığı ‘Venüs’ ün Doğuşu’nu anlatan mozaik pembe bir bulut biçeminde, Öküz Geçidi’nin üzerinden süzülerek üstümüze doğru geliyordu. Bozkır çaylağı dilinde, Kıpçakca, Tuvaca ve Çuvaşca konuşan insan türleri, vadilerde çağlayan ırmaklar, dağ çayırlarında erinçle otlayan koyun sürüleri, denizden gelen tuzlu, serin esintiler, dalgaların uğultusuyla bezeli Kaf dağını selamlıyorlardı. Lucrezia Borgia ve Pietro Bembo’nun Aşk Mektupları adlı kitap, ayakları köstekli aygırların kişnemeleri, yerdeki ateşin yalazıyla, gökte uçan yarasaları, kulaklı birer şeytana dönüştürüyorken: “ Mina naz naz naz dare... Mina Mina kar dare Mina sereş fer dare Mina ” sesleri arasında uyandım... Artık öğle üzerlerini bu donmuş tepelerde şuraya buraya uçan kartalları ve seyrek görülür kuşları kollamakla geçirmeye karar verdim. Kanatlarıyla aydınlık bir pencereye dokunan bir gece kuşu gibi, bu güneş sağanağı, bu buzlu beyaz ve pırıl pırıl çöle düşüyor, orasını soğuk ve köreltici bir alevle tutuşturuyordu. Bu yücelen dağların üç boynuzu vardı Ararat, Nemrut ve Kaçkar piramidi, bu sınırsız örtü üzerinde, işte bu küçük kara ve kımıldar gibi görünen noktayı arıyorlardı. Ses dağların uyuduğu gömüt durgunluğu içinde uçtu, uzaklarda köpükten, derin ve kımıltısız dalgaların üzerinde, bir kuş çığlığının deniz dalgalarının üzerinde koşması gibi koştu sonra döndü ve onlara hiç bir yanıt gelmedi. Hint postasına komuta edermiş gibi kurumlu dolaşırlardı oysa, son bir kez H.R.G’nin Allah var mıdır yok mudur’unu okudun mu dedi. Leylak büklümleri gibi incecik bileklerini, gelinciklerin arasına uzatıp konuşmadan otururlardı, güneş batıdan doğacak siyah bir noktaya dönüşüp soğuyarak, mehdi gelecek ve inananların sayesindedir ki hepsi de ölümden kurtulacaklardı....Gecenin yarısında, yaşamını garip metinler üretmeye adamış geçkin yazar, kimse beni anlamıyor, kendimi bende anlamıyorum, iyi ama kağıtlarda mı anlamıyor diyerek görküyle sayfalara baktı. Gecede çöp kamyonlarının sesi, mabetlerden yükselen seslerle sarışıyor, uzaklarda ambulans çığlıkları tan atımına karışırken, oto yolların ışıklarla, uzay yaratıkları gibi kuşattığı soluk kent, sonsuza dek bir şey vaat etmeksizin, eskil ve -alışılmış- bir güne daha başlıyordu...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)