22 Ekim 2017 Pazar

DİSTOPYA

 
 
 

''M.R.T için...''
Kısacık bir şey anlatmak istiyorum...
Küçük bir kır lokantasında, babamla yemek yemiştik, minicik bir yerdi, çok uzakta deniz görünüyordu... Kalkarken dedim ki, ağzımın kıyısında köşesinde bir şey var mı? Elini uzattı, şöyle bir yokladı ve çenemin üzerindeki beni temizlemeye kalkıştı!..
Aradan 40 yıl geçti ve şimdi anlıyorum ki, insanların tümü birbirine yabancı varlıklar, ayrılar, çenemdeki benin, o güne kadar yıllarca varlığının ayrımına varmayıp, o an, bir yemek evinden kalkarken algılayan; insanlık...
Hepimiz, her zaman böyleyiz, hepimiz ayrıyız, ruhumuz, bedenlerimiz, alışkanlıklarımız, her şeyimiz ve bunu hepimiz biliyoruz. Söylemesi güç ama, ne kadar derin bir dostluğumuz, sevgimiz varsa, o kadar birbirimize düşmanlığımız ve önü alınmaz nefretimiz var.
Babama o gün alınmıştım içten içe, ama bugün yaşamdan aldığım dersler ve zamanın yatıştırıcılığı artık beni de değiştirdi ve yaşam iklimim çoktandır onlara uyum göstermek konusunda büyük başarılar sağlıyor...
Büyük başarılar...
Şaşırtıcı gelebilir ama, sonraları Newyork'a kadar uzandı yaşam yolculuğum, niçin; Newyork, çocukluğumda duymuştum ki, orada gökdelenler yukarılarda -iki paralel doğrunun sonsuzda birleştiği gibi- birleşir, bulut ve güneş görünmez olur ve kent sonsuz bir karanlığın içinde yaşar... Neonlar kenti sürekli aydınlatır, mağazalar hep açıktır ve gündüz ve geceleri yalnızca saatler belirler. Bu efsaneyi duymuştum ve Ledin Krallığı'nda (Light Emitting Diode) yaşayan insanların, hiç bir zaman bunun ayrımında olmadıklarını da işitmiştim.
Uçağım güneşi içer gibi, Atlantik üzerinden Morristown hava alanına indiğinde güneşin çoktan düşlere karışabileceğini anlayamadım. Işıklar, göz alıcı ışıklar her şeyi unutturuyordu, yapay aylar, suni güneşler, yıldızlı gökyüzüyle dolu sanal dünyalar her şeyi hoşnutluk veren bir sanrıya dönüştürüyordu, daha önceki yaşamım taşrada geçmiş gibi bir duyguya kapılmıştım ve kendime acınıyordum artık...
Kısa bir öykü bu...
Yıllarca yaşadım orada, bir gün bile güneş nerede, mehtap nerede, yıldızlar neden görünmüyor diye düşünmedim, yer gök güneşle, ayla, yıldızlarla doluydu, sonra işte korkunç gerçeği bir gün anladım; İnsanlarda sanaldı burada...
Tanrıyı yadsırcasına ya da ona ulaşırcasına yüksek binalarda toplanıyorlar, başka yerlerdeki diğer insanlar için duygulandırmayan, barbarca kararlar veriyorlar, oraya silahlar, uçan roketler, lazerler gönderiyor, robokoplar salıyor ve kendileri dışında, her yeri güneşin kavurduğu bir cehenneme çeviriyorlardı.
Hiç kimse ayrımında değildi olan bitenin. Yavaşça ve sabırla bu kentten, dünyanın başına bela olmuş bu sanaliteden ve bambaşka bir inancın pençesine düşmüş, tuhaflıkla dönüşmüş bu robotlardan kurtulmak istedim. Zaman geçtikçe davranışlarım değişiyor ama işim gittikçe zorlaşıyordu. Onlardan ayrılıyor tepkilerini çekiyordum.
Kısa zamanda benim ne yapmak istediğimi anladılar ve bir gün aniden içinde yaşadığım, oradaki Metrocity'lerden Building'in kapısı çaldı!.. -kaçma isteğim ve her şeyi haykırabileceğim korkusu onları harekete geçirmişti!- (Neuromancerler'dir diye düş bile kurdum!) büyük bir telaşla, bina dışındaki diğer asansöre koştum, bugün bunu nasıl başardığımı bilemiyorum ya da onların buna nasıl göz yumabileceğini...
Zemine indiğimde ışıklar gözümü neredeyse kör ediyordu, evsiz bir Quasimodo, öylesine biri ve hiçbir şey olmamış gibi, binanın çevresini süsleyen, onu diğerlerinden ayıran, sentetik çalılıkların içine girdim, sinsiydim, ayağım, yere gömülü bir kanalizasyon rögarına takıldı, işte o zaman, Tanrı'ya ilk kez böylesine içten yalvarıp, dualar ettiğimi ve ürpertiler içinde bugün bile sürdürdüğümü söyleyebilirim.
Öykünün sonu yaklaşıyor...
Kanalizasyon kapağından, 'Açıl susam açıl' dercesine girerek, el yordamıyla demir tutamakları kavrayıp, paslı merdivenlerden, tuhaf şırıltılardan, yitip giden dolantılardan, aşağılara doğru süzüldüm, nereden geldiği belirsiz bir ışık, sızıntıyla ortalığı aydınlatmaya başlamıştı...
Sislerin arasında büyük bir kalabalık belirdi, işte biri daha kurtuldu diye, sessiz bir tansımayla haykırıyorlardı. Bayılacak gibi oldum...
Göz gözü gördüğünde, hıçkırıklarla birbirimize sarıldık, şoka girmiştim, onlar beni teselli eder diye beklerken, ben onları teselli ediyor, ağlamayın, her şey bitti işte diye yalvarıyordum...
Şimdi orada yaşıyorum. Güneş, ay ve yıldız gene yok. Ama gerçek var, her şey bir gerçeklik içinde yaşanıyor!.. Yaşamak, sevgi, barış...
Ve inanmayacaksınız ama; Aşk!..
 

17 Ekim 2017 Salı

AY IŞIĞI

 
 

 


 
Gölgelerin karanlığında onu izleyerek; metruk evlerin arkasından açık bir alana çıkmışlardı işte. Adam hiç bir şeyden habersiz yürüyordu, uzakta ışıklar yanıyor, tek tük pırıltılar yanıp sönerek, hayatın varlığını ve suyun sürekliliğini işaret ediyordu. O, küçük dualar mırıldanarak ilerliyor, geçirdiği bunca zamanı kutsayarak, kazasız belasız geçen ömrüne şükrediyordu.
Arkadaki adımlarını hızlandırdı.
Öteki elindeki küçük paketi sıkıca tutuyor ve bir an önce eve varmak istiyordu. Küçük kızını düşlüyordu, onu sevindirmek yaşamının biricik amacıydı artık. Küçük bir dereciği adımlarıyla zıplayarak geçti, uzaktan köpek havlamalarının sesi geliyordu. Mahallenin bildik köpekleri; bu küçücük şehirde, mabetlerden, kulelerden tanrıyı ululayan seslere eşlik edip, yansılamak ister gibi bir dünyanın içinde yaşayıp gidiyorlardı.
Adamı izleyen kişi gerilerde kalmıştı, açık alanda ona fazlaca yaklaşmak, kuşkuları çağırmakla, tehlikenin yer değiştirmesine yol açabilirdi. Belayı arıyordu evet ama, arayışın öznesi olmak istemiyordu. Uygun bir aralık, her şeyi güvence altına alabilir diye düşünüyordu karanlıkta...
İzlendiğinden habersiz biri ve onun ardından, zamanın tortusunda katmerlenen kiniyle, günahkar olmanın çekiciliği ve kararlılıkla yürüyen başka biri.
Tanrı adına, bir yazgının yerine getirilmesil adına, evrenin gizleri adına, kozmik gerilimin sürüp gitmesi adına, yaşamın sevdalarla akışı adına; bugün 'İş' ona verilmişti. Bir tür elçi gibi duyumsuyordu kendini ve gecenin karanlığının, düşüncelerine kat be kat destek oluşuna, alabildiğine şaşıyordu ve ilk kez duyumsuyordu bunu...
Bir elçi, bir uygulayıcı olmaklığın, güvençle dolup taşan, kin dolu gözetleyicisi.
Denge arayan bir tür havari.
Ölümün şakaya gelebilecek bir yanı ve insani bir şey olabileceğinin kanıtlarından biri de bu gece olsa gerek diye düşündü. Üstelik tanrıyla işbirliği yapılabilen tek oluntu belki de buydu.
Az sonra olacaklarla, az önce düşündükleri arasında, sonsuzluk kadar bir uzaklık, birlikte çarpan iki yürek kadar bir yakınlık olduğunu ayrımsadı bir an. Kurbanına acımaktan ziyade bir sevgiyle bağlanıyordu giderek. Dönüşüm kutsaldı. Tanrısal bir edim adına, gerçekte ikisinin de soycul bir işbirliği içinde olduğunu düşünüyordu. Habil'de, Kabil'de tanrının evladıydı.
Yaşam korkunç bilinmezliklerle sürüp giden görkemli bir serenattı belki de, bir seremoni, aynı zamanda baş kaldırabilen ve yıkıcı ve zamanın kendini çürütüşüyle diz çökebilen bir kardeşlik...
Az sonra olacaklarda, bunların tümünün payı vardı.
Adam belini yokladı, evet yerinde duruyordu, gecenin karanlığında, o kadar kuşkuluydu ki, yerinde duruyor olsa bile, yine de ikide bir yokluyordu onu.
Güvenç ve kuşku, güvençsizlik ve inanç paralel dünyaların olmazsa olmazıydı belki de, üstelik bu gece varlığı ona bağlıydı, en küçük bir yanlış, ufacık bir hata, rollerin değişmesine ve sonsuzluğa kavuşacak olanın, bir bilinmezliğin, bir gizin bağışlanacak olanın, som gerçeğin tadına varacak olanın kendisi olmasına yol açabilirdi.
Son derece gurur kırıcı bir şey olurdu bu, görevini yerine getirememek, üstlendiği şeyi gerçekleştirememek, sorumluluk duygusunun rezil ve aşağılık katlarına düşmek, ilençle, gülünçlük arasında bir yere sahip olmaklığın bezginlik veren salınımında, hiçlenerek, yaşamın içinde sürünüp gitmek anlamına gelebilirdi bu.
Bu tür bir aşağılanma, bir tür hiçliğin içinde, yitip gitmekten başka bir işe yarayamazdı ne yazık ki.
Ölecek olan, ölmelidir bu dünyada, yok edici kimse, sorgusuzca yok edebilmelidir, kaçınılmazlıkla...
Bir dengenin aranışı ve göksel terazinin işleyişinde, herkesin üzerine düşeni yerine getiriyor olmaklığından, başka bir şey değildi bu dünya!..
Yukarıda 'Küçük Ayı' yanıp sönerek, bir terazinin kefesi gibi salınmıyor muydu, ilahi adaleti aramıyor muydu; gecede derin bir sessizlik içine doluyor ve lekesiz, ılık bir rüzgar kendine eşlik etmiyor muydu.
Sahne onlar için hazırlanmıştı bu gece ve belleğin şaşırtısı, düşüncenin yön değiştirerek, uygulayımın yanlış yollara sapması, bir utanç ve kibir içinde, us kıran bir düş bozumuna yol açacak açmazlara sürüklenmesi, gecenin dinginliğini ters yüz edebilirdi. Bu onlar için daha feci bir son olurdu. Çünkü, kasvetli karanlığın içinde, tanrının onları gözetlediğini biliyordu.
Bir yanlışlık, ikisini de hiçleyip, yok edebilirdi; evrenin olağanüstü gerçekliğinde, kozmik salınımında, sarmal ipin, dalga boyunun, kutsal parçacığın; sonsuzca akıp giden bir düzeneğin sarsılmaz geleneğinde, katıksız, bitimsiz geleceğinde; bir milim bile sapmadan, üstlerine düşeni yapmaları için, tanrısal uyum adına, en küçük bir yanlışa düşmemeliydiler, bilerek ya da bilmeyerek, görerek ya da görmeyerek, belleyerek ya da...
Şeytansı bir unutuşla...
Hiç fark etmez!.. Üstelik işin aktörleri, açık seçik görünüyordu, hiç bir kuşkuya yer olamazdı gecenin içinde...
Kızı eşiğe çıkmış 'izlenen adamı', bir olasılıkla yazgısından kaçan adamı bekliyordu. Varoş mahallelerinde olağan bir şeydi bu, bekleyiş... Solgun, ölgün ışıkların altında, biricik babasını bekliyordu kızcağız, ne getirecekti acaba bu gece kendisine, nasıl bir armağanla buluşacaktı...
Hiç bir şey olmasaydı bile, tanrının yüzü gülecekti bu gece. Göksel yargının terazisinde, karar verilmişti artık ve Levililerin işlerinden birinin, tam da bu anda, bu saatte yerine getirilmesi kaçınılmazdı.
Evrenin gizlerinden birinin yerine getirilmesi, göğün kutsal yasalarının işleyişinde, bir kararlılığın sürüp gitmesinde ve havarilerin işiyle baş başa olmanın pervasızlığında bu gece, 'Olacak Olan', her şeyin üstünde sayılmalıydı doğal olarak, sonsuzluğun akışında, ritmin bozulması düşünülemezdi ve eni sonu, kesinlikle kabullenilmeliydi bu gerçellik.
Kızın olası çığlıkları ancak bir iç çekişi üstlenecek kadar cılız ve sessiz olabilirdi, ölüm marşına bile bir solfej olamazdı o, ama yine de minik bir prelüd olabilseydi keşke.
Karanlık iyice çökmüştü...
Adam gecede, köhne barınakların canavarlar gibi sırıttığı şehrin bu kenar mahallesinde, tek katlı, hüzün veren evlerin önüne gelmişti işte, neredeyse kavuşacakti özlemine.
Canım diye sarıldığı kızı, kaç adım ötedeydi ki...
Bir tütün içimi kadar. Bir duanın okunuşu kadar. Bir sevdanın yakışı kadar. Bir iç çekişin özlemi kadar. Belki de olanaksız bir düş kadar olamaz mıydı... Bir kucaklaşma, bir özlem, cennetsi bir koku... O kadar ya vardı ya da yoktu.
Birden bir şey patladı, köpek seslerini ve tanrının ululanışını bile bastıracak kuvvette bir gürültüydü sanki.
Bir yazgının yerine getirilmesi, yaratan ve bağışlayıcı olanın kışkırtıcı buyruğunda, bir edimin, kutsal bir buyrultunun gerçekleşmesi...
Ama nasıl tanrının ululanışını bile bastıran bir çınlayışla gökyüzüne yükselebilirdi ki o...
Kurbanını izleyen adam, hiç olmadığı kadar bir korkuya kapıldı, bir ikilem, bir dolambaç, hiç bir çıkışın olmadığı bir burgaç, hiç bir kurtuluşun olmadığı bir dolantı bu diye haykırdı birden!..
Korku bütün bedenini sarmıştı ve dünyadan kurtulmak istercesine, hızla kaçıyordu artık.
Öteki yere düşmüştü bile, hiç bir çığlık, hiç bir ses, hiç bir gürültü çıkarmaya vakti olmamıştı onun ve bir melek gibi uzanmış, artık bir günaha bile dokunamayacak gözleri, hala özlem dolu parıltılarla doluydu ve bedeni birden küçülmüş, sanki toprağın içinde yitip gitmiş ya da ansızın gökyüzüne çekilmiş gibiydi.
Bir boşluk, bir boşluğa bakıyordu artık!..
Bir öç, bir hesaplaşma, kimselerin bilmediği bir alış verişin, dehşet veren öyküsünün içinde roller bitmişti işte. Biri yerde uzanmış yatıyor, öbürü karanlıkta bacaklarını açmış, tuhaf, acayip bir cisim gibi uzayarak, sanki sonsuzluğa koşuyordu.
Tanrı gülümsemekle yetinmişdi...
Sonra ayağa kalktı ve gölgelerin içinden, bir görevin yerine getirilmesinin huzuruyla, göklerdeki yuvasına doğru dev adımlarla gitti.
Ay ışığı cesede vurdu ve ortalık sükuna erdi!..

 

3 Ekim 2017 Salı

VLADİMİR BURKONY / Ulus Fatih / Roman / 666 Sahife / Cinius Yayınları.

 
                       
Her insan bir kütüphanedir...
47 yaşında, düş kırıklığıyla sona eren bir yaşam; ama imgelemde uçsuz bucaksız bir hayatın romanı... Bilimin, sanatın ve yaşamın amansız bir eleştirisi...
...
''Vladimir Burkony bir müzisyendi, geçmiş yıllarda; 'Ural Birliği'nin dağılması sonucu, ortaya çıkan parçalanma ve ekonomik kriz ertesinde; Ukrayna'dan ülkemize göç etmek zorunda kaldı. İyi bir eğitim görmüş ve kemana gönül vermiş biriydi.  Durumu iyileşecek, geçim noktasında bir birikim edinecek ve ülkesine geri dönerek,  derin araştırmalar, besteler yapmak ve akademik çalışmalarla, müzik tarihine katkılarda bulunmak istiyordu...
Ama düşleri gerçeklere yenildi ve ne yazık ki, bar ve pavyonlarda, ucuz işler, öylesi şeyler diye niteleyebileceğimiz ortamlarda yıllarını geçirerek, gün geldi umudunu yitirdi!..
Sanrılara kapıldı ve içine düştüğü karaduygular tüm bedenini ele geçirdiğinde; bir gece yarısı canına kıyarak, bu dünyadan ayrılmayı yeğledi.
Bu kitap, çağımızın 'Umutsuzlar Parkı'nda, kimselerin görmediği ve sessizce geçip giden, kimi canına kıyan, kimi yarı yaşar, köprü altlarında, sağda solda ömrünü tüketen ve tanrının düşünmekle, idealist ülküler peşinde koşmakla cezalandırdığı insanların; hepimizi dehşete düşüren, trajik romanıdır...''