23 Eylül 2017 Cumartesi
TUBA
Saltık Mutlan. Saf Güzellik. Tuba'yı mahalli gelenekler, yazılmamış görenekler gereğince birbirine konuk olan aileler arasında tanıdım. Yaşını belli etmeyen insanlar vardır, evlidir, çocuğu vardır ama kendisi çocuk gibidir, yirmi yaşlarında mı, otuz olabilir mi, belki kırktır, ya yirmi bile değilse... Mona Lisa gibiydi, ne gülen, ne ağlayan, masum, cansız bir melek, bakan ama sanki görmeyen bir huri, cennet elçisi...
Çehresi keskin çizgilerle belirlenmiş, ama gözlerinin güzelliği o hatları yumuşatıyor, belirsiz elmacık kemiklerinin süslediği yanaklarını, çenesinin çukurunu ilahi bir haleyle, ışıkla aydınlatılmış, göz alıcı bir seraba dönüştürüyordu. Buğulu bakıyordu Tuba...
O bir çocuğu ve eşinin annesiyle, arada bir eve geliyor, bir koltuğa oturuyor ve saatlerce kıpırdamaksızın durabiliyordu. Çocuk mızırdansa bile anneannesi ilgileniyor, onun çayını gülümseyerek getiriyor, tüm hizmetlerini gerekirse ben yapıyordum. Yalnızca buğulu güzelliğine olan hayranlığımı yeterince yaşayabilmek, süzüp, gözlemleyebilmek ve haleti ruhiyeme yeni imgeler, serzenişler, el değmemiş görsel, simbiyotik estetler kazandırabilmek için...
Bazı kadınlar sizde hiç bir duygu uyandırmaz, sempati, masumiyet, beğeni, meleksi bir vicdan, melankoli ya da kışkırtıcı bir yaşama arzusu, Tuba bir sentezdi, hiç bir şeydi o, her şeyden bir parça vardı belki ama yaşama ilişkin belirgin hiç bir şey yoktu onda...
Pygmalion'un yaptığı heykel gibiydi o, dünyanın en güzel kadını, ama cansız, eşiyle nasıl geçiniyordu acaba, çocuğunu nasıl yapmıştı, garip... Beğenileri, alışkanlıkları, yaşama bakışı o denli sıradandı ki, dizi izliyor, merdivenleri çıkıyor, su içiyor, başını seslerden yana çeviriyor ve gece geceliğini gösterdiği saatlerde uyuyordu sanırım.
Herkesin bir hayranı vardır şu dünyada, bu kadın nasıl bu denli sakin olabiliyordu, müsekkin mi yutuyordu, kanında baygınlık veren bir balsam mı dolaşıyordu, tanrı vergisi bir yaratık mıydı yoksa, anası babası ime time karışmış insanlar vardır ne de olsa aramızda, çok naziktirler, canınızı, malınızı, mülkünüzü veresiniz gelir, acaba Tuba kimliğinin, kişiliğinin, doğasının, naturasının ve imrenilesi moralitesinin bilincinde miydi...
Şu diziyi açsanıza derdi, gaipten gelen bir sese kulak vermek kadar olağanüstü bir şey var mı şu dünyada, ben vahiy gelmiş gibi açardım o kanalı, mihaniki... Sonra haberlere bakalım derdi, uyur gezer gibi açardım başka yeri, kraliçemiz, efendimiz, altın taçlı mabutlardan daha kutsal ecemiz yeter ki emir versin, yeter ki buyursun, gönüllü kölesi, onu kırmak şöyle dursun, ne isterse ayağına getirmek şöyle dursun, başını bile çevirmesine dayanamaz, onun elini bile kaldırmasına gönlü el vermez, bu çelimsiz görünen, ama ağır başlı, bu zarif bir meleği andıran ama iç dünyası kararlı, yeryüzündeki tüm işlerini sanki sıraya koymuş, her şey zamanı gelince sanki hallolmuş, bu tanrısal yaratık, bu yeryüzü ceylanı, nasıl karşılıksız bırakılabilir ki...
Onun bu antik mermerlere oyulmuş tanrıçaların bile sönük kaldığı anıtsal güzelliği, dünyanın hayhuylarına karşı olağanüstü uzak, cennette bile görülmez diyebileceğiniz sessizliği ve sultanlara, hünkarlara, hakanlara, krallara, demir baş Şarllara bile layık görülemeyecek büyüleyiciliği, nasıl bir şeydi ki ve neden bu dünyanın alelade bir yerinde yaşıyor ve neden kendi içinde büyüttüğü ulaşılmaz güzellikteki incisini, -istiridyesinden çıkan Venüs gibi- küçücük gölcüklerde, balığın bile yaşayamayacağı ırmaklarda, deniz bile denilemeyecek maviliklerde saklıyordu ki...
Bir gün çocuğu lavaboya gidecek oldu, anneannesi yoktu, nedenini soracak değildik tabi, klasik görüntüler yineleniyor, çaylar, kahveler içiliyor, ne isterse yerine getiriliyordu. Çocuk annesinin de gelmesini istedi, gözlerime inanamadım, kaç yıllardır, bu afsunlu güzel, bu tanrıların Mona Lisa'sı ilk kez yerinden kalktı, soldan ikinci kapı demiştim, nerden bileyim dış kapıyı da sayacağını, küçücük ardiyenin kapısını açmış yanlışlıkla, yarı karanlıkta, gövdesi kopmuş eşyalar, parçalanmış yolluklar, sanki canlanmış oyuncaklar ve tuhaflıkla sırıtan davlumbaz parçalarını görünce, hafif bir çığlık atmıştı. Dünyamızda bir ilk!..
Koştum ve lavaboya götürdüm onları, çocuğuna birlikte yol gösterir, yardımcı olurken, birden doğruldu ve belki de istemeyerek, -bugün acaba bilinçli bir eskiv miydi davranışım diye utanıyorum- boynu ağzıma geldi, dudağıma tabi...
Duygular, düşünceler ve eylemler aynı anda gerçekleştiğinde bir kaos oluştururlar, haklar ve haksızlıkların karmaşası, doğruluk ve eğriliğin şatafatı, vicdan ve acımasızlığın muhasebesi, gezegenimizi ayrı ayrı ülkelere, bölgelere, kentlere, mahallelere, semtlere, evlere ve evleri de, şu olayın kahramanlarına ayırır. Belki de süsler!.. Hiç bir şeyi bilemeyiz.
Ben kardeşime düşmanım, kardeşimle ben, komşuma, komşum kardeşim ve ben, mahalleye, mahalle, komşum ve bizler şehre, şehir, komşumuz, ben ve kardeşim ülkeye, komşular, ülke ve biz dünyaya düşmanızdır. Hayatı yaşamak isteriz, kendimiz olabilmeyi isteriz, hayatın bizi yaşadığını anladığımız anda, benliğin ben olmadığını, olamadığını sezdiğimiz anda, sağlığımızı yitirir, düşüncelerimizin yönü sapma gösterir, dışavurumcu olur ya da sinikleşiriz.
Tuba'ya ilk ve son dokunuşum o oldu, gördüğümde ne eller birleşir, ne bakışır, ne karşılaşır ne de tartışırdık. Hoş geldiniz ve güle güle... Hayatın cilveleri değil, insanların, evlerin, konu komşuluğun yazılmamış anayasası ve seve seve boyun büktüğümüz, gönül eğdiğimiz, hiç bir zaman bir şey demenin düşünülmediği, sosyal statülerimizin, yaşadığımız bölgelerde, semtlerde belirlenmiş, değişkenliği, üç aşağı beş yukarı dikenli tellerle berkitilip, sınırlanıp, çevrelenmiş, beton otlakların altın kuralları...
Öyle mi...
Tuba'yı, dünyanın tüm acılarını, sevinçlerini, keşif ve gizemlerini, bilinmeyenlerini, -sanki- ilahi bedeninde saklayan, bu çelimsiz, kendine bile uykulu, sessiz tanrıçayı, o günlerden sonra bir daha görmedim, evde hemen hiç durmayan, onunla bile öylesine karşılaşan bir insanın, eve gelen gideni sorma hakkı olabilir mi... Bir gün evin amazonu olağan gürültüler, tangırtılar içinde mutfakta oyalanıyordu, nasıl oldu bilmem, ağzımdan kaçtı da diyemem, Tuba nerelerde dedim...
Soruların hangisinin sorulmaması gerektiğini, hangisinin sıradan, hangisinin can alıcı ya da düşmanca bir kisve altında sorulduğunu insanlar bilir. Mutfağın gürültüsü arasında çariçem başını bile çevirmedi, sorum öylesi bir haberin yinelenirliği, umursamaz, soranını bile ilgilendirmez bir yankının kabullenirliği içinde kulaklarımı titretti...
O intihar etti!..
HANOMAG
Gökler tanığım olsun ki, çocukluğum öyle güzel, Baklan ovası öyle dillere destan ve İsabey öyle biricikti ki... Serenli kuyular, Çökelez dağının başından, ovanın ortasında bir düş diyarındaymışım gibi durur, gerçeküstü birer hayalet, birer atlı karınca gibi görünür, hepimizi ürkütücü düşlere, gülütlere sürüklerdi; peygamber devesini andıran yatay bir sırığı, dikey bir kirişin üstüne koyun, önünden ip ya da zincire bağlı bir kova sarksın, tam dengede çekince kuyuya dalsın, asılınca kovanın suyu, kuyunun mermer ağzından kocaman ovaya dökülüp, yayılsın... Kuyu ama deve görünümlü bir düşsel aygıt!..
Burçaklar, cevizler, incirler, bademler, keten tarlaları, buğdaylar, mısır bahçeleri, bağlar, kuşlar, arılar, atlar, sığırlar, insanlar, kızlar, oğlanlar ve acı tatlı, bulutları yaran, gökleri delen çığlıklar...
Tanrım varsın biliyorum, ama beni neden bıraktın...
Alabildiğine yayılmış kokular, sütleğenler, su gelini, süsenler; yılanlar, örenler, gömütler, ufuklara bile sığmaz umutlar...
Gizli gizli ağlıyorum anılarıma, nereden bilebilirdim ki gidenler geri gelmez, zamanlar geri dönmez. Kuş dili, böğürtlen, yaban gülü, kefre, patlangaç, sümbül, kasımpatı, kevser çiçeği, fesleğen, sarı, kırmızı, beyaz, mavi, binlerce renk, binlerce kuş, kelebek, arı...
Dereler, çaylar, kadife çiçekleri, kerkenez, dikencik ötüşleri, pınarlar, kavaklar; bir türbeye özenen apak armutlar...
Zümrüt Anka'mız arı kuşu... Kurig kurig sesleri, serçe cıvıltıları, kumru mırıltıları, dutlar, narlar, ağlayanlar, gülenler, sövenler, sayanlar ve tavuk karanlığında birden inen sessizlik... İbrahim'in Ebû Kubeys'den getirdiği Hacer taşı gibi, kara bir şeyin, günahlarımıza bakışı gibi!.. Kuşluk vakti kuşların ötüşüne dek, bambaşka dünyalar...
Bakın neler olurdu, deve güreşi olurdu Yazır'da, bir gün develer boşandı dediler, korkunç hayvanlar, tanrının yeteneğini açıkça görebilirsiniz, sarnıçları sırtında kırk gün susuz yaşayabilen hayvanlar, boynu yılan, ayağı at, üç kaşlı ağlar gibi bakan bir aşık, sırtı çadır, çift çadırlı olanı var, olağanüstü tuhaflıkta hayvanlar, uzaylı biziz ve dünyamızda 'Planet'in ta kendisi filan, neyse gün devrilene dek kaçtık hayvandan, köyümüze kadar koşmuştuk ardımıza bakmadan.
Başka bir gün, Arap Süleyman'ın sürücüsü olduğu arabaya kırk kişi doluşmuştuk, araba Chevrolet, burnundan soluyan, ağzından levye ile dişlerini kurcalamadıkça koşamayan eski püskü bir velî, doluştuk dedimse, iki horoz, on kasa üzüm sandığı, dört yorgan, sekiz arkalaç, siz bunun anlamını bilmezsiniz, zamazingo balyası diyeyim, on bir çocuk, biri ben, bir tanede ayakları bağlı buzağıyla, yavru bir keçi yolcular arasında, kefesinde ki bir kekliği de sayarsanız tamam oluyor yolcular, tam gidecekken biri geme var (fare-sıçan) diye bağırdı, vallahi kırk kişi bir dakika içinde birbirinin üstüne çıkmadan boşaldı, kapıları kapatıp içeriye bir kedi saldılar, kedi dedimse kır kedisi, eti değil, sarı ineği bile yer, bir kaç dakika sonra kapılar açıldı, geme kedinin ağzında, kuyruğu hala kıvranıyor ama, Hasibe Ana diye biri vardı, 'Yemen Melikesi' gibi gerindi ve bu geme artık cennetlik dedi!..
Kış aylarında kırlara giden olmaz, nasılsa birinin yolu düşmüş, susamış gafil, uçkuruna pabucunu bağlayıp kuyuya salmış, bir şey sanki kemirir gibi ipi koparmış, bir de diyor ki uluyordu sanki, bütün köy, Dedimköy'e yakın kuyunun başına gitti, meğer bir kurt düşmüş kuyuya, olur ya kuyunun suyu da bir karış kalmış çekilmişmiş, tanrının işine ne zaman us erdirebildik, bitkin köpeği, kuyudan nasılsa çıkardılar, vallahi kurt kırması köpek hiç bir şey olmamış gibi ovaya daldı, bir daha da gören olmadı, eğer ölüm zamanı gelip de ölmüşse, köpekler Hades'e, Kerberos'un yerine cehennem zebaniliğine gittiği için, bir köpeğin ölüsü hiç bir zaman görülmez, yerin altına çekilir o ve yaşamayı sürdürür!..
Gene bir gün, kar yağdı, Hasilli Caferlerin oğlu dağda tipiye kapılmış dediler, herkes silahını aldı dağ yoluna gidiyoruz, gidiyoruz dediysem, ertesi gün, yolunu yitirdiği ancak anlaşılmış, duru, dondurucu bir hava, bağ evlerini, dağ gümelerini tek tek arıyoruz, sonunda dağa yakın, bir kulübede tüfeğine yaslanır vaziyette bulduk onu, o kadar doğaldı ki biri, Hüsam, Hüsam diye bağırdı, hiç ses yok, ölmüş dedi, biri çarptı mı bir şey oldu, çocuk tepesi üstü, kendi bulunduğu yerin içine doğru sanki dikildi, kardeşi ağlamaya başladı, hayatımda böylesine donmuş, kaskatı kesilmiş ve sanki postmodern bir heykele dönüşmüş bir insan daha görmedim, hâlâ düşlerime girer.
Köyde Zeliha vardı, o kadar yoksullardı ki, alan yok kızı, bir gün Çalkebir'den tellança, deli amcadan mı bozma bilmem, gerçekten yarı deli biri geldi, köy odasında bir süre kaldı, biz başına toplanıyor, anlattıklarını dinliyorduk, belleğimde kalan tek sözü şudur, tekerleksiz araba yaptım ben, ne nasıl yaptın diyebildi çocuklar, ne de hani nerede diyebildik, köy çocukları yalnızca dinler, ileri giderlerse sopanın beklediğini bilirler!..
Zeliha'yı o adama verdiler, nasıl oldu ne bileyim, çocuğum ben, üç gün sonra Zeliha'nın köyde göründüğü hatta evlerindeki odanın içinde, gün boyu boşluğa bakarak öylece dikildiğini söylediler, bir ay sonra Zeliha öldü, şimdi düşünüyorum da tekerleksiz araba yapan adam, bence ona bir şey yaptı, belki de zehirledi, cinayetlerin gayri resmi olanı, resmi olanlarının düşlenmez katı ve şunu bilin ki, hepimiz birer katiliz, ölülerimizi çiğneyerek gezinip duruyoruz.
Son anlatacağım şey Hanomag, bu yazıyı bu traktör için düşündüm zaten, köyün Kıranardı denilen kesiminde, kocaman avluların içinde çocukluğum boyunca duran bir traktör vardı, o kadar görkemli bir makineydi ki, turuncuya kaçan sarı, tepesinde duran roket benzeri egzoz borusu, bir insanın iki elini hiç bir zaman kavuşturamayacağı kalınlıkta arka tekeri, olağanüstü güzellikteki dizaynı, çekinceyle karışık aşıktım ona, bir kere bile binmek nasip olmadı ama, sürücüsü Mustafa ki okulunun matematik birincisiydi, bir gün virajı alamayıp, minicik şarampole yuvarlanmış, hem de köyün içinde, geleceğin bilim teknik harikalarını yaratacak gözüyle baktığımız Mustafa, kara yazgısına böylece yenildi, anısı ve acısı ne yazık ki hepimizin içindedir.
Hanomag benim için şudur, biz teknolojide geriyiz, evet ama o traktörleri gören her köy çocuğunun, hatta benim bile bir şey bulma, bir bilinmezliğe ulaşma ya da hiç görülmedik bir şey yaratma hevesimiz vardır kesinlikle, bu insanların hepsi, her yeniliği tartışarak büyüdüler köyde, heves ve heyecan, arzu ve istenç doludurlar. Eğer biz bir adım ileri gidemiyorsak nedeni şu, fasonizm ve kolaycılık bizi tutsak etmiş. Bu insanların beyni, başkalarının ki gibi, hiç bir fark yok, ama çark ve çarklar öyle işlemiyor, okullar, otorite ve bağımlılık dolu atılımlar, bu insanların gözlerini köreltiyor ve ölüp gidiyorlar, insanımızı suçlayanlar, bezirgan, kalpazan ve dinozor dolu ormanların kibar çevreleri!..
Bir gün ovada bir bağ evine girdim, ıssız ve sessiz bir esintinin, bunaltıcı sıcağında elimi bir kaşıklığa soktum, tuhaf bir kovuğa, transistör parçası gibi, bakır tellerle dolu bir regülatör veya radyo aksamı, o an büyülendim, aya gittim sanki, sanki gelecekten bir ses, bir gün ölüme umar bulacağız, ölümsüzlük kapımızı çalacak ve bu manyetik tellerin arasından birbirimizi görüp, konuşacağız, geçmiş ve gelecekteki ölülerimizle Eden Bahçeleri'nde buluşup, gene söyleşeceğiz dedi bana...
Ve bir gün her şey, yeniden başlayacak.
Bu çocuklar teknolojide neden geri kalabilir ki...
Bir şey var, hiç birimizin bilmediği, bilemediği ya da bilmek istemediği...
Önce onu çözmek gerek.
Ve yaşam niçin ölümlü olsun ki, bilin ki ölümsüzlük, ölümden daha yakın insanoğluna!..
12 Eylül 2017 Salı
EDGAR ALLAN POE / BİLİME SONE (1829)
Bilim! Geçmiş Zamanların biricik sanatçı kızı sensin!
Her şeyi değiştiren içimize işleyen bakışın sevici gözlerinin.
Niçin ozanların yüreğini çiğneyerek avlanmayı yeğlersin,
Aç akbaba, kimlere kanat olsun buzdan gerçekliklerin?
Nasıl bağlanmalı sana? ya da nasıl anlamalı bilgeliğini,
Kim ayrılacaktı senden kim izinsiz kaçabilir ki düşüncelerinden
Evren denen gökyakuta kesmiş sandukada aramak için o defineyi,
Gözdağı verircesine açılan kanatlarınla gözden ırak yerlerde?
Diana'nın arabasıyla uçup giden değil miydin sen,
Ve göğül ormandan uzaklara Hamadryad'ı bir periciği süren
Sonsuzca ışıltılı yıldızlarda bir yuva bulurlar belki diye?
Sen Naiad'ın selini paramparça ederek gelen değil misin,
Elfin yemyeşil otlarından, ve benim gibi nicelerinden
Demirhindi ağacının altında o güzelim yaz düşlerinden?
Türkçesi; Ulus Fatih
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)